reklam

Mimarlar ve İşleri Üzerine Yazılarından Örnekler
Diyalog 2002 - II > İhsan Bilgin

Tarih: 30 Ekim 2002
Yer: Arkitera Forum

 

Aldo Rossi'de Akıl Ve Hafıza1

Ve bütün dünyanın dili bir, ve sözü birdi. Ve vaki oldu ki, şarkta göçtükleri zaman, Şinar diyarında bir ova buldular; ve orada oturdular. Ve birbirlerine dediler: Gelin, kerpiç yapalım, ve onları iyice pişirelim. Ve onların taş yerine kerpiçleri, ve harç yerine ziftleri vardı. Ve dediler: Bütün yeryüzü üzerine dağılmıyalım diye, gelin, kendimize bir şehir ve başı göklere erişecek bir kule bina edelim, ve kendimize bir nam yapalım. Ve âdem oğullarının yapmakta oldukları şehri ve kuleyi görmek için RAB indi. Ve RAB dedi: İşte, bir kavmdırlar, ve onların hepsinin bir dili var; ve yapmaya başladıkları şey budur; ve şimdi yapmaya niyet ettiklerinden hiç bir şey onlara men edilmiyecektir. Gelin, inelim, ve birbirinin dilini anlamasınlar diye, onların dilini orada karıştıralım. Ve RAB onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı; ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil denildi; çünkü RAB bütün dünyanın dilini orada karıştırdı; ve RAB onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı.

Eski Ahit, Tekvin, Bap 11

"Mimarlık nedir?" Aldo Rossi son iki yüzyılın bu düğüm üstüne düğüm atılmış sorusuna son cevabı verir, kestirip atar: "Mimarlık arketiplerdir!" Cevabı duyan, tepki veren olmaz. Dinleyenlerin tarihsel profilini çıkartmak da aynı yıllarda, 1960'larda Manfredo Tafuri'ye düşer. Tafuri, Rossi ile aynı havayı soluyarak yetişmiştir; Progetto e utopia kitabında aydınlanmadan beri mimarları motive eden ideolojileri ve angaje olunan projeleri anlatır. Ardından da artık ideolojilerin pratik işlevlerini kaybettiklerini, ütopyanın tarihe karıştığını ilân eder.(8.Bölüm, s.126-133) Birarada durulacak ortak zemin geç kapitalizmin pratiği ve devasa ölçeği içinde eriyip gitmiştir. Eski bir soruyu ısrarla dile getirmek, hele ona ciddi bir cevap aramak artık anlamsızlaşmıştır. Biraz uzayınca, ısrarlı olunduğu anlaşılınca ilgi dağılır, kimse dinlemez, herkez kaçar. Rossi'nin kestirip atan cevabı böyle bir ortamda verilir: "Mimarlık başlangıçta ne idiyse ve her zaman ne olduysa yine odur, o olmalıdır!" Karşılık alacağına inansa bu kadar radikal olamazdı. Aynı cevabı bu kadar ısrarla tekrarlayamazdı. Son sözün söylenebileceği bir yerde, son sözü söylemeye cesaret edemezdi.

Israrı dışlayıcı ve polemikçi değildir. Az konuşur. Sözünü başkalarına söyletir, alıntı yapar. Kendi sözünü söylerken de ya fragmanlarla ve aforizmalarla konuşur ya da hafızaya başvurur. Sözler birbirini keser, hiç bir zaman tamamlanmaz, geride hep bir söylenemeyen kalır. Bunlar Rossi'de kırılganlık ve kararsızlıktan çok dayanıklılığın, takıntının, aynı yerde durmanın, hep aynı sözü söyleyebilmenin aracı ve ifadesi olurlar. Sanki başlangıçta, 1950'lerin sonunda, daha öğrenciyken asistanı olduğu Casabella-Continuata dergisinin editörü Ernesto Nathan Rogers'ın yanında aldığı derin nefesi sakınarak veriyor gibidir. Herşeyin birkaç kez değiştiği bu son 30 yılda ne bir heyecan ne de hayal kırıklığı, ne bir vaadin verilişi ne de geri alınışı, nefesini boşaltıp yeniden alması için onu motive etmedi. "1960'larda Şehrin Mimarisi'ni yazdım. İyi bir kitap oldu. Daha henüz 30'uma gelmediğim o yıllarda, ebedî bir kitap yazmak istiyordum. Bir kere açıklığa kavuşturulan her şey kalıcılaşır gibi geliyordu bana.." (W.S. s.29) 15 yıl sonra yayınlanan ikinci kitabında, Bilimsel Otobiyografi'de birincisi için bunları söylüyor: Daha başından tek bir kitap yazmak, daha sonra sınırları içinde kalınabilecek tek bir söz söylemek! Bu "tek söz" yalın olmalıdır; yakın tarihin ve döneminin karmaşık ve ilintisiz oluşumlarını sindirmiş, onların içinden geçmiş, ayıklamış, ve her tekrarlandığında yeniden kendine, başlangıcına dönebilen bir yoğunlukta olmalıdır.

Le Corbusier akılcılığının yalın sözü, kendini kuşatan gerçeklikten, söylemlerden ileri doğru kaçarak, özgürleşerek söylenmeye göre kurulmuştu; özgürleşme vaad ediyordu. Binaları açık denizlerde yüzen gemilere benzeyecekti. Sonsuzluğa doğru açılan suyun yerini çimen, mavinin yerini yeşil alacaktı. İçinde ormanın, korunun, doğanın bilinmezliklerine bile yer olmayan bu sonsuz yeşilin üzerinde de zeminden kolonlarla kopmuş dev bloklar duracaktı, durmaktan da çok yüzeceklerdi. 

