Dulkadırlı Beyliği Mimarisi
Gecenin geç bir saatinde, kitaplığımı karıştırırken çıktı karşıma. “Dulkadırlı BeyliÄŸi Mimarlığı” idi adı. Yard. Doç. Dr. Hamza GündoÄŸdu tarafından kaleme alınmış; 1986 yılında. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından, 15000 adet basılmış.
BaÅŸka bir kitabın peÅŸindeydim aslında. Ama vazgeçtim, “Dulkadırlı BeyliÄŸi Mimarisi” ’ni çekip aldım raftan ve gecenin sessizliÄŸinde, sayfalarını usul usul çevirmeye, kitabı orasından burasından okumaya baÅŸladım.
Bahçe AÄŸca Bey ve Alâuddevle Camileri’nden, Çandır Åžahruh Bey ve Gemerek Åžahruh Bey Mescidleri’nden, KahramanmaraÅŸ TaÅŸ Medrese yanındaki ve yine KahramanmaraÅŸ Üdürgücü Mescidi yanındaki türbelerden söz ediyor.
Süleymaniye’yi, Selimiye’yi, Crystal Palace’ı, Bauhaus’u biliyordum. Bunlardan ve daha baÅŸka mimari konulardan, örneÄŸin, Arts and Crafts akımından haberim vardı. Bütün bunlar ve benzerleri, mimarlık daÄŸarcığımın, önemli, vazgeçilmez öÄŸeleriydiler.
Oysa Dulkadırlı BeyliÄŸi Mimarisi’nin, bu mimarinin, az önce saydığım önde gelen binalarının hepten yabancısıydım. Bu konuda tam bir kara cahildim.
İşin bana daha da ilginç gelen yönü, mimarlık kültürümde, Dulkadırlı BeyliÄŸi Mimarisi’nin eksik olmasına karşın, bu eksikliÄŸin, beni, mimarlığımı,hiç mi hiç etkilememesiydi. Bir baÅŸka deyiÅŸle,açık seçik bir biçimde deÄŸilse de, bilinçaltında, “Dulkadırlı BeyliÄŸi Mimarisi, Bahçe AÄŸca Bey Camisi ya da Çandır Åžahruh Bey Mescidi var imiÅŸ ya da yoÄŸ imiÅŸ, ne umurum” diyordum ve hiçbir ÅŸey olmuyordu.
O gece, gecenin geç bir saatinde, kitaplığımda o kitapla karşılaşınca, bunları düÅŸündüm iÅŸte ve oturdum bu yazıyı yazdım.
Binalara Bakmak, Binaları Seyretmek
Bakmakla seyretmek, bir bakıma eÅŸanlamlıdır.Ama aslında, ikisi birbirinden biraz farklıdır. Seyretmek, bakmanın sanki biraz daha yoÄŸunlaÅŸmış biçimidir. Güzeller güzeli bir kıza ÅŸöyle bir bakmakla, o kızı uzun uzun seyretmek aynı ÅŸey deÄŸildir. Bir yere yetiÅŸmek için hızlı hızlı yürürken, önünden geçtiÄŸiniz duvara yapıştırılmış bir afiÅŸe bakarsınız. Oysa, aylak bir gününüzde, bir kafeye oturup, neskafenizi yudumlar, sigaranızı tüttürürken, önünüzden gelip geçenleri seyredersiniz.
Åžimdi sözü mimarlığa getiriyorum:
Galata Kulesi’nin tepesinden İstanbul’un, Eiffel Kulesi’nin tepesinden Paris’in binalarına baktığınızda, o bakışın bir seyir olduÄŸunu söyleyebiliriz. Sonra, Galata Köprüsü’nden geçenlerin büyük bir çoÄŸunluÄŸu, Süleymaniye’ye yalnızca bakarken , adamın biri, köprünün korkuluklarına yaslanıp, o görkemli binayı uzun uzun seyredebilir. Sinan’ı çok seven Bruno Taut’un, “İstanbul Üniversitesi alanı için bir kent planı üzerinde çalışırken, Süleymaniye Camii’nin ihtiÅŸamının seyredilebileceÄŸi bir teras-platform yapmayı” önerdiÄŸini, Sibel BozdoÄŸan’ın, “Modernizm ve Ulusun İnÅŸası” adlı kitabını okuduÄŸumuzda öÄŸreniyoruz.
Bu saptamalardan sonra, birkaç küçük önerim var:
Kimi binaları seyredin, uzun uzun seyredin; onlar bunu hak ediyorlar. Kimi binalara ÅŸöyle bir bakıp geçin; bu kadarı onlara yeter. Hele kimilerine, yeter de artar bile. Kimi binalar için ise, söyleyeceÄŸim ÅŸu: Bırakın seyretmeyi onları, onlara, başınızı çevirip bakmayın bile.
Kırılma Noktaları Üzerine
Sonsuz geçmiÅŸten sonsuz geleceÄŸe, kesintisiz uzayıp giden zamanı, dilim dilim bölüp, bu dilimlere birer ad veriyoruz. “Neolitik Dönem”, “OrtaçaÄŸ”, “Rönesans” diyoruz. Her dönemin, her çağın, kendine özgü bir ideolojisinin, bir ekonomisinin, bir edebiyatının, bir mimarisinin, yani kendine özgü ürünlerinin olduÄŸunu ileri sürüyoruz. Ayrıca, bunların ne zaman baÅŸlayıp, ne zaman sona erdiklerine de karar veriyoruz. ÖrneÄŸin, Neolitik Dönem’in, Anadolu’da, İ.Ö. 5500’lerde bittiÄŸini, Avrupa’da Rönesans’ın, 1453 yılında İstanbul’un fethiyle baÅŸladığını söylüyoruz.
Genelde geçerli olan bu ÅŸema, özelde, mimarlık sözkonusu olduÄŸunda da deÄŸiÅŸmiyor. Selimiye Camii’nin, 16.yüzyılda gücünün doruÄŸuna ulaÅŸan Osmanlı İmparatorluÄŸu’nun parıltısını, görkemini yansıttığı, hemen herkes tarafından kabul ediliyor. Charles Jencks ise, daha somut bir biçimde, Modern Mimarlığın, Amerika BirleÅŸik Devletleri’nin St. Louis kentindeki Pruitt-İgoe Konutları’nın havaya uçurulduÄŸu an, yani 15 Temmuz 1972 günü, saat 15:32’de sona erdiÄŸini söylüyor.
Bu saptamalar, bu savlar, hiç kuÅŸkusuz, tepeden tırnaÄŸa yanlış deÄŸil. Ama bir dönemin, bir çağın, bıçakla kesilmiÅŸ gibi, birdenbire sona erdiÄŸi de söylenemez. Gerçekten de, birileri uzay aracına binerken, baÅŸka birileri hâlâ daha kaÄŸnı arabasıyla yolculuk yapabiliyor. Bir yanda, insan haklarını güvence altına alan bildirgeler, kitaplar yayınlanırken, bir yanda, iÅŸkencenin en iÄŸrenci sürüp gidebiliyor.
Mimarlık alanında da durum pek farklı deÄŸil. Parthenon, Atina Akropolü’nde ışıldarken, kentin dar, karanlık sokaklarını pislik götürüyordu. Öyle ki, o sokaklarda dolaÅŸanlar, o kadar övülen Atina’da bulunduklarından kuÅŸkuya düÅŸerlerdi. 16. yüzyılda, Süleymaniye oradaydı, İstanbul’u bütün heybetiyle süslüyordu ama, o dönemin İstanbul’u pırıl pırıl bir kent deÄŸildi. Modern Mimarlığın baÅŸlangıcı 18. yüzyıla kadar dayandırılıyor ama, Nicolaus Peusner, 19. yüzyılda, Avrupa’da her stilden bina yapıldığını söylüyor ve bu nedenle, o dönemin Avrupa mimarlığını bir “kıyafet balosuna” benzetiyor. Eskinin estetik anlayışıyla tasarlanmış ve inÅŸa edilmiÅŸ olan süslü püslü Paris Opera Binası’nın da, yeni estetiÄŸin yalınlığını, yeni malzeme demirin zaferini haykıran Eiffel Kulesi’nin de, 19. yüzyılın son çeyreÄŸinde yapıldığına inanmak zor. Hele, Gustave Eiffel’in çaÄŸdaşı olan bir mimarın, Bourdais’nin, tıpkı Eiffel Kulesi gibi 300 metre yükselecek, ancak, kâgir malzemeden yapılacak bir kule önerisi getirdiÄŸi düÅŸünülürse, mimarlık tarihinin kırılma noktalarının ne kadar belirsiz olduÄŸu, sanırım daha iyi görülebilir.
Ormanda
Mevsimlerden ilkbahardı. Hava güneÅŸli ve ılıktı. YemyeÅŸil bir ormanda, küçük, ama pırıl pırıl, tertemiz bir krater gölünün çevresinde, ağır ağır yürüyorlardı.
Kalabalık yoktu. İki kiÅŸi vardı. Evet, sayıları çok deÄŸildi, yalnızca iki kiÅŸiydiler.
Erkek mimardı. Kadınsa, çevreci olduÄŸunu söylüyordu.
Uzun süre, el ele, kol kola, yanak yanaÄŸa yürüdüler. Çok mutluydular.
Mimar birden durdu, az ötedeki, az eÄŸimli yamaca baktı ve “Buraya, minik, güzel bir otel yapmalı” diye mırıldandı.
Bu sözleri duyan çevreci, birdenbire bir pantere dönüÅŸtü sanki ve “Asla!” benim ve arkadaÅŸlarımın cesetlerini çiÄŸnemedikçe, bu ormanın herhangi bir yerinde, bırakın otel, motel, ev yapmayı, iki taşı üst üste koyamazsınız!” diye haykırdı. Bu haykırış, aÄŸaçlarda ötüÅŸmekte olan kuÅŸları o kadar korkuttu ki, hayvancağızlar, hep birlikte havalanıp, uzaklarda bir yerlere doÄŸru uçtular.
Mimarsa, “Peki sevgilim, el sürmem ormanın hiçbir yerine; ama ÅŸu kadarını söyleyeyim ki, buranın, çevreye zarar vermeyen birtakım binalara gereksinimi var” dedi alçak bir sesle.
Çevreci, “Çevresine zarar vermeyen bina olmaz” diye söylendi yüksek bir sesle.
Sonra barış oldu. Mimarla çevreci, yine sarıldılar birbirlerine, yürümeyi sürdürdüler ormanın içinde, gölün çevresinde.
Daha sonra akşam oldu. Ortalık karardı, hava soğudu.
Giderek, daha da koyulaştı karanlık, daha da soğudu hava.
O zaman, çevreci kadın, mimara iyice, onun içine girecekmiÅŸcesine yanaÅŸtı ve kulağına ÅŸöyle fısıldadı: “KeÅŸke ÅŸurada güzel, ÅŸirin bir otel olsaydı da, gitseydik oraya, sıcacık lobisinde ÅŸarabımızı yudumlasaydık”.
Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin