Köşe Yazısı

"Mimarlığın Özü ve Sözü"

Yazan: Gürhan Tümer Tarih: 24 Haziran 2010
Mimarlığın Özü ve Sözü" hem özü, hem de sözü mimarlık olan ilk kitabım. Onu, 1980 yılında bastırmış ve eşim Sumru'ya armağan etmiştim.

İzleyebildiğim kadarıyla, bu kitap epeyce ilgi gördü. Bunu, "best seller" oldu anlamında söylemiyorum elbette ki. Birçok öğrencimin, "Mimarlığın Özü ve Sözü"nün, okuduğu ve etkilendiği ilk mimarlık kitabı olduğunu söylemesinden böyle bir sonuca vardım.

Kitabın, "Önsöz yerine" başlıklı bölümünde şunları söylemişim:

"Bu bir denemeler kitabıdır.

İlginç bir yazın dalıdır deneme. Onda, bilimin kesin yöntemleri ve kuralları yoktur. Ama büsbütün gevezelik de değildir o. ‘Deneme, konusunu derinliğine kavramak ya da tüketmek savında bulunmayan, ama [...] söylediklerini önemsemiyormuş gibi davranarak yeni katkılarda bulunan bir yazın türüdür denebilir" bir felsefecimize göre.

Birçok yazar, birçok deneme yazmıştır bugüne dek. Konuları daha çok, edebiyat, sanat, felsefedir. [...] Bu kitaptaki denemelerin konusu ise mimarlıktır.

Bu kitapta, mimarlık üzerine düşünmeye, düşündüklerimi yazmaya, daha doğrusu, yazarken düşünmeye çalıştım. Mimarlığa, bu denemelerle katkıda bulunmayı denedim. [...]

Bir denemeler kitabıdır bu kitap.

Evet, ‘Konumuz edebiyat' diyordu bir yazarımız. Öyle, edebiyat da var. Ama bizim asıl konumuz: "MİMARLIK".

"Mimarlığın Özü ve Sözü", toplam 10 yazıdan oluşuyor. Bunların başlıkları sırasıyla şöyle:

"Mimarlığın Tatlı ve Gerçek Boyutları", "Mimarlığın İçinde", "Toplum ve Mimarlık", "Mimarlığın Mimarlık Dışı ve Tuhaf Öğeleri", "Yine Mimarlığın Mimarlık Dışı Öğeleri Üzerine: Geçmişteki İnsan Yaşantısı Öğesi", "Tarihsel Çevreyi Korumak ya da Korumamak", "İşkenceevi Mimarlığı ya da Karşı Mimarlık", "Turistlerin Süleymaniyesi", "Mimarlık Eğitimi Üzerine Aykırı Fikirler, Paradokslar".

O yazıları bugün tekrar okuduğumda, şunlar geçti aklımdan: O zamanlar 40 yaşında bile değildim ve topu topu 10 yıllık bir mimar ve akademisyendim. Ama yaklaşık 30 yıl önce yazdığım bu satırlarda, gelecekte mimarlığa nasıl yaklaşacağıma ilişkin bir çok ip ucu gördüm. Onların altına bugün de imzamı atarım; çünkü mimarlığa hep böyle yaklaştım, bugün de değişmiş değilim.

Kitaptaki ilk yazım, "Mimarlığın Tatlı ve Gerçek Boyutları" aslında benim mimarlıkla ilişkimin öyküsünü anlatır. Bu öyküyü burada da anlatmaya çalışacağım.

"27 Mayıs İhtilâli olduğunda, ortaokulun son sınıfındaydım. Bitirme sınavlarına hazırlanırken, eğer belleğim beni yanıltmıyorsa, coğrafya kitabını ezberlerken, Alpaslan Türkeş, radyoda, o kalın sesiyle, ‘Nato'ya, Cento'ya bağlıyız' diyerekten Milli Birlik Komitesi'nin kararlarını duyuruyor, politikasını anlatıyordu.

O zamanlar İzmir'de, Saint Joseph Fransız Koleji'nin lisesi yoktu. Onun için, İstanbul'a gönderdiler beni. Böylece, bu kente, 1960 yılında, demek ki neredeyse yarım yüzyıl önce, Moda'daki, daha doğrusu Bahariye'deki papaz okulunun ağır demir kapısından girdim."

Lisede okurken, o kışla gibi, manastır gibi taş binanın loş ve hüzünlü koridorlarında üşüyerek ve düşler kurarak dolaşırken, gönlümü edebiyata ve felsefeye kaptırmıştım. Balzac'ın romanlarını, Camus'nün "Sisyphos Efsanesi"ni okuyordum. Onları seviyordum.

Ayrıca, sevgili okulumun, Saint Joseph'in İstanbul'da, Bahariye'deki manastır benzeri binasını da seviyordum. Hâlâ daha severim manastırları ve onun içindir ki Le Corbusier'nin La Tourette Manastırı beni çok, belki de Ronchamps Şapeli'nden daha çok heyecanlandırır.

"Lisenin ikinci sınıfındayken, AFS bursuyla, ABD'ye gittim ve orada, bir yıl süreyle, Libertyville High School'a devam ettim. Libertyville, Chicago'ya 90 km uzakta, küçük bir kasabaydı.

Yurda döndükten sonra, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi'ne girdim ve böylece Taşkışla günlerim başladı."

68 kuşağının azılılarından değildim ama, o süreci yaşamıştım. İnsanın özgür olması gerektiğine inanıyordum, toplumların, bireylerin sorunlarının çözümüne katkıda bulunabileceğine inanmadığım için mimarlığı sevmiyordum. O kadar ki eğitimimi yarıda bırakmayı bile düşündüm. Bunu yapmadım, yapamadım ama, yaklaşık iki yıl ara verdim ve o süreyi yorulmak bilmez bir okuyucu, yorulmak bilmez bir "flâneur" olarak yaşadım İstanbul'da.

"Evet, o iki yılda, pek çok kitap okudum. O iki yılda, yalnızca Marksizm'i, Lenin'i, Mao'yu anlatan kitapları, ideolojik yönü ağır basan Yön Dergisi'ni, Ant Dergisi'ni değil, Yaşar Nabi'nin yönettiği Varlık Dergisi'ni, Memet Fuat'ın çıkardığı Yeni Dergi'yi ve Panait İstirati'nin, Dostoyevski'nin, Gogol'ün, Balzac'ın, Steinbeck'in, Kafka'nın romanlarını, Sait Faik'in öykülerini, Edip Cansever'in, Cemal Süreya'nın, İkinci Yeni Akımı çerçevesinde kaleme aldıkları dizeleri, Paris'in lânetli şairi, ünlü "flâneur" Baudelaire'in, "Les fleurs du mal" adlı kitabındaki güzelim şiirleri ve 27 Mayıs'tan sonra, biz Türkler tarafından yeniden keşfedilen Nazım Hikmet'i okudum.

Yazmaya da o zamanlar başladım. Sınıf arkadaşlarımın proje çizdikleri geceler, ben şiirler yazıyordum, öyküler yazıyordum.

Sonra, nasıl oldu ben de bilmiyorum, gayret gösterdim, dişimi sıktım ve okulu bitirdim, mimar oldum. Çıkış belgemi aldığım günün akşamı, Kadıköy'de bir meyhaneye gittim. Orada, rakımı içerken, artık bir mimar olduğumu açıkça bildiren kâğıdı, gömleğimin cebinden, kimbilir kaç kez çıkarıp, kimbilir kaç kez tekrar tekrar okudum. Tuhaf duygular içindeydim.

İzmir'e döndüm.

"Okulu bitirme hediyesi olarak ne istersin?" diye sordu annem; "Bir daktilo isterim" diye yanıtladım onun bu sorusunu. 1970 yılında, eğer yanlış anımsamıyorsam, 1000 liraya alındı o daktilo. Markası "Olympia" idi.

