O an yaşadığımız ve geçmişte bulunduğumuz fiziksel dünyaların ve çevrelerin birbirine olan benzemezliği ve onun getirdiği melankoli de üstüne üstlüktü. Hele birde o günler talebeliğini yaptığımız mimariyi de katarsanız, gözlemlerimiz çok yüklüydüler. Öğrenci kafamıza haddinden fazla kültür analizi girerdi. İçten içten mimariyle beraber bu tür müzakerelere katılır, projelerimizde enteresan hikayeler oluşurdu. Mekan anlayışımız değişikti. Hemen hemen iklimi ve bitki örtüsü ayni olan iki yer, mimari konusuna gelince apayrı idi.
Haliyle, kendimizi üniversal bir lisan arayışı içinde bulurduk. Bulduğumuz yer modernizmdi. Orada gördüğümüz beyaz duvarlar, yalın yüzeyler, basit geometriler, boyutlar, hacimler, ışıklar, kokular, sesler, vesaire... Kendimizi evimizde hissettigimiz tarafsız yörelerdi. Zaten Los Angeles mimarisinde bu tür bir akım vardı. Richard Neutra, Rudolph Schindler gibi mimarlığın göçmenleri ve onların öğrencileri Gregory Ain, Raphael Soriano gibi usta mimarlar bu çevreyi, üçüncü ve bağımsız bir dünyayı inşa etmeye başlamışlardı. O dünya benim ve benim gibi başka ülkelerden gelip mimarlıkla uğraşanlar, uğraşmak isteyenler için güzel bir refüj idi.
İşte tam o sıralar, ben ikinci sınıftayken, galiba 1979, Server Mirşan adlı makine mühendisliği okuyan, mimariye meraklı bir arkadaşım bana Cengiz Bektaş ve Selmin Başak'ın eseri "Yapı Sanatından Bir Örnek: Bodrum" adlı kitabı hediye etti.
O gün bu gündür hiçbir zaman yanımdan eksik etmediğim, açılıp kapanmaktan kapağı dağılmış fakat iyi ciltlendiği için sayfaları yerli yerinde duran kitap beni hiçbir mimari kitabın etkiliyemediği bir şekilde etkilemiştir.
Ne zaman güzel çizimler görmek istesem, Şule Öz tarafından hazırlanan rölövelere bakar, Cengiz Bektaş tarafından gösterilen altın oranları anlamaya çalışır, Selmin Başak tarafından çekilen fotoğraflarla mimarinin ne kadar güzel bir sanat dalı olduğuna dair hisler duyardım.
Tabii ki o yerleri bildiğim ve gördüğüm için kitapta gösterilenlerin hakkında söyleyebileceğim çok şeyler de vardı. Bodrum'u dünyanın çeşitli ülkelerinden gelip mimari okuyan arkadaşlarımla paylaşırdım. Yetmişli yıllarda bir kış mevsimini geçirdiğim Bodrum'un benim için ayrı bir yeri vardı.
Kitabın sonunda görüntülendirilen ustalar benim için birer mimarlık kahramanlarıydılar. Kafamdaki mimar yıldızlarım onlardı. Bugün bile yapı ustalarının ellerine bakar eğer ki Salih Usta'nın ellerine benziyorlarsa kendilerine ayrı bir güven duyarım.
Benim için Bodrum dünyada birçok mimarı mimar olmaya yöneltmiş bulunan Bernard Rudofsky 'nin 'Mimarsız Mimari' gibi bir eserdi. Belki de o nedenle mimariyi daha çok sevdim bağlandım ve mimar olarak geliştim. Oralardan bazlanıp seneler sonra kendi projelerimi geliştirdim, mimariyle olan alışverişimi pekiştirdim.
Mimarinin dürüstlüğünü oradan öğrendim.
Yerleşimin ve mimariyle bütünleşmenin ilk dillendirilmelerini oradan okudum.
Yapı sanatının toplum üzerindeki önemini bu kitaptan sonra daha açık görmeye başladım. Kritik görüşlerim buradan başladı.
3.3 bölümünde tehlike çanlarından sesler duydum. Burada anlatılan hızlı yapılaşmanın şehirlerimizi ne hallere getireceğinden daha önce de çocuk olarak haberdar olmuştum. İçinde doğduğum, anneannemin demir kapısı çapalı güzel İzmir evinin cadde genişletme adına iki saatte nasıl "istimlak" edildiğini gördüğümde mimari beni ilk defa ağlatmıştı.
Uzun yıllardır Bodrum'a gitmiş değilim ama sanal alemde gördüklerim okuduklarım kadarıyla acaba kitaptaki kasabadan ne kadar kalmıştır diye kendime sorarım. Anlatılanlardan itibar olan bilgilerimden dolayı kendimi biraz şanslı hissediyorum. Kimbilir Cengiz Bektaş neler hissediyordur? O başka bir yazı olabilir.
Benim asıl niyetim Cengiz Bektaş'a bir mimar olarak geçirdiğim evrimdeki rolünden dolayı buradan teşekkürlerimi iletmek.
Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin