Köşe Yazısı

Mimar Olmayan Mimarlar

Yazan: Gürhan Tümer Tarih: 25 Mart 2010
Aristotelesler, Leonardolar, Abdülhamidler, vb.

Kimi insanların yetenekleri ve ilgi alanları sınırlıdır. Bunlar, dünyaya dar bir açıdan bakarlar, yalnızca tek bir konuya, tek bir alana odaklanırlar ve başka şeylerle pek fazla ilgilenmezler. Böyle bir insan, bir araba tamircisi, bir ressam, bir futbolcu olabileceği gibi, bir kuantum fizikçisi, bir kökten dinci, bir marksist de olabilir.

Öteki uçta ise, tam tersine, ilgi alanları çok geniş olanlar, birçok konuya el atanlar, siyaset üzerine de, metafizik üzerine de söyleyecek sözleri bulunanlar yer alırlar.

Bu türün en tipik, en ünlü iki temsilcisinden biri, Antik Çağ'da yaşamış olan Yunanlı Filozof Aristoteles, biri de bir Rönesans insanı olan Leonardo da Vinci'dir.

Birincinin yapıtları, "Tekhne rhetorike" (Konuşma Sanatı)", "Politikos (Devlet Adamı)", "Organon (Âlet - Mantık), "Ta meta physike (Metafizik)", "Peri psykhe (Ruh Üzerine)", "Peri aisteseos (Duyular Üzerine)", "Peri anapnoes (Soluk Üzerine)", "Peri zoon genesos (Canlıların Ortaya Çıkışı Üzerine)" gibi adlar taşır. Aristoteles, bu çalışmalarıyla, fizikten mantığa, mantıktan psikolojiye, psikolojiden biyolojiye, birçok bilim dalının kurucusudur.

Leonardo da Vinci ise, hem resim tarihinin en ünlü tablolarından birini, "Mona Lisa"yı yapmış, hem kadavraları keserek insan bedenini anlamaya çalışmış, hem de kuşların nasıl uçtuklarını araştırmıştır.

Sonra, Newton'un çağdaşı ve rakibi olan tarihçi Smith'in "son evrensel dâhi", T.H. Huxley'in "Aristoteles'ten bu yana en kapsamlı düşünür" olarak nitelediği Leibniz'in ilgi alanları arasında tarih, ekonomi, tanrıbilim, dilbilim, biyoloji, jeoloji, hukuk, siyaset, matematik, gökbilim, felsefe ve metafizik vardır.

Padişah III. Selim'in ise, padişahlığın yanısıra bestecilik de yaptığını; IV. Mehmet'in usta bir avcı; II. Abdülhamit'in en usta marangozlarla boy ölçüşebilecek kadar usta bir marangoz olduğunu; Fransa Kralı XVI. Louis'nin marangozluktan değil ama, çilingirlikten iyi anladığını; çelişkili bir biçimde, bir yandan, "La nouvelle Héloise" adlı romanıyla Romantizm'in, bir yandan da, kaleme aldığı "Du contrat social" ("Toplum Sözleşmesi") gibi kitaplarıyla, Fransız İhtilâli'nin öncülerinden biri olarak kabul edilen Jean-Jacques Rousseau'nun müzikle de yakından ilgilendiğini ve "Le Devin du village (Köy Kâhini)" adlı bir opera bestelediğini, "Les rêveries d'un promeneur solitaire (Bir Yalnız Gezerin Düşleri)" adlı kitabında,

Paris çevresinde nadiren gördüğüm, fakat buralarda bol miktarda yetişen iki bitki dikkatimi çekti. Birincisi "Compositae" familyasından "picris hieracioides", diğeri, "Umbelliferae" familyasından "bupleurum falcatım".

diye yazabilecek kadar iyi botanik bildiğini, bu bilim dalıyla, büyük Alman şairi Goethe'nin de yakından ilgilendiğini belirtmek isterim.

Bu gibiler, eğitimini aldıkları mesleklere ilgi göstermemişler, başka alanlarda at koşturmuşlar, başka sularda yüzmüşler ve oralarda tanınmışlar, oralarda ün kazanmışlardır. Öyle ki, bu insanların asıl meslekleri neredeyse unutulup gitmiştir. Örneğin, İstiklâl Marşı'nın şairi, Safahat'ın yazarı Mehmet Akif Ersoy'un veteriner okulunda okuduğunu çoğu kişi bilmez. Alice Hârikalar Ülkesinde adlı masal kitabından, günün birinde, o sevimli küçük kızın, bir tavşanın peşine takılarak yerin altına inişinden, o kitabın kapağını açmamış olanlar bile haberdardırlar ama, bu masalın yazarı Lewis Caroll'un asıl adının Charles Dodgson, asıl işinin de matematik olduğunu, Alice Hârikalar Ülkesinde'nin yanısıra, Determinantlar Üzerine Bir Deneme başlıklı bir matematik kitabı da yazdığını bilenlerin sayısı o kadar fazla değildir.

Mimar olmayıp da, mimarlıkla ilgilenen insanların bir bölümünün ise, konuya kuramsal düzeyde yaklaştıklarına, örneğin mimarlığın doğasını, diğer sanatlarla ilişkilerini tartıştıklarına, çeşitli binalar hakkında gözlemler yaptıklarına, onları beğenme ya da beğenmeme nedenlerini kendilerine göre ortaya koyduklarına, dahası, özgün birtakım mimarlık kuramları ürettiklerine tanık oluyoruz. Bunlara örnek olarak, 1753 yılında Essai sur l'architecture (Mimarlık Üzerine Deneme) başlıklı bir kitap yazmış olan Cizvit Rahip Marc-Antoine Laugier'yi, Birinci Ulusal Mimarlık Akımı hakkında fikirlerini dile getiren, o tür yapıları kıyasıya eleştiren Ahmet Haşim'i, Ulus Gazetesi'ndeki makalelerinde sık sık mimari konulara değinen Falih Rıfkı Atay'ı, felsefesinde, mimarlık felsefesine de yer ayıran ünlü Alman filozofları Kant ve Hegel'i, Bulgaristan'da gördüğü bir kilise hakkındaki düşüncelerini bir yazısında ileten Cenap Şehabettin'i, Notre-Dame de Paris adlı ünlü romanının kimi sayfalarında, Wright'ın da beğenisini kazanan birtakım mimari görüşler ileri süren Victor Hugo'yu, düşledikleri ütopik ülkelerdeki kentleri, sokakları, evleri ayrıntılı bir biçimde anlatan ütopyacıları, bu türe adını veren kitabın yazarı, devlet adamı ve düşünür Thomas More'u, Voyage en İcarie (İkarya'ya Yolculuk) adlı kitabın yazarı Étienne Cabet'yi, Londra'nın eski siluetini bozdukları için mimarları eleştiren İngiltere Veliaht Prensi Charles'ı sayabiliriz.

Çelişki ve Tanım
Klâsik, Aristo Mantığı'na göre, "mimar olmayan mimar" çelişkili bir deyimdir. Çünkü bu mantığın kuralları uyarınca, herhangi bir şey , ya "A" dır ya da "A değil"dir; üçüncü bir seçenek yoktur; bu çelişki "mimar olmayan mimarlar" deyiminde daha bir öne çıkmaktadır; çünkü bir insan, ya mimardır ya da mimar değildir; üçüncü bir olasılık söz konusu olamaz. Bu ilkeye, Osmanlıca'da "Şıkkı salisin imkansızlığı", Latince'de "Tertium non datur" denilir.

Ama bu, madalyonun bir yüzüdür, öteki yüzünde ise, böylesine katı bir mantıksallık içermeyen, daha çok sanatsal, daha çok üslupsal kaygılarla oluşturulan daha rahat, daha geniş bir tanım bulunmaktadır.

Bense, bütün bu saptamalardan sonra, bu çalışma kapsamında, "mimar olmayan mimar" deyimini fazla "sofistike" olmayan bir biçimde şöyle tanımlıyorum:

"Mimar olmayan bir mimar", eğitimini gördüğü ya da görmediği çeşitli işlerle uğraşan, bu işler arasında mimarlığa da ilgi duyan, binaları seven, onları eleştiren, mimarlıkla ilgili çeşitli düşünceler üreten, bu konularla ilgili kitaplar okuyan ve yazan, mekânsal tasarımlar yapan, kimi zaman da bunları inşa eden kişidir.

Mimar Olmayan Mimarları Sınıflamak
Mimar olmayan mimarları, iki farklı ölçüte göre, iki ana sınıfta toplayabiliriz.

Birincisinde, kişinin "asıl işi" odak noktası olarak alınır. Bu durumda, felsefesini açıklarken binalardan, kentlerden söz eden Descartes örneğinde olduğu gibi, filozof bir mimar olmayan mimar, şiirsel imgelerle dolu ünlü Beş Şehir adlı kitabında bu kentlerin mimarisinden ayrıntılı ve son derece duyarlı bir biçimde söz açan Ahmet Hamdi Tanpınar örneğinde olduğu gibi, edebiyatçı bir mimar olmayan mimarla karşı karşıya kalmamız söz konusudur.

İkinci tür sınıflamada ise, kişinin mimarlığın neresinde durduğu dikkate alınır. Bu sınıfın içinde Abdülhak Şinasi Hisar örneğinde olduğu gibi binaları mekanları betimlemekle yetinen mimar olmayan mimarlar, ya da Cenap Şehabettin gibi onlara eleştiriler yönelten mimar olmayan mimarlar, Tevfik Fikret gibi tasarımlar yapan, projeler çizen mimar olmayan mimarlar, ya da Halikarnas Balıkçısı gibi inşaat yapan mimar olmayan mimarlar yer alır.

Evren'in Mimarı
Mimar olmayan mimarların en başında, tanrılar, peygamberler gelir. Şu koskocaman, şu uçsuz bucaksız kozmosu, bu rengarenk dünyayı tasarlayan, biçimleyen ve yaratan gücü, "mimar" olarak nitelemek hiç de yanlış olmaz.

Tevrat'ın "Çıkış" bölümünü okuduğumuzda, Rab Tanrı'nın Yahudi ırkıyla bir anlaşmaya vardığını, bu anlaşma gereği inşa edilecek olan çadırın nasıl yapılacağını Tanrı'nın bütün ayrıntılarıyla ortaya koyduğunu; yani söz konusu çadırın mimarının Tanrı olduğunu öğreniriz. Aynı durumun Kral Peygamber Süleyman'ın "meskeni" için de geçerli olduğunu görürüz:

Ve mesken için, akasya ağacından dik duran çerçeveler yapacaksın. Bir çerçevenin uzunluğu on arşın ve her çerçevenin eni bir buçuk arşın olacaktır. Her çerçevenin birbirine uygun iki geçmesi olacak; meskenin bütün çerçeveleri için böyle yapacaksın[...] Ve arkada meskenin köşeleri için iki çerçeve yapacaksın. Ve aşağıda çift olacaklar. [...] Ve meskenin bir yanının çerçeveleri için beş ve meskenin öbür yanının çerçeveleri için beş ve meskenin garba doğru olan arka yanının çerçeveleri için beş olmak üzere akasya ağacından mertekler yapacaksın. Ve çerçevelerin ortasında olan orta mertek bir uçtan öbür uca geçecektir. Ve çerçeveleri altınla kaplayacaksın ve mertekler için yerler olmak üzere onların halkalarını altından yapacaksın ve mertekleri altınla kaplayacaksın ve dağda sana gösterilen düzenine göre meskeni kuracaksın[...] Ve mezbahı akasya ağacından uzunluğu beş arşın ve eni beş arşın olarak yapacaksın, mezbah murabba olacak ve yüksekliği üç arşın olacak[...] Avlunun uzunluğu yüz arşın ve eni her yerde elli arşın ve yüksekliği beş arşın olup bükülmüş ince ketenden ve tabanları tunçtan olacak.(Tevrat, Çıkış Bap:26 )

Callimachus'a göre, Yunan mitolojisinin en ünlü tanrılarından biri olan Apollon elbette ki mimar değildir, ama, temelini kendisinin attığı kentler kurmaktan hoşlanır.

Aynı mitolojinin bir başka kahramanı, Zeus ile Hera'nın oğlu olan, topal ve çirkin Hephaistos çok beceriklidir ve annesiyle babasının yatak odasını, öteki tanrıların evlerini yapan odur. Homeros'un İlyada Destanı'nda yer alan şu dizeler Hephaistos'un kendi evinin de mimarı olduğunu ortaya koymaktadır:

Gümüş ayaklı Thetis Hephaistos'un evine vardı,
yok olmaz, tunçtan, yaldızlı bir evdi bu,
üstündü öbür ölümsüzlerin evlerinden,
çarpık bacaklı tanrı yapmıştı bu evi.

Eski dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen Efes'teki Artemis Tapınağı'nın yapımında, bu tanrıçanın da çalıştığı söylenir. New York Üniversitesi, Klasikler ve Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörü Bluma L. Trell, bir makalesinde, bu konuda şu bilgileri verir:

Tanrıça (Artemis) Euripides'in bir Yunan trajedisindeki "deus ex machina" gibi kendisine ne zaman gereksinim duyulsa, rolünü oynardı. Arkeologların, hiç de romantik olmayan bir biçimde "D Tapınağı" diye adlandırdığı büyük mermer tapınağın giriş yolu üzerine atkıyı kaldırıp koyarak mimar Khersiphron'a yardım ettiği söylenir. Taş kiriş öyle kocaman ve ağırdı ki, mimar bu işe çare ararken, intiharı bile hesaba katmıştı.

Ayasofya ile ilgili söylencelerden birinde ise, bu yapının yapılma süreci ve bu süreç içinde Tanrı'nın da yer aldığı açık seçik bir biçimde, şöyle anlatılır:

İnşaat toprak seviyesine gelince, mimarlar kubbeleri ve dehlizleri nereye yerleştirecekleri konusunda anlaşmazlığa düştüler ve planlardan hiçbirisi kralın hoşuna gitmediği için inşaatı nasıl sürdürebileceklerini kestiremediler. Bu olayın üzerinden yedi gün geçti. Sekizinci gece kral rüyasında binanın üzerinde, elinde saf gümüş bir levhayla dolaşan, yeşil elbiseli bir ihtiyar gördü; gümüş levhanın üzerinde bir kilise planı vardı. Justinianus olayı şöyle anlattı: "Onu görünce kafamda bir şimşek çaktı: O gümüş levha benim elimde olsa ne iyi olacaktı ve binayı o plana göre yapabilecektim. Bunu hayal ederken ihtiyar levhayı elime koydu ve bana: ‘İşte Ayasofya'nın inşaat planı. Kaderin levhasında çoktan beri çizilmiş olarak duruyordu. İşte şimdi zamanı geldi ve onu getirdim' dedi. Ben de ona "İhtiyar, Ayasofya nedir?" diye sordum. Bana inşa edeceğim bu kilisenin adı ilk günden beri Ayasofya idi. Yunanca'da Ayasofya "Tanrı'nın Evi" demektir ve aynı zamanda "Tanrı'nın sevgili kullarının tapınağı" anlamına da gelir dedi. Rüyadan uyanınca, bu ihtiyarın Tanrı'nın iyi habercisi olduğunu ve kilisenin adını O'nun koyduğunu anladım ve Tanrı'ya şükrettim." Ve kral hemen mimar İgnatios'u çağırtmak üzere haberciler gönderdi. Aynı gece Tanrı'nın inayetiyle İgnatios da aynı rüyayı görmüştü ve iki rüya birbirinin eşiydi. İgnatios rüyasından uyandığında kafasında levhadaki plan vardı. Planı hemen kağıda geçirmeye koyuldu, henüz bitirmemişti ki kralın habercileri geldiler. Planı tamamlar tamamlamaz, kralın yanına gitti, ona önce saygılarını sonra da planı sundu. Kral bu planın rüyasındaki planın aynısı olduğunu gördü. Şaşırdı, başını eğdi ve bir süre sonra: "Bu planın aslını nerede buldun" diye sordu. Mimar rüyasında gördüklerini ve duyduklarını anlattı. Her ikisi de çok şaşırmışlardı. Sabah olunca, keyfi yerinde olan Justınianus soylular ve yapı ustalarıyla birlikte inşaat yerine geldi ve İgnatios'a levhayı getirmesini söyledi. Plan hepsinin hoşuna gitti ve oy birliği ile onayladılar. Binanın temellerini bu plana göre çizdiler. Sonra kral: "Biliniz ki bu kilisenin adı ve planı bize öteki dünyadan gönderildi" dedi. Ve hem kral, hem İgnatios rüyada gördüklerini ve duyduklarını anlattılar. Kilisenin adı o günden beri bu nedenlerle Ayasofya olarak kaldı. (Yerasimos, Stefanos, Çeviren: Şirin Tekeli, Kostantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, İletişim Yayıncılık, İstanbul, 1993, ss.126-127)

Fransa'da, romantizm akımının öncülerinden olan Chateaubriand 29 yaşında, Londra'da sürgündeyken kaleme aldığı ilk yapıtı, Essai sur les révolutions' da (Devrimler Üzerine Deneme) Tanrı'ya, "Ey, asla tanımadığım sen. Ey, adını ve evini bilmediğim, bu evrenin görünmez mimarı" diye seslenir. Kiliselerin tasarımında Tanrı tarafından saptanmış kuralların ve biçimlerin kullanılması gerektiğine inanan Fransisken rahip Francesco Giorgi, temeli 15 Ağustos 1534'de Venedik Doju Andrea Gritti tarafından atılan S. Francesco della Vigna Kilisesi için hazırladığı raporun bir yerinde, "Kilise inşa etmek isteyen bizler, en büyük mimar olan Tanrı'nın [...] koyduğu kuralları izlemeyi gerekli ve uygun bulduk" der. (Wittkower, Rudolf, Architectural Principles İn The Age of Humanism, Academy Editions, London, 1988, p. 138)

Din Adamları, Papalar
Mimar olmayan mimarların bir bölümü de Hıristiyan rahipler ve özellikle de papalardır. "Papa" sözcüğü "baba" demek olan "pappas" sözcüğünden gelir. Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında, bütün piskoposlara bu unvan verilirken, daha sonraları, yalnızca Roma Piskoposu Papa olarak adlandırılmıştır ve bu kişi Katolik Kilisesi'nin en yüksek ruhani lideri olarak kabul edilmiştir. Bugün papa aynı zamanda Vatikan Devleti'nin de başıdır. Bu devletin resmi kılavuzu olan Annuario Pontificio'ya göre, Papa ayrıca, İsa Mesih'in vekili ve Havariler'in başı Aziz Petrus'un ardılıdır. Ancak, tarih boyunca, papalar bu dinsel niteliklerinin yanı sıra, dünyasal işlerle de çok yakından ilgilenmişlerdir. Bu dünyasal işlerin içinde mimarlık oldukça önemli bir yer tutar. Bir başka deyişle, papalar da tıpkı krallar, imparatorlar gibi binaların yapımına, kentlerin, özellikle de Roma'nın imarına katkıda bulunmuşlardır.

Filozoflar
Felsefe tarihçileri, Batı Felsefesi'nin genellikle İ.Ö. VII. yüzyılda, İonya'nın Miletos kentinde yaşamış olan Thales'in felsefesi ile başladığını; Anaksimandros, Anaksimenes ve Herakleitos'un felsefeleriyle sürdüğünü kabul ederler. Bu filozoflar yalnızca doğanın yapısını, o yapıyı oluşturan ana öğelerin neler olduğunu araştırmışlar ve birtakım sonuçlara varmışlardır. Örneğin Thales evrenin yapısının kökeninde suyun yer aldığını ileri sürmüş, Anaksimandros Peri physeos (Doğa Üzerine) başlıklı bir kitap yazmış, güneş saatini icad etmiş, ilk haritayı çizmiş ve evrende var olanların ana maddesini, "sınırı olmayan" anlamına gelen "Aperion" olarak adlandırmıştır. Anaksimandros'un öğrencisi olan Anaksimenes hocasının ortaya attığı soyut bir ilke olan "Aperion"un yerine somut bir ilkeyi, "hava"yı koymuştur. Düşüncelerini güç anlaşılır bir üslupla dile getirdiği için "Karanlık Filozof " lâkabıyla anılan Herakleitos'a gelince, o "Panta rei" ("Her şey akar") demiş ve ateşin, evreni oluşturan ilk madde olduğunu ileri sürmüştür. Daha sonraları da başta Sokrates olmak üzere sofistler de insanın yapısıyla bu dünyadaki görevleriyle ilgili düşünceler ileri sürmüşler, konunun başka yönleriyle, daha somutlamak gerekirse, sanatla, mimarlıkla ilgilenmemişlerdir. Bu nedenlerden dolayı bu filozoflar bu yazının kapsamı dışında kalmaktadırlar.

Oysa, Platon, Aristoteles, Kant gibi kimi filozoflar mimarlıkla ilgili konulara yakınlık duymuşlar, mimarlığın özü yani ne olup ne olmadığı üzerinde düşünmüşler ve birtakım tanımlar getirmişler ve böylece mimar olmayan mimarlar söylemini zenginleştirmişlerdir.

Hükümdarlar
Bir başka mimar olmayan mimarlar grubu da hükümdarlardır. Bu söylemde bu sözcüğü, en geniş anlamda, bir topluma egemen olan, onu yöneten en üst düzeydeki kişiyi, Mustafa Nihat Özön'ün Osmanlıca-Türkçe Sözlük adlı yapıtında verilen tanımla, "hüküm ve emir sahibi kimse"yi belirtmek için kullanıyorum. Bu kişi, bu kimse, çeşitli toplumlarda, değişik adlarla anılır. Dolayısıyla, bir hükümdar, bir kabile reisi olabileceği gibi, bir kral; bir padişah olabileceği gibi, bir imparator; bir "Duce" olabileceği gibi, bir "Führer"; bir firavun olabileceği gibi, bir cumhurbaşkanı da olabilir. Biraz önce de belirttiğim gibi bir hükümdar her şeyi hükmü altına almak istediğinden mekâna da hükmetmek ister ve sahip olduğu erki, mimar olmayan bir mimar olarak mimarlık alanında kullanır.

İmparatorların mimarlıkla ilişkileri, De Architectura' da açık seçik vurgulanır. Gerçekten de Vitruvius, bu kitabına yazdığı önsözde Sezar'a şöyle seslenir:

Senin yalnızca toplumun genel refahı ve kamu düzeninin kurulması ile değil, devletin senin sayende topraklarının genişletilmesinin yanında, gücünün nüfuzlu bir itibarla yansıyabileceği kamu yapılarına da önem verdiğini gördüğümden, bu konudaki yazılarımı ilk fırsatta sana sunmam gerektiğini düşündüm[...]

Bu yapıtı senin için yazmaya koyuldum, çünkü geçmişte ve şimdi çok sayıda yeni yapılar inşa ettiğini, gelecekte de özel ve kamu yapılarının gerçekleştirdiği diğer görkemli işlere yaraşır şekilde ölümsüz olmalarına özen göstereceğini gözlemledim[...] Sana kesin kurallar geliştirdim; onlara bakarak gerek varolan yapıların, gerekse de yeni yapılacak olanların kalitesi hakkında kişisel bilgiye sahip olabileceksin, çünkü ekteki kitaplarda mimarlık sanatının tüm ilkelerini açıkladım.

Bu sonuncu tümce, onca görkemli binalar yaptıran Sezar'ın, mimarlıktan pek anlamadığını, mimarlığa ilişkin bilgileri, ancak bu kitabı okuduktan sonra öğreneceğini belirtmesi, öyle sanıyorum ki, Vitruvius'un farkına varmadığı bir çelişki olması bakımından son derece ilginçtir.

Yazarlar
Yazarlara gelince, onlar mimar olmayan mimarlar söylemi bağlamında çok önemli bir kaynak oluştururlar. Bunun nedeni bu insanların çevrelerine, betimledikleri ya da düşledikleri mekânlara, binalara karşı duyarlı olmaları ve duygularını, düşüncelerini en yetkin ve en etkili iletişim aracı olan dil ile ustaca yansıtmalarıdır. Bu doğrultuda kimi yazarlar daha az, kimi yazarlar ise daha çok yapıt ortaya koymuşlardır. Kimi yazarların ise yapıtlarında mimari konularda mimarların bile farkında olmadıkları birtakım özellikleri saptamaları şaşırtıcı derecede başarılıdır.

Kimi yazarların kimi yapıtları mimarlıkla o kadar yoğun bir ilişki içindedir ki, onları okuduğumuzda bir roman, bir deneme ya da bir şiirden çok, bir mimarlık yazısı okuduğumuzu söyleyebiliriz. Örneğin Victor Hugo'nun Notre Dame de Paris romanı ya da Ahmet Haşim'in makaleleri bu türün çarpıcı örneklerindendir.

Mühendisler
Modern Mimarlık sürecinde, mimarların bıraktığı boşluğu dolduranlar içinde, "Beaux-Arts" 'a karşı, "Ecole Polytechnique"i temsil eden mühendislerin, önemli ve özel bir yeri vardır. Modern Mimarlık, daha doğrusu, Mimarsız Modern Mimarlık, onlara çok şey borçludur.

Bu gerçek, kimi mimarlar da dahil, birçok kişi tarafından görülmüş, kabul edilmiş ve dile getirilmiştir. Örneğin, Fergusson, mimarların da, mühendisler gibi, sağduyuya dayanan ilkelere sahip olmalarını istemiş, zamanın saygın mimarlarından Edward Cresy, 1847 yılında yayınlanan, "Encylopedia of Civil Engineering" adlı kitabında, "İngiltere'nin gelecekteki tarihçileri, bu çağın alışkanlıkları, uygarlığı hakkında karar verebilmek için, mimari kalıntılara değil, mühendislerin yapıtlarına bakacaklardır" diye yazmıştır. Gropius, "Bugün, konstrüksiyon konusunda otorite, artık mimar değildir [...] Mimar, mühendis karşısında[...] etkisini yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır" demiştir. Şu sözler ise, Le Corbusier'nindir: "20.yüzyılın büyük mimarları, mühendislerdir."

Gerçekten de, "Galerie des Machines"ler, "Bon Marché"ler sözkonusu olduğunda, işin içinde mimarlar da vardır ama, o binaların asıl karakterini mühendislerin verdiği yadsınamaz. Hele Eiffel, Nervi gibi mühendisler dikkate alındığında, yukarıdaki saptamalar, daha bir ağırlık kazanmaktadır.

Hundertwasser'in Önerisi
Mimar olmayan mimarların varlığını kabul etmek demek, herkesin mimarlık yapabileceğini kabul etmek demektir.

Kimileri bunu olumlu karşılarlar, kimileri ise buna karşı dururlar.

Olumlu karşılayanlara örnek olarak, Avusturyalı bir ressam olan, ama aynı zamanda da, Viyana'da birçok ev tasarlayıp inşa eden, yani mimarlık da yapan Hundertwasser gelir. Bu sanatçı, bu ressam, bu konuya dikkatleri daha çok çekebilmek için, 1967 yılında yazdığı bir manifestoyu, Münih'te Galeri Hartmann'da çırılçıplak soyunarak okumuştur. Hundertwasser'in savını kanıtlamak için ileri sürdüğü gerekçelerin kimileri son derece ilginçtir. Örneğin, Seckau Manastırı'nda verdiği bir konferansta şöyle demiştir:

Resim sanatı ve heykel sanatı şimdi özgürdür, çünkü bugün, herhangi biri [bu sanatların alanında] herhangi bir çalışma yapabilir ve sonra onu sergileyebilir. Oysa mimarlıkta [...] bu temel özgürlük henüz yoktur; çünkü inşaat yapabilmek için kişinin önce bir diplomaya sahip olması gerekmektedir. Neden?