İzmir'de 1971'de üniversiteye asistan olarak girdim. Ama mimarlıkla hâlâ daha barışık değildim.

"Sonra, yavaş yavaş ve birdenbire [...] parlak bir ışıkla karşılaştım. Mimarlık ötesinin [...] bir başka mimarlığın ışığıydı bu. [...]

Evet mimarlık ötesi, dolu, dopdolu çok zengin bir alandır. Onun içinde insan oğlunun tüm gizemleri saklıdır. Bu boyutu, daha doğrusu boyutlarıyla, mimarlık, benim öğrencilik yıllarımın mimarlığı gibi kuru olmak şöyle dursun, tam tersine, anlaşılması neredeyse olanaksız denebilecek kadar karmaşık ve gizemlidir. [...] Ve yine bu boyutlar göz önüne alındığında, bir konut tasarlamak, bir oturma köşesi düzenlemek, bir mutfak bankosu çizmek, bir balkon yapmak, perspektifleri boyamak, planlar, kesitler döktürmek demek değildir. Bütün bunlara ek olarak, çok daha başka şeyler demektir. Bir kapı yalnızca bir kapı değildir. Bir eşik yalnızca bir eşik değildir. Ve bir duvar yalnızca bir duvar değildir. [...]

Ya tek bir mimari yapıttan çıkıp, kentte yürümeye başlarsak? Ya o zaman? İşte o zaman tam bir cümbüştür başlar .[...] O kendisini oluşturan yapıları, meydanları, caddeleri, sokakları, ağaçları, insanların toplamından çok farklı, çok öte bir şeydir. [...] Kentler, hele İstanbul, Paris, Roma, Mekke, Kudüs gibi kentler, tepeden tırnağa anlam yüklü, karmaşık mı karmaşık bir sistem oluştururlar. [...]

Mimarlık, her şeyden önce, cumartesi günleri başını alıp, kendini duygularının akışına bırakarak aylak aylak kenti arşınlamak; Galata Köprüsü'nün korkuluklarına yaslanıp, Süleymaniye'yi, Sarayburnu'nu, Haliç'i [...] seyretmektir. Divriği Ulucami'inin kapısının önünde kendinden geçmek, San Marco'nun heykelleri, duvarları, kolonları kadar, meydanda uçuşan güvercinlerin tadını duymaktır. Bütün bu duygularla beslendikten, onları iyice içine sindirdikten sonra oturup yapı yapmak, mekan yaratmaktır."

Kitapta yer alan bir başka yazı, "Mimarlığın İçinde" başlığını taşıyor.

"Sabah uyandığımda, yatak odamda buluyorum kendimi. Yattığım yerden, yarı uykulu gözlerle bakıyorum çevreme. Karşımda bir duvar, sağ yanımda bir duvar, arkamda bir duvar var. [...] Sol yanım ise boydanboya pencere. [...] Duvarda ayna, çekmeceli bir masa ya da dolap, yerde halılar. Üç tane küçük halı. Duvaralarıyla, tavanıyla, döşemesiyle, penceresiyle, halısı ve öteki eşyalarıyla bir oda. Ben onun içindeyim. Bütün öğeleriyle beni kucaklıyor.

Birdenbire, bu odanın mimari bir yapıt olduğunu düşünüyorum. Mimari bir mekanın içindeyim ben. Bütün bu algıladıklarım, o mimari yapıtın, o mimari mekanın öğeleri. [...] Evimin öteki odaları da, salonu da, mutfağı da hep aynı. Evimin neresinde olursam olayım, evinizin neresinde oturursanız oturun, neresinde yürürseniz yürüyün. [...] Hep mimarlığın içinde, hep mimarlığın koynundayızdır. [...]

Dışarı çıkınca da değişen bir şey yok. [...] Evinizin ya da apartmanınızın dışına çıkar çıkmaz, sokağın, sokağınızın içinde değil misiniz? Arkanızda mimari bir yapıt olan eviniz, karşısında komşunuzun yine bir mimari yapıt olan evi. Daha ötede başka bir ev, daha ötede yine mimari bir yapıt.[...]