Tarihle, yaşanmışlıkla, geçmişin yüküyle damgalanmış "yer"leri olmayan bu binaların, homojen ve niteliksiz bir geometrik uzaydaki yerlerini koordinatlarından başka ayrıştırabilecek hiç bir şey olmayacaktı. Ayrıca binaların kendileri de kişiselliğe yer vermeyen, anonim bir kütlesel geometriye, karolaja bölünmüş bir dikdörtgen prizma formuna sahip olacaklardı. Corbusier'nin bu yerleşme formunu sonuna kadar isteyip istemediğini bilmiyoruz. Herhalde istemezdi. Çizdiği resmin, anlattığı hikâyenin gerçekliğine inanacak safdil bir bilimkurgu yazarı ya da okuru değildi. Yoğunlaştırarak, yalınlaştırarak anlatmak istediği bir şey vardı; ferahlamak, ferahlık duygusu yaymak, 19. yüzyılın karanlığından, karabasanından kurtulmak. Sözünü apaçık ve sarih bir biçimde, kuşkulardan, bilinmezliklerden ayıklayarak söyledi.

Rossi'nin yeni-akılcı sözü ise tekinsiz ve sıkıntılıdır; aydınlatmaz, karartır. Milano'daki Gallaratese toplu konutlarında, modernist öğretinin başlıca şiarlarından olan normun ve tekrarın kabulü ile başlayanı, basit jestlerle, gergin ve ipnotize eden bir mübalagaya dönüştürür. Bina hiç girinti-çıkıntı yapmadan, 182 metre boylu boyunca uzanır. Bu Mies'in ya da Corbusier'nin bile cesaret edemeyeceği bir boyuttur. Hilberseimer de ancak inşaata yönelik olmayan temsilî resimlerinde benzeri bir ölçeğe yaklaşır. Blok boyunca usanmadan birbirini tekrar eden pencere boşlukları ve altlarındaki kolonlar, iki ögenin tekrarıyla kurulan biteviyelik, binanın anonimliğini abartarak gösterir. Herşey basit, az ve apaçıktır, kastedilenin buyruğu altındadır. Hiç bir şey cereyan etmeyecek gibidir. Uzun bina sonuna doğru derin bir yarıkla, abartılmış bir dilâtasyon derziyle2 aniden kesilir; tam o noktada yere basan kolonların formu ve boyutu değişiverir; bu beklenmedik bir macera anıdır; şaşkınlık ve merak uyandırır. Sonra her şey eskisi gibi devam eder; sanki hiç bir şey olmamış gibi, verilenin geri alınışı gibi. Ancak herşeyin öncesi gibi olması da imkânsızdır. Yalınlığa, biteviyeliğe, sıkıntıya alıştırılmış bakışımız bir kere şoka uğramış, apaçıklığa gölge düşmüştür. Artık hiç bir şey tam eskisi gibi görünmez. Kolonlar ilk bakışta klâsik mimaridekine benzemiyorlardı. Ancak Corbusier'nin binaları hafifçe yukarı kaldıran "pilotis"lerinden de farklı oldukları, oradaki şeffaflık, saydamlık, süreklilik yerine, derinlemesine duruşlarıyla birbirlerinin üzerine gölge düşürmek ve arkalarını gizlemek üzere bulundukları da sezilir artık. Sonzuza doğru tekrar, koyuluğa, tekinsize çağrı gibi gelmeye başlar. Üst katlarda tekrar eden boşluklar da 1920'lerin yatay deliklerinden, ışığı ve güneşi çoğaltmak için şeffaflaştırılmış kabuklardan, duvar yüzeyi içine açılmış pencere deliklerine dönüşür. Kısacası bina klâsikleşmeye başlar; birkaç ögenin tekrarından oluşmasına, bütün manyerizmleri dışlamış saf duruşuna rağmen belirir bu görüntü. Ama ilk imge de hiç bir zaman kaybolmaz. En niteliksiz, merkezsiz ve modern haliyle tekrarı unutmak da olanaksızdır. Tekrar, gelecekle başlangıç, umutla tutuklanmış ufuk arasında salınır. Saydamlık ve mübalaga birbirlerinin yerine geçer, birbirlerine karşı gizlenirler.

Gallaratese bloğu Rossi'nin tipik projelerinden değildir. Arayışlar içinde olduğu, soyut geometrik formların yalınlığını ve çelişik biçimde yanyana gelişlerini denediği erken döneminin son binası olarak adlandırılabilir. Rossi'nin mimarlığı karşıtlığı binanın iç kurgusunda değil yerleşme ölçeğinde ve farklı binalar arasında arar. 1971'de yaptığı ve inşaatı kademeli olarak halâ süren Modena Mezarlığı projesinde Gallaratese bloğunun benzeri bir kez daha karşımıza çıkar. Ancak bina burada, yapayalnız duran ve sınırı olmayan ilkinin aksine, bir bağlam içinde yer alır, bağlamın kurucu ögelerinden olur. Dolayısıyla da tek bina olmaktan çıkar, yalınlaştırılmış, tipolojik kökenlerine doğru çekilmiş bir binalar grubuna, yapılı çevrenin bütününe dönüşür. 