Herkes bina yapabilmeli; bu inşa etme özgürlüğü var olmadığı sürece bugünün planlı mimarlığı sanat olarak nitelenemez. Bizde mimarlık, Sovyetler Birliği'ndeki resim gibi denetim altındadır[...]

Bireyin inşa etme arzusuna hiçbir yasak getirilmemelidir! [...] Böyle bir binanın, zaman içinde çökmesi tehlikesiyle karşılaşmayı göze almalıyız ve bu yeni inşa yönteminin neden olacağı bu yıkılma [...] bizi bu kararımızdan vazgeçirmemelidir[...]

İçinde oturanlar tarafından yapılmış olan bu derme-çatma binalardan biri yıkılacak olsa, genellikle önce çatırdar, dolayısıyla, insanlar kaçabilirler. Bu olaydan sonra içindekiler, oturdukları binaya karşı daha eleştirel, daha yaratıcı olacaklardır ve eğer çok dingildek görünüyorsa, duvarları kendi elleriyle sağlamlaştıracaklardır[...] [Programmes and manifestoes on 20th-century architecture, (Çeviren: Michael Bullock) ,(Conrads Ulrich (editör), MIT Press, Lund Humphries Publishers Limited, London, 1970, p. 157]

Şu kışkırtıcı ve alaycı sözler de yine Hundertwasser'in, o " mimar olmayan mimarındır".

Mimarlar benden tiksiniyorlar, adım anıldığı zaman deliye dönüyorlar, ama ben onlardan daha iyiysem ve resimlerimden çok evlerimle tanınıyorsam, buna benim yapabileceğim bir şey yok. (L'architecture d'Aujourd'hui, Sept. 89 no.264 s.104)

Sinan'a Hüküm ki...
Osmanlı'da da, belli bir eğitim sürecinden geçmeyenlerin, yani mimar olmayanların mimarlık alanında çalışmalarına izin verilmemektedir. "17 Safer 980" tarihinde Sinan'a gönderilen aşağıdaki Osmanlıca metin bunun kanıtıdır:

Hassa mimarlarının başı Sinana hüküm ki Rumelinden ve sayir yerlerden gelüb neccariye ve bina ilminden haberleri olmayub müşarünileyhin marifeti olmadan ellerine arşun alub, mimarlık edüb nâehil olmağla bina eyledikleri evlerin ekseriya ocakları tutuşub ihrak olduğun bildürdüğin ecilden buyurdum ki vusul buldukda bu babta mukayyed olub anın gibi bina ve dürüdkerlik ilminden haberi olmayıb ellerine arşun alub vechi meşruh üzere mimarlık eyleyenleri men edüb senün marifetin olmadın olveçhile naehil kimesnelere mimarlık etdirmeyesin.


Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin
Buraya yazacağınız görüşleriniz, Arkitera Forum bölümüne yansımayacak, sadece yazara ulaşacaktır. * İşaretli alanlar mutlaka doldurmanız gereken alanları belirtmektedir.
Sizin:
Adınız, Soyadınız *
E-Posta Adresiniz *
MesleÄŸiniz *
Telefon Numaranız Adres seçimi:
Adresiniz
Mesajınız:

ÝPUCU: sayý sekiz, küçük harf "m", küçük harf "j", büyük harf "J", küçük harf "v", küçük harf "t"

Lütfen sol imajdaki resimde görülen dizgiyi yandaki kutucuğa giriniz.
Köşe Yazısı Arşivi
Dönem içindeki köşe yazarlarının listesi aşağıdadır. Yazısını okumak istediğiniz yazarı listeden seçiniz. Bütün yazarların listesini görmek için buraya tıklayınız