Molière'in Jourdain'i gibi olmayalım. Mimarlığın içinde, ta içinde yaşayıp da, bunun bilincinde olmayan insanlardan olmayalım. Ne zaman nerede yaşarsak yaşayalım, ne yaparsak yapalım [...] mimarlığın içinde olduğumuzu bilelim.

Peki, mimarlığın, mimarlık dışı öğelerinden söz edilebilir mi? Bu sorunun yanıtını düşünürken, "Aşağı yukarı bir yıl kadar önce dinlediğim bir konuşma geliyor aklıma. Danimarkalı bir mimardı konuşmacı ve bir pencere resmi göstermişti biz dinleyenlere. Belleğimde kaldığı kadarıyla, eski bir perde sarkıyordu pencerede. Pencerenin üst tarafına, içinde bir kuş bulunan bir kafes asılmıştı. Pencerenin altında ise, yine belleğimde kaldığı kadarıyla bir kedi oturmuştu ve kafesin içindeki kuşa büyük bir açlıkla bakıyordu. Bu resmi gösterirken, Danimarkalı mimarda aşağı yukarı şöyle konuşuyordu: ‘İşte mimarlık budur: Gerilim yaratmak.' "

"Mimarlığın Özü ve Sözü" ndeki yazılardan ikisi, ötekilerden hayli farklı.

Bunlardan biri "İşkence evi Mimarlığı ya da Karşı Mimarlık" başlığını taşıyor. Bu yazıda kendini düşlere bırakan bir mimar, karşısında farklı bir müşteri bulur. Bu müşteri farklıdır, çünkü mimardan olağanüstü bir şey , bir işkence evi istemektedir. Yazıda mimarın sorduğu ilk soru şudur: "Benim yerimde olsanız, böyle bir istek karşısında nasıl davranırdınız?"

Buradaki ilk ve apaçık olan sorun, etik bir sorundur. Bu sorunun sanıldığından daha kolay aşılacağı kanısındayım. Bence böyle bir istekle karşı karşıya olan mimarların büyük çoğunluğu işi kabul etmeyeceklerdir ya da en azından kabul etmeyeceklerini söyleyeceklerdir.

Yazar, bu rahatlatıcı sonuçla yetinmemekte, konuyu mimarlık mesleği açısından paradoksal bir aşamaya taşımaktadır. Şöyle ki:

Bir işkence evi yapmayı kabul eden mimar, eğer iyi bir mimarsa, başarılı bir yapı ortaya koymak için çalışacaktır.

"[Evet ama] ne demektir bir işkence evinin başarılı olması? Bir işkence evinin başarılı olması demek, onun kendisine işkence edilen zavallıya, bedensel ve ruhsal olarak, daha çok acı çektirilmesine olanak sağlayan bir yapı, bir mekan olması demektir. Öyle bir mekan ki, zavallı insan, oraya itile kakıla götürüldüğünde, daha işkence başlamadan titremeli, korkmalı, acı çekmeye başlamalıdır. İnsanın bir tapınağa girdiğinde, daha tapınmaya başlamadan, çevresini şöyle bir algıladığında, Tanrı'nın büyüklüğünü, görkemini duyması, onu benliğinin ta derinliğinde hissetmesi gibi.[...]"

"[Başarılı bir işkenceevi] öyle bir mekan olmalı ki, yazın çok sıcak, kışın çok soğuk olmalı, güven verici olmamalı, tavan her an başınıza yıkılacakmış gibi olmalı, çok elverişsiz bir ışıklandırması olmalı, malzeme en kötüsünden seçilmeli, ölçüler, oranlar, işkenceye uğrayan insancıkları tedirgin edecek gibi ölçüsüz, oransız olmalı, bazı ölçüler gerekmediği kadar büyük, bazıları ise gerekmediği kadar küçük olmalı [...] Bütün eğitimi boyunca [...] bütün meslek yaşamı boyunca, mimarlık üzerine ne öğrendiyse tam tersini yapmalı mimar. [...]"
"Kim, hangi mimar göze alabilir böylesine yoğun, dikkatli bir çalışmayı? Bütün bildiklerini, öğrendiklerini yadsımayı? Mimarlık değil, karşı mimarlık yapmayı? Mimarın [başarılı bir] işkence evi yapması demek, mimarlığından olması tehlikesiyle karşı karşıya gelmesi demektir.

Hayır, ben göze alamam bunu. İçinde düşmanıma, can düşmanıma işkence edileceğini bilsem, insanlık, insancıllık bir yana, mesleğimden olmamak (için), kabul etmem büroma gelen o müşterinin getirdiği işi.

Şöyle derim ona: ‘Özür dilerim beyefendi. Ben işkence evi yapamam."

Kitaptaki son yazım da aykırı olma savında: "Mimarlık Eğitimi Üzerine Aykırı Fikirler, Paradokslar". Bu çalışmam, yıllar önce, 1978'de, Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Mimarlık Bölümü olduğumuz dönemde düzenlediğimiz, "Mimarlık Eğitimi ve Uygulama Sorunları" konulu seminere vermiş olduğum bir bildiri aslında.

Aşağıdaki satırlar bu bildiriden alınmıştır:

"Bundan kısa bir süre önce, bir hocamız yürütmekte olduğu bir derse, benim de bir katkıda bulunmamı istemişti. Bu katkı, iki ya da üç dersi geçmeyecekti. Ben o kısa süre içinde, mimarlığın akıl dışı boyutlarından [...] söz etmeye çalıştım. Sınavda da tek soru hakkımı kullanarak, mimarlıkta akıl dışı bir süreçten söz edilip edilemeyeceğini tartışmalarını istedim. Sonuç ilginçti. Derse gelenlerin büyük bir bölümü ve benim girdiğim birkaç derse hiç gelmemiş, dolayısıyla da benim yaklaşım biçimimden haberleri olmayan öğrencilerin hemen hemen tamamı, bu soruyu bir tuzak olarak görmüşler ve çağımızın bir akıl çağı olduğundan, ne mimarlıkta ne de başka bir şeyde akıldışılıktan söz edilemeyeceğinden, bütün işlerin, akıl, mantık ve planla yürütülmesi gerektiğinden tutturarak bu savı var güçleriyle kanıtlamaya çalışmışlardı. Oysa bu öğrencilerin [...] yaşamlarının pek çok bölümünde akılcı davranmadıklarını izliyor ve biliyorduk. O halde, bu kişiler, eğer deyim yerindeyse, ‘akılcılığa mahkum edilmişlerdi'. Mimarlık eğitimi de içinde olmak üzere, şimdiye kadar aldıkları eğitim mahkum etmişti onları. Bu öğrencilere akılcılık öğretilmemiş, ancak ve ancak, akılcı olunması gerektiği ya da akılcı görünülmesi gerektiği öğretilmişti."

Buradaki aykırılık, onca övülen aklın ve akılcılığın kusurlarının gündeme gelmesi ile ilgilidir.

Yukarıdakiler, "Mimarlığın Özü ve Sözü" ndeki aykırı yazılar. Bu türden daha başka yazılarım da var. Bunlardan biri, "Korumacılık Üzerine Aykırı Notlar" başlıklı bir yazı. Onu 1991 yılında kaleme almıştım. O zamanlar "Arredamento Mimarlık" yoktu, "Arredamento Dekorasyon" vardı, söz konusu yazım orada yayınlandı.

