Köşe Yazısı

Mimarlık Bir Oyundur: Brighton Gazileri Üzerine

Yazan: Hüseyin Yanar Tarih: 11 Mart 2010


Gugenheim Müzesi yeni bitmişti. Pırıl pırıldı. Hep o Akdeniz güneşinin altında, her an değişen tonlarıyla, sereserpe uzanmıştı suyun yanına. Başka bir gezegenden gelmiş, aniden oraya konmuş gibiydi. O umursamazca savrulan çizgileri ile suyun kenarında sanki rıhtımın yanında yükselen dalgaların projesiydi. Sihirli bir el, taşlara vurup yukarılara çıkan dalgaların paramparça olma anında suları dondurmuş, duvarlara dönüştürmüş, savura savura çektikçe çekmiş, uzattıkça uzatmıştı. Fırtına sonrası herşey sakinleşmiş ,dalgalar üstüste yığılmıştı. Her yerde boy boy fotoğrafları sergileniyordu. görüntüleri nefes kesiciydi. Alvar Aalto'nun irili ufaklı vazolarında, bazı binalarının içlerinde, bazı dış cephelerinde başka halleriyle denediği, belki de hala yaşasaydı eninde sonunda yapacağı abartılı kıvrılmaları, ondan çok şeyler öğrendiğini söyleyen Frank Gehry yapmıştı. Daha sonra bir çok projesinde deneyeceği dev dalgalanmalarını kullanarak tam bir oyun sergilemişti hınzırca.

Rıhtım boyunca sanki kendine özgü uzun fırça darbeleri atılmıştı. Her darbe sudaki yansımalardan kendisini görüyordu. Sadece Nervion Nehri'nin kenarında değil akan günlük yaşamın içinden, sokak aralarından, yoğun trafiğin arasından imajları da etkileyiciydi. Bazı fragmanlarıyla tanımadığınız, bilmediğiniz bir yüzün aniden karşınıza çıkması ya da bir saksafonun kulağınızın dibinde kendine özgü sesi ile aniden çalmaya başlaması gibiydi. Yolun sonunda, uzaklardan... Volümleri saran kabuklarının altındaki mekanlarını, sergi salonlarını, birinde enstalasyonu bulunan o yıllarda yaptıklarını oldukça yakından izlediğim, Richard Serra'nın 130 metreye ulaşan metal dalgalarını, binanın kendi dalgalarının içindeki dalgalarını, ölçeğini, bu ölçekteki insanı çok merak etmiştim. Daha sonra bazı planlarını gördüğümde o barok hali ile o yıllarda bulduğum lezzetin biraz hayal kırıklığına uğradığını itiraf etsem de, bu bina yine de o zamanki kafamla farklı bulduğum bir yapıttı. İspanyanın Bask bölgesinde yer alan Bilbao kentindeki Gehry'nin o yıllarda mimarlık dünyasında çok konuşulan bu tasarımı, cephesinde yaklaşık yirmi bin metrekareyi kaplayan titanyum kabukları ile oranın dillere destan bir sanat merkezi olmuş, inşa edildiği kenti, demir madenleri ile ünlü Bilbao' yu yeniden haritaya yerleştirmişti. Bizim proje sınıfının yarısı, başlarında bazı hocalarla birlikte onu görmeye gittiler.

Nigel ile birlikte bana da daha önce planladığımız gibi, parasız olan ya da az parası olan öğrencileri alıp Brighton'ın yolunu tutmak kalmıştı. En yandığım da Gehry ile içindeki Serra bir yana, Eduardo Chilida'nın kayalar üzerindeki o sanki dünya var oldukça yaşayacak, dalgalarla boğuşacak demirden yapılmış efsanevi San Sabestian heykellerini görememek, hissedememek olacaktı. Oxford Mimarlık Okulundaki (Brookes Universitesi) birinci sınıfların yılın son dönemindeki projeleri için hazırlıklarını yaptığımız konusu ‘Su' olan dört gruplu proje atölyesine başlamadan birkaç hafta kadar önceydi. San Sabestian'ın olaganüstü koyunu gördükten sonra, Bilbao'ya gidecek grup gibi biz de "Su" yu, İngilizlerin "su kenarındaki Londra" dedikleri Brightonda arayacaktık.

Bir öğle üzeriydi. Oxford'dan çok daha başka bir ışıkla karşılaşmıştık Brighton'da. Adı gibi parlak bir yerdi, her yer günlük güneşlikti. Sonunda varmayı istediğimiz suyun yanına gelmiştik. İçimizdeki grupta Brightonlu olan kimse yoktu. Yolda gelirken herkes kent üzerine birşey okumuştu ama Brighton'u tanımak için spontane adımlara ona yaklaşmak yerine, kenti dinlemek istiyorduk. Belki de bildiklerimiz bir yana kentin söyleyecekleri önemliydi. Önce kıyıya dik, uzun yüksek demir ayaklar üzerinde gittikçe giden, her türlü atraksiyonun olduğu, silüetinden anlaşılan, uzun Kraliyet İskelesi'nin yanıbaşındaki kumsalı bulduk. Yol ile deniz arasında iskelenin dibinde, İngiltere'nin bir buçuk iki kilometre uzunluğundaki tek kumsalının ortasında köşede bir odada gibiydik. Birkaç gün kalacağımız kentte "Bed and Breakfast (yatak ve kahvaltı)"ları bulup eşyalarımızı bıraktıktan sonra yine orada, ilk geldiğimiz kumsaldaydık. Öğrenci arkadaşlarla oturduk bir toplantı yaptık. Etrafımıza bakmaya başlamıştık. Nigel öğleden sonra Oxford'a geri döndü. Öğrencilerle kalmıştım. Görülen yerlerle, sahildeki yerimiz arası, öneriler, bulgular, çizgiler, buldukları ile yerleştirmeler üst üste yığılmaya başladı. Bu küçük kumsal bizim her gün sabah ve akşam toplanacağımız, sonuçları tartışacağımız açık hava stüdyomuz, workshop mekanımız olmuştu. Stüdyomuzun ne kilidi, ne kapısı, ne bacası, ne de çatısı vardı.

Kentte kaldığımız bir kaç günde, bir mekan tünelinden bir mekan tüneline girip çıkıyorduk. Neler bulmadık ki... Yanıbaşımızda kumsalda, biraz ileride, daha da ileride, yanımızdaki uzun iskeledeki oyun makinelerinde, gece karanlığı delen neon ışıklarında, biraz daha ilerideki Brighton Müzesi'nde, Marcel Breuer'in 1936 da yaptığı İskandiav havasındaki ama çok daha ağır havalı, kıvrımlı uzun ahşap koltuğunda, Salvador Dali ile Edward James'in 1938 de tasarladığı ikili oturmasında, kıpkırmızı renkteki, Mae West'in dudaklarında , Picasso'nun bazı erken resimlerinde, Powel Tchelitchen'in 1930 tarihli İgor Markevitch' in portresinde, Avustralya yerlilerinin yanyana, alt alta üst üste duvarlara asılı 19. yüzyıla tarihlenen deri masklarında, Henry Holland'ın tasarladığı, John Nash' ın Okyanus Pavyonu olarak restore ettiği, içi ile Çinde dışı, soğan kubbeleriyle bizleri Hindistana götüren o çevrede, çok soyut, çok post modern görünen Kraliyet Pavyonunda...

Sonradan anladım ki, sonu bilinmeyen, sadece başlığını koyduğumuz bir stüdyo için Brigton'daki deneyim en az Bilbao'dakilerin deneyimi kadar önemliydi. Hedefi belirlenmiş bir yolculuğa gitmek ya da belli bir proğramın peşinden koşmak yerine, önümüze çıkanlara bakmaya başlamıştık. Topladıklarımızla, tartışmalarımızla şekillenen, daha sonra o anları hatırladıkça yapacağımız stüdyoda bize çok yararlı olduğunu düşündüğüm, içgüdüsel spontane bir kolaj, bir birikim, bir altyapı oluşturuyorduk adım adım. En önemlisi de hep birlikte bu tür bir yaklaşımı, bir görme yöntemini kafamıza yerleştirmeye başlamıştık. Etrafımızda inanılmaz bir sergi ya da binlerce sergi vardı. Her şey bir podyumda, belki de her an önümüzden geçenler, portreler, panaromalar olmuştu. Bize hazır olarak sunulan gıcır gıcır mekanlar, ünlülerin yapıtları, mobilyalar ve binalar bir yana, burnumuzun dibindeki dünyaya daha dikkatli bakmıştık. Bir sürü hiç düşünmediğimiz, düşünemiyeceğimiz detayları, ölçekleri keşfetmiş ve bunları dikkatle deşifre etmeye, yorumlamaya başlamıştık. Elimizin altındaki taşlar taşlıktan, oraya buraya atılmış sigara izmaritleri de sigaralıktan çıkmıştı. İleride sağa sola dağılan çöpler, içleri boşalmış ezilmiş büzülmüş formdan forma girmiş metal cola kutuları, kafayı bulanların, sarhoşların sağa sola fırlattığı içki şişeleri, denizin getirdiği parçalar, denizin getirdiği kabuklar, sağa sola serpişmiş kalıntılar, milimetrik tasarlanmış gibi tuz buz olmuş cam kırıkları, sağda solda yaşamın spontane oluşumları, farklı peyzajlar, bambaşka formlarıyla kayalar, şekilden şekile girmiş darmadağın gazete kağıtları da... Hepsi bizi saran, başka bir anlayışla görmemizi bekleyen mekanın parçaları, mekanın öğeleri, hatta mekanın kendisi olmuştu.

Bir gün bizim düzenli toplanma yerimiz, kumsalın hemen ötesinde, şansımıza, bir sabah merdiverdivenlerle yerin altına inip keşfettiğimiz bir yeraltı mağarasında ise daha başka bir dünya ile karşılaştık. Kaplumbağlar, deniz atları, en küçüğünden en büyüğüne, süs balıklarından, köpek balığına boy boy balıklar... O çeşit çeşit, rengarenk balıklar... İki yakayı bağlayan cam köprünün üzerinden geçen balıklar... Hatta, herkese her zaman vahşi görünen, camın arkasından bize bakan, burnumuzun dibindeki köpek balıkları bile... Her birimiz yakalamaya çalıştıklarımızla gördüklerimizin ötesinde başka şeyler bulmuştuk. Farklı farklı renkleriyle, türleri, boyları ve başka özellikleriyle suyun içindekiler, dik duvarları andıran cam vitrinlerde ortada ya da duvar kenarlarındaydı. Öğrencilerden çoğu, bende dahil, kalemler ellerimizde, eskizlere başlamıştık. * Hep hareket halindeki balıkları takip etmek gözümüzle detayları görmeye çalışarak hareketin bütününü aklımızda tutup herşeyi birkaç saniye için dondurup çizerken birkaç çizgi ile kaydetmek, özetlemek çok zor bir işti. Sonra izler birikmeye başladı. Her birimizin ayrı bir modeli vardı, başka türlü gördüğü, hissettiği, tanımladığı... Hareket, esneklik, ritim, fragman, anı yakalama, anı dondurma, hızla görüntüyü akla kaydetme, imajın kağıda aktarılması ve tekrar hareketlere bakma ve bütünü kavrama, ölçek değişimleri, tekrarlama, her bir hareketlideki farklılık, benzerlikler, bütünlük, çizdiklerimiz ve en önemlisi de kafamızda kalanlardı. Saatlerce başlarından ayrılamadığımız Sea Life yeraltı akvaryumunda bu modelleri gözlerken, bambaşka bir mekan dersi almıştık.

Ama içlerinde bir grup vardı ki, onlar bütün diğer gördüklerimizden çok daha farklıydılar. Suda yayıldıkça yayılan, esnek her harekette başka bir topoğrafya ya dönüşen gövdeleri ile dikine değil enine yatay yüzen, usta bir cambazın dengesi ve dönüşleri ile bomboş mekanda kendi mekanını yaratan, dünyayı umursamadan, sanki eriyip giden taklalar, tramolalar atan, diğerleri arasında uzaydaymışcasına özgürce hareket eden, tepsiye benzer, kalkana benzer balıklar, diğerlerinden farklı haraket eden okyanusların danscıları Rehinoptera bonasuslar... Brightondan benim gibi birçok kişinin aklında kalan en önemli izlerden biri olmuştu. Onlar, kesinlikle dağın zirvesiydi.

Sonunda iki grup da ana üsse döndü. Oxford Mimarlık Okulunun üçüncü katında yer alan biribirine açılan birkaç odanın iç içe girdiği mekanların ortasındaki merkezi stüdyosunda, bulgularıyla, fotoğrafları, slaytları, maketleri, eskizleri her şeyden önemlisi herkesin hatırladıkları bir araya geldi. İki ayrı dünyadaki iki ayrı deneyimi paylaştılar. Bilbao ve Brigton' ın izleri biribirinin içine girdi. Hesapta olan şeyler, hesapta olmayan şeyler, keşfedilenler biraradaydı. Bilbaonun dalgaları, Brightonlı dalgalarla sarmaş dolaş oldular. Her iki grup da zorlu bir proje dönemi öncesi biribirlerinden yüzlerce kilometre uzaklarda başka başka dalgalarla karşılaşmışlardı. Diğer grup Bilbao' da Gehry' nin her yönü ile beyaz, durağan içinde sergilenenlere fon yaratan müze anlayışının arkasına taşıdığı o yılların olay yaratan tasarımında, hem içerideki hem de dışarıdaki dönüşlerini izlerken, biz de Brighton'da diğerleriyle birlikte kaydetmeye çalıştığımız balıkların kıvrılmalarını ve arkalarında bulduğumuz kendi hikayelerimizle başbaşa kalmıştık.

Ve bir kez daha anladık ki, mimarlık etrafını saran hikayeleriyle doluydu. Daha doğrusu eğer hatılayabiliyorsak, eğer aklımızda kalmışsa, mimarlığın önemli bir tarafı, etrafındaki hikayeleriydi. Ne tarafa gideceğini, bize nasıl yol açacağını o an hiç bilemediğimiz belki de ileride, her an gerçeğe, kişisel yorumlamalara dönüşecek hikayelerdi. Meşhur Gehry'ninkiler ya da bizim isimsiz kahramanlar "Rehinoptera Bonasus"larınkiler gibi... İşte bu parasız ya da az paralı, ya da cepleri Bilbao' ya gidenlerden daha delik Brighton Gazileri, başlarında ben, farklı ülkelerden sevgili öğrenci arkadaşlarla birlikte başlayacağımız tasarım stüdyosu için, en önemlisi, mimarlığı öğrenme ve öğretme de altın bir kural öğrenmiştik belki de. Mimarlıkla oyun oynamaya karar verdik. Mimarlığın ciddi ve asık yüzünün arkasına gitmeye o tarafını görmeye karar verdik. Evet... Kimseyi öldürmüyorduk. Alt tarafı proje yapıyorduk, mimarlık öğreniyorduk, öğretiyorduk. Tasarlamayı öğreniyorduk. Kendi tasarılarımızı yaratmaya, mimarlıklarımızı yaratmaya, onun parametrelerini bir bir koymaya çalışıyorduk. Mimarlık bir oyun olmuştu, tam anlamı ile. Ve her yeri buram buram mimarlık kokan, her köşesi ayrı bir mimarlık okulu olan tarihi Oxford'daki yeni dönemin mimarlık stüdyosu, sadece başlığını bildiğimiz ya da sadece başlığını bilmek istediğimiz, "su" lu bir stüdyo bir iki hafta sonra bütün hızı ile başlamıştı. Her yanı, altı, üstü sürprizlerle dolu uçsuz bucaksız bir okyanusun içindeydik.



* Çizimler sözü geçen Brighton'daki hikaye sırasında, makalenin yazarı tarafından, yerinde çizilen imajlardan seçilmiştir.

Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin
Buraya yazacağınız görüşleriniz, Arkitera Forum bölümüne yansımayacak, sadece yazara ulaşacaktır. * İşaretli alanlar mutlaka doldurmanız gereken alanları belirtmektedir.
Sizin:
Adınız, Soyadınız *
E-Posta Adresiniz *
MesleÄŸiniz *
Telefon Numaranız Adres seçimi:
Adresiniz
Mesajınız:

ÝPUCU: sayý altý, büyük harf "Y", büyük harf "P", sayý yedi, büyük harf "K", sayý beþ

Lütfen sol imajdaki resimde görülen dizgiyi yandaki kutucuğa giriniz.
Köşe Yazısı Arşivi
Dönem içindeki köşe yazarlarının listesi aşağıdadır. Yazısını okumak istediğiniz yazarı listeden seçiniz. Bütün yazarların listesini görmek için buraya tıklayınız