İlk romanımı, Kent'i ise, ondan yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra yazdım. Mimar olmuştum. Yıl 1974'dü.
İlk şiirim nerelerde bilemiyorum, yıllar var ki yitirdim onu. Ne başlığı aklımda, ne de dizelerini anımsıyorum. Kent adlı ilk romanım ise elimde. Daktiloyla yazılmış 224 sayfadan oluşan bir yapıt. Ne var ki yayınlanmadı.
Kent'i yazmaya başladığımda, Paris'ten yeni dönmüştüm. Gönlüm, aklım, hâlâ daha oradaydı, onunlaydı, o metropoldeydi. Armand Lanoux'un, "duygusal coğrafya" olarak da nitelenen Physiologie de Paris (Paris'in Fizyolojisi) adlı kitabının tadı damağımdaydı. Lanoux o kitabında Paris'i, Paris'in bütün mahallelerini, bu kentte yaşamış ve yaşamakta olan Apollinaire, Juliette Gréco, Nerval, Villon, Restif de la Bretonne gibi efsane kişilerin de katılımıyla uzun uzun geziyor, tatlı tatlı anlatıyordu. Pierre Sansot da Poétıque de la Ville'de (Kentin Şiirselliği) kenti, orada yaşayan fahişeleri, şarapcıları da dikkate alarak yazıyordu. Aragon ise Paris Köylüsü'nde sürrealist bir çerçeve içinde Paris'teki pasajlardan birini konu ediniyordu.
Ayrıca, o yıllarda Batı'da kent, "göstergebilim" ("sémiologie"), "anlambilim" ("semantique") gibi yeni sayılabilecek bilim dallarının inceleme konuları arasındaydı. Fransa'da bir araştırma merkezi, çağdaş kentlerin merkezlerinin sorunlarını romanlar bağlamında araştırıyor, tartışıyordu. Roland Barthes, kentin bir dil olduğunu, konuştuğunu, onu dinlemek, onu okumak gerektiğini söylüyor, Françoise Choay, anlamını yitiren kentin, kentsel mekanların günümüzde artık ancak onlar üzerine üretilen söylemler aracılığıyla kavranabildiğini ileri sürüyordu.
O zamanlar, ben de kendimi bu akıma kaptırmış, Lewis Mumford'ın The City in History adlı kitabının Fransızca çevirisini, La cité a travers l'histoire'ı kitapçıda görür görmez hemen satın almış ve büyük bir coşku ile okumuştum.
Yukarıda sözünü ettiğim Kent adlı romanımı bu koşullar altında yazdım.
Burada şu saptamayı yapmak istiyorum: Kent, bir roman olarak, elbette ki bir edebiyat yapıtıdır ve beni bu yönüyle ilgilendirmektedir.
Ama ben aynı zamanda bir mimarım ve kentlerle, bu kimliğimle de çok yakından ilgileniyorum. Dolayısıyla bence Kent, bir yönüyle de bir mimarlık kitabıdır.
Aşağıdaki satırlar, bu romandan alınmıştır.
Ben doğayı sevmem müdür bey. Kimbilir belki de şimdiye kadar kent dışına hiç çıkmadığım için. Kentin içinde daha rahat, daha güvenli hissederim kendimi. Arada sırada bir parka gitmek, arabayla şöyle bir açılmak iyi olabilir ama, ormanda bir hafta bana biraz fazla geldi. Burada kalabalığa alışmışım. Penceremden bakınca, cıvıl cıvıl bir bulvar görmeye; dışarı çıkınca o cıvıl cıvıl kalabalıkla omuz omuza gelmeye, ne bileyim, genel kurul toplantılarına, beyaz gömlekli, boyunbağlı insanlarla birlikte girip, beş saat, altı saat, hiç ara vermeden çalışmaya alışmışım. Bunun için olacak, ormanda sıkıldım.
"İnan ki doğru söylüyorum ağabey" diye devam etti Enver Bey. "Bu kentte olmayacak iş yok. Her insanın başına, her an hiç ummadığı şeyler gelebilir. Korunmaya ancak bir dereceye kadar olanak vardır. Ondan sonra, kişinin bütün savunma araçları işe yaramaz hale gelir; çünkü eninde sonunda sen bir kişisin, karşında ise uçsuz bucaksız bir kent var. Öyle anlar gelebilir ki, kendinden başka bütün kenti düşmanın olarak bulursun. O zaman, yapılacak tek iş, çok güçlü olmak, kimseyi suçlamadan, kimseye kızmadan, kentin başına getirdiği her şeye boyun eğmek(tir)
Yazarların birçoğu kentleri sever, kentleri yazar. Yazarlar kimi kentleri daha çok severler, onları daha çok yazarlar. Söz gelişi Paris, İstanbul, Venedik bu gibiler arasındadır. Kitaplığımdan çekip aldığım Venice - A Portable Reader adını taşıyan kitap, Theophile Gautier'den Henry James'e, George Sand'tan Charles Dickens'a, Mark Twain'dan Lord Byron'a, Marcel Proust'dan Thomas Mann'a, Ruskin'den Goethe'ye birçok yazarın Venedik kentine ilişkin yazılarını içeriyor.
O günden bugüne, az önce sözünü ettiğim Kent romanından başka kent romanı yazmadım. Ama kentler üzerine çok yazı yazdım. Bunların arasında Paris yazılarından İstanbul yazılarına, İstanbul yazılarından Venedik yazılarına pek çok kent yazısı var.
Bunların bir bölümünü Yazılı Yerler başlığı altında topladım ve yayınladım. Ama pek âlâ Yazılı Kentler diye de adlandırabilirdim bu kitabımı.
Kentlerle ilgili birkaç yazımdan alıntıları aşağıda bulacaksınız.
Venedik
Venedik'e birçok kez gittim, ama hiçbir zaman, bir iki günden fazla kalmadım bu kentte. Sabah varıp akşam ayrıldığım bile oldu. Hele bir seferinde Prag trenine aktarma yapmak için geldiğimde, o adı güzel Santa Lucia Garı'nda, içerde bekledim, çünkü hava çok sıcaktı, dışarı çıkmadım.
O gün değil ama başka gelişlerimde, daha uzun kalışlarımda, kenti elbette ki gezdim. Sokaklarında yürüdüm, meydanlarında dolaştım, köprülerinden geçtim, minik vapurlarına bindim, çok pahalı olduğu için gondollarına binemedim ama binenleri seyrettim, ünlü bienalinde sergilenen sanat yapıtlarını ve elbette ki San Marco Meydanı'nı gördüm, oradaki kulenin tepesine bile çıktım, kartpostallar satın aldım.
Paris
Buttes Chaumont Parkı'na gittim. Paris'te çok park vardır, ama bu başkadır. Bu, sürrealistlerin, Breton'un ve Aragon'un sevdiği bir Paris parkıdır. 1995 yazında, Temmuz ayında Buttes Chaumont'a yağmur yağıyordu. Yemyeşil çimenlere karşı, domuz jambonu yedim bira içtim.
Montmartre'a gittim. Yine yağmur yağıyordu. Tertre Meydanı'nda yine ressamlar vardı. Sokak adlarını okuya okuya dolaştım hep. Hemen hiç biri yabancım değildi. [...]
Pigalle'e gittim, Muolin - Rouge ordaydı, bu kadar yıldır kalkıp başka bir yere gitmemişti. Ağır ağır ve kıpkırmızı dönüyordu.
İstanbul
Bilindiği gibi bu kent en çok yazılmış kentlerden biri. Aşağıdaki yazı, İstanbul'u yazmakta ve yazılmışı tekrar yazmamakta direnen bir kent yazarının bu İstanbul yazıları bolluğu içinde kendine bir yer açabilmek için seçtiği geniş ufuklu bir İstanbul yazısı.
Bu yazımda, İstanbul'un 2010 yılında, 3070 yılında ya da ne bileyim ben 7240 yılında değil, günümüzden 2000000 yıl sonra nasıl olacağını merak ettiğimi belirtiyorum ve diyorum ki:
Merak etmesine ediyorum da, düşlerim o yüz yıllara, o bin yıllara uzandığında, 15 katlı yollar, 799 katlı binalar, Boğazı geçen 88 köprü ya da benzeri şeylerden söz etmek bana anlamsız geliyor ve aklım hepten karışıyor. O günlere ulaşıldığında, İstanbul'un başına çok farklı şeyler gelmiş olacağını hissediyorum ve şunları söylemekten kendimi alamıyorum. Kurulduğundan bu yana hep bir dünya kenti olan İstanbul 2000000 yılı geldiğinde, belki dünyanın başkenti olmuş, belki de haritadan silinip gitmiş olacak.