"Bu kadar çok, bu kadar hızlı değişen bu dünyada ve bu ülkede, bir şeyleri korumaya çalışmak, rüzgara karşı yürümek, akıntıya karşı kürek çekmek değil midir? Zamanı durdurmaya çalışmak değil midir? Başarısızlığa adaylık, zaman zaman komedyaya dönüşen bir tragedya değil midir? Boşuna mı konuşmuştur, bundan 2.500 yıl önce, filozof Herakleitos Efes'te, ‘Aynı ırmağın sularında iki kez yıkanılamaz' diye? Birinci Ayasofya, İkinci Ayasofya yıkılmadı mı? Üçüncüsü bütün çabalara, kubbesindeki çemberlere, Fossati'nin payandalarına, turizmcilerin üzerine titremelerine karşın, daha ne kadar kalabilecek ayakta? 150000, 300000 yıl dayanabilecek mi örneğin? Zamanın sonsuzluğunu ve yok ediciliğini düşenemiyoruz da yoksa, kısacık dönemlerle yetinip korumacılık mı oynuyoruz? [...]

Başka şeyleri korumak kolay. Müzelerde, incecik çekmecelerde duran papirüs parçaları gördüm. Resimlerin, fotoğrafların yüzlercesini bir kutuya istifleyebilirsiniz. Mikro film çektirebilir [...] CD'ye alabilirsiniz kalınca bir kitabı [...]

Mimari yapılara gelince, onların en küçüğü [ötekilerden] kat kat daha büyüktür. Bir de külliyeler var. Hele dizi dizi sokaklar, küme küme mahalleler, hele hele koskoca kentler. O kadar çok yer kaplıyorlar ki. Nasıl korumalı onları oldukları gibi? Yerimiz yok!

Evet, başka şeylerin korunmasının, bencil, tekelci, emperyalist bir yanı yok. Korunan bir kitap, bir yemeni, bir heykel, bir halı, bir fotoğraf, kendi türünden başka bir yapıtın var edilmesini engellemiyor.

Mimari yapıların korunmasında ise bu var. Bakınız nasıl var: Mimari bir yapıt, belli bir yerde yapılıyor. Öyle yerler var ki, bir tane, benzeri yok. Örnekse, Sarayburnu. İstanbul koskocaman ama, Sarayburnu gibi, hem Boğaziçi'ne, hem Marmara'ya, hem Haliç'e alabildiğine açılan, manzarası onunkine benzeyen bir başka burun nerede bulacaksınız? Sıradan değil, ayrıcalıklı bir yer orası. Şimdi, Topkapı Sarayı o yere konmuş. İyi de konmuş, ilginç bir silüeti var. 500 yıldır orada. Kımıldamaya da niyeti yok. Peki ama, neden bu bencillik, bu tekelcilik, bu işgalcilik? Sonsuz olan zamanın içinde, 500 yıl nedir ki? O kadarcıkla zilyed hakkı kazanılabilir mi?

Galata Köprüsü'nden geçerken, oraya bakarken düşünürüm hep: İyi ki kotunmuş saray, sihirli kuleleriyle, yeşillikleriyle. Ne güzel. Ama eğer fırsat verilseydi, bugün yaşayan mimarlar [...] acaba oraya, sarayın, bazilikanın pabucunu dama attıracak, mimarlık tarihine geçecek ve geleceğin [...] listesine 1 numarayla girecek bir yapı yapmazlar mıydı?"

Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin
Buraya yazacağınız görüşleriniz, Arkitera Forum bölümüne yansımayacak, sadece yazara ulaşacaktır. * İşaretli alanlar mutlaka doldurmanız gereken alanları belirtmektedir.
Sizin:
Adınız, Soyadınız *
E-Posta Adresiniz *
MesleÄŸiniz *
Telefon Numaranız Adres seçimi:
Adresiniz
Mesajınız:

ÝPUCU: büyük harf "T", küçük harf "h", küçük harf "x", sayý beþ, küçük harf "a", büyük harf "K"

Lütfen sol imajdaki resimde görülen dizgiyi yandaki kutucuğa giriniz.
Köşe Yazısı Arşivi
Dönem içindeki köşe yazarlarının listesi aşağıdadır. Yazısını okumak istediğiniz yazarı listeden seçiniz. Bütün yazarların listesini görmek için buraya tıklayınız