Kendimi tanıştırıp, ezgiyi uzun yıllar önce, buradan çok uzaklarda, deniz kıyısında yaşayan başka bir taştan öğrendiğimi söyledim. O taşı, nerede gördüğümü, biçimini, dokusunu, işlemesini uzun uzun sordu, anlattım. Başka bir küçük deftere onu da işlediğimi söyledim.
"Bizim buraların ezgisidir bu," diye söze başladı. Uzaklarda bir taşın bilmesine, oldukça şaşırarak. Uzun uzun yıllar önce, çok güzel şarkılar söyleyen bir ustanın elinde doğduğunu söyledi. Zaten bu ezgiyi de, o usta üzerine bu eşsiz motifleri işlerken öğrenmiş. Elleri o kadar yumuşakmış ki o ustanın, her darbesi zarif bir dokunuşa dönüşmüş; bezemeyi üstüne, ezgiyi içine işlemiş...
Söze yeni başlamışken, birden rengi soldu! Sanki bir şeyler hatırlayıp, "belki de buralıdır, o taş da, kim bilir! Birileri çekip götürmüştür uzaklara..." diye iç geçiriverdi. Kendisinin de yıllar önce, neden olduğunu hala anlayamadığı bir kızgınlığın kurbanı olarak, yıkılıp talan edilen bir yapının parçası olduğunu anlattı. Ama şanslıymış, "gözü keskin, gönlü dingin bir adamın yardımıyla" bu duvara ilişmiş. Üstelik çok uzaklara ötelenmeden! Parçalanan hayatının yerine, özene bezene kurulan bu yapıyı mı kurmuşlar, bu yapıyı kurmak için o yapıyı mı talan etmişler, aklı çok karışmış. "Omzuna dayandığım bir sırdaşım vardı, onu çok özlüyorum. O kağıda karalamaya çalıştığın ve ucu açık kalan işlemenin kalanı da onun üzerindeydi. Her sabah bir taraftan güneş bizi baştan aşağıya yıkarken, içeride yakılan tütsü kokusu, bezemelerimizi oluşturan çizgiler arasında dolanır, sanki sırlarımızı birbirimize aktarırdı..."
İkisi birlikte, büyük bir şeklin, küçük birer parçası olarak, hep karşı duvarda olup nasıl göründüklerini merak ederlermiş o zamanlar... Diğer taşların hayranlık ve kıskançlık dolu bakışları arasında, insanların tam önlerinde kimi zaman hüzünlü ama çoğu zaman huzurlu melodilerle yüce varlığa ulaşma çırpınışlarını izlerlermiş. Biranda paramparça olmuş her şey: Dört bir yana savrulmuşlar. Yıkıma mı, omzuna dayandığı sırdaşını yitirmeye mi, hangisine daha fazla üzüldüğünü tam olarak bilemese de, o ezgiyi hiç unutmadığını fısıldadı biraz sessizce: "Kimse bilmiyor ki, aslında ben o ezgiyi ve varlığımı paylaşacak bir dost arıyorum."
Nice sevinçlerin ve hüzünlerin yaşandığı bu avluda, "taş kesilip" hayata kayıtsız kalınmasına anlam veremediğini söyledi. "Kimi zaman, küçük bir çocuk ilişir gölgemize ya da yaşlıca bir kadın. Dışarıda, gün geçtikçe hızlanan hayata kısa bir mola vermek için uzanırlar bu avluya... Tutuvermezsen o an hayallerinden, yitip giderler, kaybolurlar. Taşı, taş yapan, bu değil midir? Sessiz sessiz mırıldanıp ilhamlar saçmak, derdi tasayı def edip uzak ihtimallerden umutlar çıkarmak!"
Taştan duyduğum o eski ezgi dudağımda avludan yavaş yavaş çıkarken düşündüm: Daha ne sırlar saklıdır bir taşın üzerinde! Aslında her taşın, cansızmış gibi duran yüzeyine dokunur dokunmaz, yumuşacık bir sıcaklık akıverir insanın içine birdenbire... Kaskatı duruşuna rağmen, enerjisi ruhunuza sızar, anlam veremediğiniz bir huzur belirir. Zaman-mekan ara kesitinde oradan oraya koşuşturan bedenlerimizin anlık nefes alışlarına ve hareketlerine cevap, hiç hareketsiz, öylece durup, fısıldayıverirler gerçeği...
Kim bilir, tam da bu telaşla mı savaşıveriyoruz belki de her şeyle. Yitip gideceğimizi bilerek, kaskatı taşlardan sonsuzluklar yaratarak mı hesap soruyoruz zamandan ve mekandan. Sadece sığınacak bir boşluk yaratmayıp sorguluyoruz zamanı, mekanı, yaşamı... Boşluğa can verip, anlamlar yüklüyoruz. Yitsek de, dikili bir taşımız kalsın istiyoruz. Kimi zaman da geçiciliğimizin korkusuna yenilip, yaptıklarımızı da yıkıyoruz. İz bırakalım derken, izleri siliyoruz, ya da sildiğimizi sanıyoruz.
Oysa, taşlar yalan söylemez, söylemeyi bilmez. Dinlemesini bilene, gerçeği olduğu gibi yansıtır, anlatır. Sorarsan cevap verir, ne olduğunu ve ne olmak istediğini söyler! Ustasının elinden dökülenleri bedenine işler, bunu bir ezgi yapıp yıllar yılı söyler...
Sesleri hiçe sayıp -hatta unutup- geçici ömürler biçerek, ağzı-dili bağlı yapaylıklar ürete ürete zaman ve mekanla hesaplaşamaz olduk. Ne garip. Yıkıp yapma huzursuzluğunda inşa ettiğimiz yapılar, bizlerden önce yok olmaya başladı. Teknik ve teknoloji işin kolayına kaçmamızı mı söylüyor? Hız, hareket bizlere "yok edin!" mi diyor?
Derin bir sessizlik lütfen! Önce, taşları dinleyelim...