Gönlüm elbette ki birinci seçenekten yana. Ama devranın ne göstereceği hiç belli olmaz.
İzmir
Bu güne kadar, İzmir'i birçok kez yazdım. Yazmasam olmazdı, çünkü o benim kentim. İçinde doğduğum, büyüdüğüm, yaşadığım kent.
Eski dergileri karıştırdım. İzmir'i yazdığım dergileri aradım ve buldum. Bu kenti, bir zamanlar İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin çıkardığı çok kapsamlı İzmir Kent Kültürü Dergisi' nden tutun da minicik bir broşür olan İzmir Sanat Gündemi'ne kadar çeşitli yayınlarda gündeme getirdiğimi gördüm.
Az önce sözünü ettiğim derginin 2., 3. ve 6. sayılarında yayınlanan, İzmir ile ilgili yazılarımın başlıkları sırasıyla şöyle:
Bayraklı'dan Frenk Mahallesi'ne Kopuk Kopuk, İzmir'in Kimliği Üzerine, Aykırı İzmir Anıları.
İzmir Sanat Gündemi'nde ise birkaç sayı peşpeşe İzmir'in hayvanlarından, ağaçlarından söz eden kısa yazılar yazdım. Bunlardan birini, İzmir'in Develeri başlıklı yazımın bir bölümünü aşağıda aktarıyorum.
İzmir'i, XIX. yüzyılın ikinci yarısında ziyaret etmiş olan Kont Joseph d'Estournel, Paris'te yayınlanan, Bir Doğu Yolculuğu'nun Güncesi adlı kitabında [Kervanlar Köprüsü]'yle ve develerle ilgili olarak şu notu düşmüştür:
Kervanlar hemen hemen hiç ara vermeksizin adlarını taşıtan köprünün üzerinde birbirlerini izlerler. Orada, çeyrek saatten daha az bir süre içinde, gelen ya da giden yüzden fazla deve saydım.
Kervanlar Köprüsü ve yakın çevresi yalnızca o günlerin İzmir'inin can damarı olan ticaretin merkezi değildi, aynı zamanda bir eğlence odağıydı. İnsanlar oraya, hele tatil günlerinde develeri, devecileri, kervanları seyrederekten, hoş vakit geçirmeye giderlerdi.
Ama bu madalyonun bir yüzüydü. Madalyonun öteki yüzünde, İzmir'e, İzmir halkına zarar veren, zorluklar yaşatan develer vardı. İşte bu konuda, İzmirli bir levantenin, Journal de Smyrne'in, yani İzmir Gazetesi'nin yazı işlerine gönderdiği, 30 Ocak 1834 tarihli bir mektuptan bir alıntı:
(Frenk Sokağı'nda) develer geçerken, sanki ayakları altında sergilenmiş olan eşyaları, başka türlü davranamadıklarından devirmektedirler. Dükkan sahipleriyle deveciler arasındaki, sık sık kavgaya dönüşme durumuna gelen tartışmalar bu durumdan kaynaklanmaktadır.
İzmir'in Develeri sanki yalnızca o zaman varmış gibi, yukarıda hep geçen yüzyıldan söz ettim. Oysa ben, 1950'lerde yani XX. yüzyılın ortalarında da, doğduğum Bayraklı'da Bornova Caddesi'nden, develerin, kambur sırtları, kocaman tabanları ve minik kulaklarıyla, belirsiz yükler taşıyarak ve çanlarını çalarak geçtiklerini çok iyi anımsıyorum.
Bu yazıma Kent adlı romanımla başlamıştım. Onunla bitirmek istiyorum. Aşağıdaki paragraf o romanın son paragrafıdır.
Kemal uçağa binmeden önce, çantasını yere bırakarak, bulutların arasından yaygın, puslu bir ışık saçan güneşten korunmak için, elini gözlerine siper etti, terminale baktı. Onu tanıyan, onu uğurlamaya gelen kimse yoktu orada. Bir gezgindi, yapayalnız bir kent gezginiydi o. Bir süre önce geldiği bu büyük kenti, dünyanın bu en büyük, en kalabalık kentini bırakıp gidiyordu işte. Neden? Gelişinin de, gidişinin de belirli hiçbir nedeni yoktu. Bundan önce gittiği kentte sıkıldığı için buraya gelmişti ve burada sıkıldığı için başka bir kente gidiyordu.