Ayrıca yukarıda tekrar eden pencereler seyreltilmiş, üzerine en yalın duruşuyla kırma çatı konmuş, beyaz yerine toprak rengine boyanmış, modernist imgelerden uzaklaşılmıştır. Arkad, duvar, pencere, kapı ve çatı ile ve bunların birbirlerinin yerine geçmesiyle oluşmuş bu analojik kurgu yerleşmenin merkezindeki ağır ve hantal anıtlarla tamamlanır. Karşıtlık, şehrin birbirine dönüşebilen homojen ve sıradan yapılaşma morfolojisiyle, onları birarada tutan şehrin anıtları arasındadır, birbirlerine geçmeyen ögeler arasındadır. Küp ve koni biçimindeki anıtlar saf geometrik form olmakla mimari arasında salınırlar. Bir adım daha öteye götürüldüklerinde artık mimarî olmayacak, geometrik idealara dönüşecek olan bu kütleler sınırı geçmemelerini, kültürün, şehrin, hafızanın içinde kalmalarını ağır ve hantal duruşlarına, yerlerinden oynatılamazlıklarına borçludurlar. Koni şehrin kulesi ya da sanayi mahallelerinin fabrika bacasıdır. Artık tütmeyen, terkedilmiş bir fabrikanın bacası. Küp ise anıtsallığını boyutlarının büyüklüğünden çok, olduklarından daha iri duran duvar deliklerinden alır, henüz pencere olmamış ya da artık pencere olmayan deliklerin tekrarından. Boşlukların arasından iç mekânın gizliliği, bilinmezliği, koyuluğu değil gökyüzü gözükür; binanın katları ayıran döşemeleri ve çatısı yoktur, dört duvardan ibaret olan bir kalıntıdan, harâbeden başka bir şey değildir. Kendisini mimarî yapan sağlamlık ve dayanıklılığın birarada tuttuğu, kırık dökük parçalardır; aslında dağılmış olan ve ancak sağlam bir anıtın varlığında, bu anıtı vareden bağlamda, kollektif hafızada, yani şehrin mimarisi nde birarada durabilen parçalar.

"Bu projenin (Modena Mezarlığı Projesi ç.n.) merkezî fikri belki de ölülerin evlerinin, nesnelerinin, şeylerinin yaşayanlarınkinden farklı olmadığı anlayışında yatıyordu. Fırıncının Roma mezarından, terkedilmiş bir fabrikadan, metruk bir evden söz etmiştim; ölümü de 'Alice burada artık yaşamıyor' gibi, yani bir teessüf gibi görüyordum, çünkü Alice ile alâkamızın hangi türden olduğunu bilmeyiz, ancak yine de bir biçimde onu ararız."(W.S. s.63)

Rossi projeleriyle şehri hep yeniden kurmayı dener. Ama bu hep yarım kalmış, kendine, başlangıcına dönmüş bir deneyim olur, takılıp kalır. Leon Krier'in "Avrupa şehrinin yeniden inşası" programıyla farkı da burada yatar. Leon ve Rob Krier kardeşler bitip tükenmeyen bir enerjiyle sanayinin, modernizmin, 2. Dünya Savaşı sonrasının şehirlerde yarattığı tahribatı çözümlemeye ve telâfi etmeye çalıştılar 1970'ler boyunca; gelenkselle moderni, yapıyla yapı olmayanı, kosmosla kaosu, tahribatla yeniden inşayı ayırdedecek ikilemler kurdular. Mekâna özerk bir varlık alanı yaratmaya çalıştılar. Yapısalcı dilbilimin mümkün kıldığı tipolojik çözümleme3 anahtarını geçerli ve doğru bir formel çeşitleme tekniğine, bu tekniği de bir "yeniden inşa kılavuzu"na dönüştürmeyi denediler.

 

 

Tipoloji ve morfoloji 1960'ların buluşuydu. Modernizmin her şeye yeniden başlama ve sanayi toplumuyla aktif bir biçimde buluşma programından kesilen umutların yerine geçen yeni paradigmanın merkezî kavramlarıydı. Mimarinin ve şehrin içinde saklı olan dağarcığı, grameri, dili, hatta mantığı çözümlemenin işlek araçlarıydı bu kavramlar. Ama çözümlemekle yaratmak arasında her zaman sorunlu bir ilişki, bir boşluk vardır.4 Nitekim şehirlerde 2. Dünya Savaşı'nın bomba yağmurundan arda kalanları yeniden ele geçirmekte, şehirlerin 50 yıldır görünmeyen karanlık yüzlerini keşfetmekte başlıca rolü oynayan, eleştirelliğin heyecanını sonuna kadar taşıyan bu yeni kavrayış bir tasarım yöntemine doğru evrildikçe sırrını yitirmeye başladı. Şehrin bilinmeyen katlarına doğru meraklı bir yolculuk gibi gözükürken, içi boşalmaya, arkasını gösteren saydam ve cansız bir şekiller envanterine dönüşmeye başladı. Modernizm, biçimleri öğütmeye, azaltmaya, indirgemeye çalışırken, enerjisini kaybettiği, yapı sektörüne tâbi olduğu, tekrara, yönteme, öğretiye dönüştüğü noktada mesajdan ve anlamdan yoksun kalmıştı. Ardından gelen anlam arayışı hakikatin daha da uzağında buldu kendini. Birbirinden türeyerek çoğalan sayısız şekil ve bu şekilleri dönüştürerek yeniden sınıflayabilecek yöntem seçenekleri, başı-sonu olmayan bir yığın, amorf bir kalabalık gibi gözükmeye başladı kısa bir süre sonra. Bu kalabalık sadece boğucu değil aynı zamanda da sıkıcıydı; bir noktaya geldikten sonra "vs." dememek için ne bir iç enerji, ne de dış motivasyon bulunabildi; piyasayı işleten modalar dışında. Leon Krier gibi piyasaya tâbi olamayacak kadar radikal kalanlar için de Prens Charles'dan başka müttefik kalmamıştı 1990'ların başına gelindiğinde. İkisi birlikte İngiltere'nin high - tech mimarlarına karşı amansız bir savaş açtılar. Rossi de aynı yıllarda Amerika üzerinden Japonya'ya kaçtı.

Rossi'nin her seferinde yeniden kurmayı denediği şehri görmek için de tipoloji kavramına ihtiyacımız var. Ama tersinden; faydalanılan bir araç, üzerinde yürünen bir yol olarak değil; kıyısında durulan, denenmemiş bir macera olarak. Sanki tam kavşağa geldiğinde sonunu görmüş ve yolunu değiştirmiş gibidir; daha sarih ve daha karanlık bir yöne, yalnızlığa ve kollektif bilince, akla ve hafızaya doğru.

Rossi'nin şehir kurgusu tipolojik çözümlemenin mümkün kıldığı çeşitliliğin içinde gezinerek, onun içinden keyfî ya da bir kurala göre seçilmiş ögelerin biraraya gelmesiyle oluşmaz; türemeye, çeşitlemeye, çoğalmaya doğru açılmaz. Evren patlamayla sonsuza doğru genişlemez, büzülür. Tipolojinin birarada tuttuğu dağarcık çoğalmadan önceki ilk haline, kültürün şiddetine mâruz kalmadan hemen önceki başlangıç noktasına, arketiplerine doğru çekilir. Bir adım daha geri gidilse geometrik idealara, kareye, üçgene, daireye dönüşecektir. Mimarî, kültürle saf form arasında salınır, daha doğrusu asılı kalır, donar:

"Hölderlin'in Yaşamın Yarısı şiirindeki son kıtayı mimarime taşıdım: 'Rüzgârda bayraklar titriyor, duvarlar duruyor donakalmış ve soğuk'. Zürih'deki derslerimden birini, çalışmalarımla ilişkilendirerek bu alıntıyla bitirdim: 'Mimarim donakalmış ve soğuk duruyor.' Bu 'donakalmış', 'sessiz'den daha iyi; çünkü kelimelerin eksikliğini, hatta dilsizliği kastetmiyordum. Sözün zorluğu genellikle, Hamlet'de ve Mercuzio'da olduğu gibi tüketilemez bir sözel süreklilik yaratır. 'You are speaking of nothing' hiç bir şeyden ve her şeyden konuşmanın bir türüdür... Adolf Loos'un ifadesi, incilvâri karakteriyle beni heyecanlandırmıştır. Uç noktasına kadar götürüldüğü için heyecanlandırıyordu beni bu ifadeler:mimarinin tarih-dışı mantığına kadar götürülmesi. Adolf Loos'un mimaride yaptığı büyük buluş şudur: Gözlem ve tasvir aracılığıyla nesneyle özdeşleşme: 'Ormanda bir tümseğe rastlarsak, altı ayak boyunda ve üç ayak eninde, kürekle piramit formuna sokulmuş, hemen ciddileşiriz ve o bize bir şey söyler: burada gömülmüş birisi yatıyor. Bu mimaridir.' Değişmeden, gevşemeden ve yaratıcı bir ihtirasa da kapılmadan ve zaman tarafından dondurulmuş bir duyguyla. İnsanın doğrudan kendi hislerinden söz etmesi zordur, hatta genellikle bönce olur; yine de meyhane sohpetlerinde bulanık bir güzellik olduğunu düşünüyorum: Bu mesafenin gerilimi belki de sadece Shakespeare tarafından anlaşılmıştır. Donmuş tasvir büyük bilginlerde yeniden kendini bulur; Alberti'nin kategorilerinde, Dürer'in mektuplarında,..., çünkü onlar için birşeye aracılık etmek veya tercüman olmak başından beri önemsizdir." (W.S. s.75-77)

1976'daki Chietti öğrenci yurdu projesinde arketiplerle kurulup orada askıya alınan, boşluğa bırakılan şehir uç noktasına kadar götürülür: Duvar, çatı, kapı ve pencere, usavurulabilecek ilk mimarî bütünlüğü, ilk tamamlanmışlığı oluşturacak şekilde biraraya getirilirler; her türlü mecazdan, yananlamdan arındırılmışlığıyla bu ilk "ev" hiç bir şey söyleyemeyecek kadar dilsizdir, ancak öte yandan herşeyin başlangıcı olduğu da aşikârdır, konuştuğu anda herşeyi birden dile getiriverecek gibidir. Dolayısıyla da "sessiz" ya da "dilsiz" değil, kendi deyimiyle "dili tutulmuş"tur. Anlamsızlığın az, anlamın da fazla geldiği bir ara durumda zaman sonsuza kadar durmuş gibidir. Evler doğal bir boşluğu "ilk meydan"a dönüştürecek tarzda yanyana ve arka arkaya dizilerek U-formunu alırlar. Ortadaki iri "Ev" önce boyutlarıyla sonra da taşıyıcı strüktürünü göstermesiyle diğer evlerden farklılaşır, bütün anıtlarda, bütün büyük toplanma mekânlarında olduğu gibi çatıyı taşıyan strüktür gösterilir; gelecekte yükleneceği bütün manyerizmlerden, tarihin izlerinden arınmış olarak. Karşısındaki kuleyle de şehir tasviri tamamlanır. Ancak bu varolan, olması gereken, mümkün bir şehir değildir; zamanı, yeri, hatta olup olmadığı bile belli olmayan, zaman aşırılık içinde yüzen, şaibeli "analojik şehir"dir.

"Bana bazen, küçük bir Afrika köyünde ya da Alpler bölgesinde karşımıza çıkan, hatta Amerika'nın uçsuz bucaksız topraklarında kaybolan 'küçük ev'ler arasında fazla büyük bir fark yokmuş gibi gelir. 'Küçük ev'den anladığımız şeyi ifade etmek için teknik bir terminoloji de mevcut. Bunu ilk kez Le cabine dell'Elba'nın çizimleri sırasında, 1973'de farkettim. Onları 'kabin' olarak adlandırdım, çünkü gerçekten de buydular ve gündelik dilde öyle geçiyorlardı; öte yandan da bana yaşamın en küçük boyutu gibi, yaz duygusu gibi geldikleri için; ve onları diğer çizimlerde Impressions d'Afrique diye adlandırdım, tabii ki Raymond Roussel'in dünyasına atıfta bulunarak: daha başlangıçta, tiyatronun 'sayısız kulübeden oluşan heybetli bir başşehirde' bulunduğunu söylüyordu. Kabinler sayısızdı ve bu beni sayısız kulübe tarafından kuşatılmış tiyatro kütlesiyle belirlenen bir şehir ve bina tipine götürdü. 1976'daki Trieste projesinde öğrenci yurdunu küçük veya büyük bir ikâmetgâhla birleştirdim, tıpkı ertesi seneki ikinci Trieste projesinde de tekrarladığım gibi. İçinden, tuğla duvarlarla birlikte yukarı doğru tırmanan büyük kirişleriyle tamamlanmamış bir kamu binasının çıktığı bu köyü artık görüyordum. Afrikalı, Akdenizli etkiyi kabinler kadar, yıllardır kafamda olan ve sadece Sevilla'nın büyük caddelerinde değil, heryerde dikkatimi çeken büyük palmiyelerden de alıyordu: Sevilla'da küçük evler Feria ile, yani yazla özdeşleşen bir şehri kuruyorlardı. Denizin kenarına, evlerin önüne dizilmiş olarak sürekli karşıma çıkan palmiyeler vardı; bir imâ, bir sembol gibi, evin kendisinin bir anısı gibi.... Le cabine dell'Elba çalışması ile evin kendisini, farklı mevsimlerde sahip olduğu değerlere taşımak istiyordum. Çünkü 'küçük ev' ölçeğine indirgenebilecek bir şey değildir; bu yönüyle de villanın tersidir. Villa sayısız iç mekândan ve labirentten oluşur, ve de bahçelerden; çok küçük olsalar da. Bu küçük evler ise çevrelerine yayılmazlar, çünkü mekânları içeridedir, veya sadece kullanıldığı zaman aralığı ile özdeşleşmiştir; bu zaman aralığının ne kadar kısa olduğu malumdur, ancak yine de tam olarak hesaplanamaz. Kabinlerin, istisnasız, 4 duvarları ve bir tympanonları vardır. Tympanonlar sadece işlevsel olmayan bir şeyi barındırırlar: bir bayrağa ve belirli bir boyama biçimine ihtiyaç duyarlar. Bantlar entegre olan ve dikkati çeken kısımlarıdır. Bu belki de mimarî olana en çok işaret eden kısımdır. Bantlar herşeyden önce bize içeride birşeyin cereyan ettiğini bildirirler, ve bunu bilinen biçimiyle bir oyunun izleyeceğini." (W.S. s.69-72)

Rossi, ressam Edward Hopper'da "..sadece kendi istekleriyle orada duran şeyleri.." (W.S.s.17) görür. "Design"a, endüstri tasarımına, soyut forma karşı duvarı, kapıyı, pencereyi, merdiveni koyar. Bu mimari ögeler kibrit kutusuyla gökdeleni aynı soyut tasarım prensiplerinin konusu yapan anlayışa karşı en dayanıklı, en hantal ve en hareketsiz biçimleriyle öylesine dururlar. Rafael Moneo bunu "yeni bir tarih sahnesi" olarak adlandırıyor: "Burada şeyler oldukları gibi bilinebilirler: Başka şeylere dönüşüp yok olmadan önceki halleriyle ve kültürün fazlalıklarından arınmış olarak." Bir çatının duruşu hiç sorgulanmadan, ilk haliyle kabullenilir; design uğruna, mekân efektleri uğruna harcanmaz. Bu pencereler, kapılar, duvarlar, çatılar adeta başka türlü olmalarının imkânsızlığını anlamış gibidirler; hep gerekli oldukları için farkına varmadan yanımızda taşıdığımız, onlarsız yapamadığımız, parçamız olmuş nesneler gibidirler. Ancak bu durumda biçimle işlerlik5 birbirinden ayrılmaz, birbirinin zorunluluğu olur. Rossi böylece başlangıçta terkettiği modernizmle yeniden buluşur: Biçimle 'fonksiyonun', kullanışlılığın bütünlüğünü "design"la, endüstri tasarımı ile değil, onları reddederek yeniden keşfeder. İrade, nesneyi yeniden yaratmak, biçimlendirmek için değil, kendi haline bırakmak, varlığına kavuşturmak için kullanılır. Akla unutmak ve yeniden başlamak için değil, hatırlamak için başvurulur. Akıl kendi kendini gerekçelendirmek, kendine bir özgürlük alanı yaratmak için değil, varlığı hatırlamak için gereklidir.

Rossi modernizmin problemini, sorularını ciddiye alır. Herkezin paradigma değişimlerinin, kopmaların, yeni ufukların heyecanına kapıldığı, dünyayı yeni bir gözle gösteren perspektiflerin herkezi içine çektiği bir ortamda, o ısrarla kaybolmuş olanın içinde yolunu bulmaya çalışır. İçinde olduğunu bildiği, hatta daha çok gençken öncüleri arasına katıldığı yeni perspektifi eskisinin içinden dile getirmeye çalışır: "Modernizmin problemleri bizim de problemlerimizdir, çünkü hepsi çözülmemiş olarak karşımızda duruyor!" der. Gerçekten de 18.yy'dan beri egemen olan seçmecilikle nesnelerin varlık alanı bir kere dejenere olmuş, nedensizleşmiştir. Modernizmin büyük bir enerjiyle ifade ettiği, üstesinden gelmeye çalıştığı bu kırılma ile hesaplaşmadan otantik olanla yüzleşilemez. Modernizmi sonunda geldiği noktada mahkûm ederek varılabilecek yer üslupçuluktan, içi boşalmış benzetmelerden ve uyarlamalardan, yeni nedensizliklerden başka bir şey olamayacaktır. Rossi bunu en başından gördü ve zaman içinde yolculuğa çıktı. Ta yüzyılın başına gitti; sorularıyla, sorunlarıyla aynı serüveni bir kere daha yaşamayı denedi. Modernizmle hesaplaşmak değil yüzleşmek istedi; onu yeniden kurmak, başka bir çizgiye oturtmak, revize etmek için değil, anlamak için. Kırılmayı, yırtılmayı ancak içinden geçerek anlayabileceği için. Avutulmak, uyuşturulmak, çarelerin eşiğinde olduğunu zannetmek yerine Wittgenstein'ın "Yırtılmış olan, yırtılmış olarak kalmalı!"6 sözünü anlayabilmek ve hakkını verebilmek için. Zaman yolculuğu serüveninin imkânsızlığı da herşeyden önce geleceği okuyabilmekle, geleceğin geçmişte kalmasıyla ilgilidir: Ancak melânkolik bir duruş bir dönemin sorularını, sorunlarını, onların içsel heyecanını taşımadan, sonunu, başka bir şey olamayacağını bilerek önüne koyabilir. Rossi'de melânkoli aklın fonksiyonudur, akıl da melânkolinin.

Rossi modernizmle polemiğe, taraf tutmaya, sınırları açık seçik koymaya, öncü olmaya bir noktada yaklaştı. 1973 Milano Trienali'nde öncülüğünü yaptığı bir sergiye "Architettura Razionale" (Akılcı Mimarlık) adını koydu ve tanıtıcı broşürü için de aynı adı taşıyan manifestal bir metin hazırladı. Ancak metin kendi sözlerinden değil de, başta her fırsatta minnetle andığı hocası Ernesto Nathan Rogers olmak üzere Hans Schmidt, Moisei Ginzburg, Adolf Loos, Jacobus Peter Oud, Adolf Behne gibi modernistlerin alıntılarından oluştuğu için sözünü dolaylı olarak dile getiriyordu, böylece de polemikten bir ölçüde uzaklaşmış oluyordu. Ancak yine de apaçık bir ayıklama hedefi vardı: Modernizmin içindeki, genellikle birbirine karışan "rasyonalizmi" ve "fonksiyonalizmi" ayrıştırmak; daha da doğrusu rasyonalizmi fonksiyonalizmden kurtarmak.

Metin Adolf Behne'nin 1923'de yazdıkları ile başlıyordu: "Rasyonalistin amaç ile ilişkisi fonksiyonalistinki ile aynı değildir; o amacı hor gören barok duyarlılıkla aynı safta değildir, ancak amacın başına buyruk bir biçimde despotluğunu ilân etmesinden de kaçınır. Fonksiyonalistin mümkün olduğunca özelleştirilmiş bir amaç ile azami çakışmayı aramasına karşılık, rasyonalist birçok duruma en iyi uyumun peşindedir. Biri özel bir duruma mutlak olarak uyacak tek seferlik olanı ararken, öteki genel ihtiyaca en iyi uyanı, normu ister. Birisi sadece uyum, ilişki, öznesizlikten gelen biçim yoksunluğu, mimikry7 iken, diğeri aynı zamanda da kişisel arzu, benlik şuuru, oyun ve formdur."8 Rossi fonksiyonalizmle polemiğe, başkalarını araya sokmadan, doğrudan kendisi de girdi. 1966'da yayınlanan Şehrin Mimarisi'nin ilk bölümünün 4. başlığı, düpedüz "Safdil Fonksiyonalizmin Eleştirisi"9 idi. Bugün artık metnin bu bölümünün altına imza atmayacak mimar kalmamıştır herhalde. Ancak bu mutabakat rasyonalizmi kurtarmış olmadı; fonksiyonalist dar görüşlülüğün cenderesinden kurtulmak, 1920'lerin unutulmuş tezlerine ve çıkışlarına yöneltmedi kimseyi, eski tezler yeniden keşfediliyormuş gibi geldi herkeze.

Rossi de zaten ayırdedici sınırı rasyonalizmle fonksiyonalizm değil, tiple prototip arasına çekmek, modernizmin içindeki tipi prototipten10 kurtarmak istiyordu. Çünkü fonksiyonalizm aslında bir maskeydi; eşyaların, şeylerin varlık alanının erimesi, nedensizleşmesi, anlamsızlaşması karşısında avutucu, teskin edici bir perde rolü oynuyordu. Perdelediği de, prototip içinde ifadesini bulacak bir yeni "norm" arayışının, sınai üretimin işleyişini kolaylaştırmaktan başka bir şeyin çaresi olamayacağıydı. Oysa fonksiyonalizm, ürünle üreticisi ve tüketicisi arasındaki mesafenin de kalkacağını vaad ediyordu. Prototiple birlikte gelen endüstri tasarımı, kibrit kutusuyla bina arasındaki farkın artık silinebileceğini gösterdi. Fonksiyonalist perde, binanın kibrit kutusuna benzemesi gerektiğini dikte ediyordu.11 Perde kalktıktan sonra anlaşıldı ki, kibrit kutusu da binaya benzeyebilir. Postmodern çoğulculuk da bunu yaptı.

1920'lerin Orta ve Kuzey Avrupası'nda rasyonalizm ayırdedici bir kavram, çizgi, sınır değildi; atılımcı, yenilikçi olan herkez akılcı olduğundan emindi, dolayısıyla da düşünülmeden kullanılan, benimsenen kavramlardan biriydi, tıpkı bizdeki "çağdaşlık" gibi. Düşünülerek, ayırdedilerek kullanıldığı yer İtalya idi. İtalyan faşizmi Avrupa'da estetik tercihlerin henüz kodlanmadığı erken bir tarihte geldiği için, Alman nazizmi gibi kendini daha başından estetik değerlerle kurmamıştı. Saman alevi gibi parlayıp sönen ve her türlü kuralı gürültüyle reddeden fütürizm ile neo-klâsisizmin resmî devlet görüşü olarak benimsenmesi (1931) arasına 15 yıl girmişti. Bu süre içinde neo-klâsik konformizme teslim olmak istemeyen genç İtalyan mimarları da bunun üstesinden "akıl" ile gelmeye çalışmışlardı: "akılcı mimarlık", geleneği de içererek neo-klâsisizmin silahını elinden alacaktı. 1926'da içlerinde Giuseppe Terragni'nin de olduğu bir grup genç mimar tarafından kurulan "Gruppo 7" hareketi bu eğilimin doruk noktasıydı. Yayınladıkları "İtalyan Rasyonalizminin Manifestosu" adlı 4 bölümlük uzun metinde "tip" anahtar kavramlardan biri olmakla kalmıyor, "prototip"le mesafesini de başından koyuyordu:

"Tipleri, mümkün olduğunca az sayıda esas tipi bulmaya çalışmalıyız... Roma'yı bütün dünyaya tanıtan bütün mimarî 4 veya 5 tipe dayanıyordu: Tapınak, bazilika, zirkus, rotonda, kubbe, hamam. Roma mimarisî bütün gücünü bu şemaları korumasından, bunları en uzak taşrasına kadar tekrarlamasından ve eleme yoluyla mükemmelleştirmesinden alıyordu. Bunları herkez bilir, ama kimse şunu düşünmez: Roma seri olarak üretilmiştir. Ya Yunanisten? Partenon, yüzyıllar içinde eleme yoluyla kristalleşmiş tipin biricik meyvesi, en gelişmiş sonucuydu.. Aynı şekilde bazilika da daha hristiyanlığın ilk yıllarından itibaren ortak tipine kavuşmuştu; doğu kilisesi de öyle: Sergius ve Bacchus kiliselerinde Hagia Sophia'nın embriyonunu kim görmezlikten gelebilir, ve de İstanbul'un büyük camilerinin tipolojik şemasında bunların köklerini? 13. ve 14. yüzyıllardan kalan hemen hemen bütün Toskana ve (umbrichen...) evleri birbirine benzemez mi? 15. yy. Floransa Palazzo'larının süsssüz ve o ölçüde de modern asaleti tek bir tipten türememiş midir? Ancak tip-ev düşüncesi yine de rahatsız ediyor, korkutuyor, kaba ve saçma yorumlara yol açıyor: Sanılıyor ki tip-evler, evleri seri olarak inşa etmek onları mekanikleştirmektir, gemilere ya da uçaklara benzeyen binalar yapmaktır. Ne büyük bir yanılgı! Mimarîyi makinaya göre yönlendirmek hiçbir zaman düşünülmemiştir.. Ev kendi yeni estetiğini kazanacaktır, tıpkı uçağın da kendi estetiğine sahip olduğu gibi, ancak evin ki ile uçağın ki aynı olmayacaktır... Mimarî artık bireysel olamaz. Onu kurtarmak, en keskin mantığına kadar geri götürmek ve zamanımızın dolaysız talepleri içinden türetmek için girişeceğimiz ortak çabalar, kendi kişiliğimizi kurban etmeyi gerekli kılmaktadır... Ve biz gençler, "tipleri" ele geçirebilmek için kendi kişiliğimizden feragat etmeye hazırız."12

Modernizmin tarihi göstermiştir ki, tarafsız bir usavurma, soyutlama tekniği olan tip, biraraya getirdiği, anlaşılır kıldığı gelenekle, kolay tasarım ve üretim metodu, yani prototip olmak arasında, şehrin mimarîsiyle fordist üretim tekniği arasında kalmış ve sanayinin önceliklerine boyun eğmiştir. Rossi modernizmdeki "akılcılık" eğiliminin peşine, onun içinde gizlenmiş ve prototipe yenik düşmüştipi, dağarcığına doğru sürüklemek için düşer. Rossi'nin "yeni - akılcılığı", tipin işaret ettiği hakikati arketipler aracılığıyla göstermek ister13.

Atilla Yücel, Rossi mimarisinin son döneminin manyerizmine değinmişti.14 İki tür manyerizmden sözedilebilir: Birincisi taklitçilik eğilimi. Rossi'nin son dönemindeki bazı işlerinde bulunan kimi klâsik referanslı detaylar, hatta kompozisyonlar bu eğilime denk düşüyor. Yücel'in de imâ ettiği gibi her mimar klâsik (ya da otantik) mimarînin ağırlığı, tamamlanmışlığı, başka türlü olmazlığı tarafından baştan çıkarılabilir, çıkarılmalıdır da. Bunlar karşısında hiç bir noktada çaresizliğe düşmeyen bir mimarın geleceği yeri Walter Gropius'un biyografisine bakarak anlayabiliriz: Yönetici ve organizatör olarak kalmak. Bir mimarın bu baştan çıkarılma ile nasıl başa çıktığıyla uğraşmak ise, uğraşanı da diri tutar, motive eder. Yeter ki çekim gücünü kaybetmesin, nedensizleşmesin, önemsizleşmesin.

Önemsizleşme, manyerizmin ikinci ve asıl büyük tehdidi. Tekrar, her söylendiğinde başlangıcını yeniden imâ etme enerjisini ve gücünü yitirdiğinde, daireyi kapatamadığında ya da kısa devre yaptığında, hem söyleyenin hem de dinleyenin dikkatini dağıtır, önemsizleşir, manyerist bir ifade olur. Rossi'nin mimarisi de tekrar üzerine kurulmuştu: Sınırlı sayıdaki arketipik öge, hep aynı ifade tekniğiyle, ölçek, yön, bağlam ve yer değiştirerek, usanmadan yanyana geliyordu. Buna rağmen, prototipe, sonradan aynen çoğaltılmak, kopyalanmak üzere tasarlanmış ideal ilk modele dönüşmemesini, tiple, bir zamanlar mutabakat içinde oluşmuş olanla arasına koyduğu mesafeye, otantiklik illüzyonuna teslim olmamasına borçluydu. Michael Graves benzeri mimarîleri "Mimarlık çok güzel bir oyundur!" sloganıyla Lego oyuncaklarına dönüştürebilen çoğaltma teknikleri, Rossi'nin arketiplerine yanaşamamışlardı. Ne daha fazla parçalanabilen, ne de üzerine bir şey eklenebilen bu mimarîden güzel bir oyun çıkmayacağını sezmişlerdi herhalde. Son yıllarda, özellikle de Japonya'da yaptığı kimi projeler, merak uyandıran, ancak kendine de yanaştırmayan bu mesafede duracak dayanıklılıkta değiller. 

Eklenip çıkarılmaya, sökülüp takılmaya yatkın gibiler. Dağılmış ve unutulmuş olanların biraradaki duruşunu bir kez daha gösterebilmek için çekilebileceği son bütünlüğe kadar geri çekilmiş ve orada mıhlanıp kalmış olan Rossi'nin mimarîsi, dışındaki bütünlüğün gücü karşısında kendi tamamlanmışlığından, başka türlü olamazlığından, inadından uzaklaşmış, çözülmüş gibi duruyor Japonya'da ki kimi işlerinde.

Rossi mimarîsinin İtalya'dan yola çıkarak ve İtalya'ya göre kurulduğunu, İtalya'ya sığdırılabileceğini söylemenin yanlış olduğunu herkez biliyordu. Söylememenin de yanlış olacağı Japonya deneyiminden sonra, 1980'lerin sonunda anlaşıldı. Japonya yeni dünya düzeninin öncüsü ve sembolü olurken, ne tuhaftır ki Rossi mimarisinin de dönüm noktasının işareti, daha da ötesi yeri oldu. Neydi bu yeni dünya düzeni? En azından yeni bir atılım dönemi: Dünyanın kavşak noktalarındaki şehirleri, iktisatçıların "global city" diye adlandırdıkları büro ve otel depolarına çeviren inşaat hamlesi.15 Doğan Kuban, 1. sınıfta okuduğumuz "Mimarlık Kavramları" isimli kitabında mimarlığın diğer sanat alanları ile farkını sarih ve basit bir ifadeyle anlatır: bu fark, her şeyden önce, paraya ve başkalarına olan daha güçlü, daha dolaysız bağ ve ihtiyaçtır. Bu açıklama o zamanlar, 1970'lerde, bize fazla apaçık ve kolay anlaşılır gelmişti; tarihselleştiremediğimiz ya da güncelleştiremediğimiz için önemini kavrayamamıştık. Tıpkı 2. Dünya Savaşı sonrasında Marshall yardımıyla başlayıp 1950'ler boyunca süren ve tüm Avrupa'yı saran büyük toplu konut hamlesinde olduğu gibi, bugün de yeni uluslararası inşaat hamlesinin öncelikleri, kuşatıcılığı, heyecanı, aktif kılma vaadi tüm mimarlık dünyasını sarıyor. Ve artık anlıyoruz ki böylesine büyük atılımlar mevcut birikimleri düzene sokuyorlar; kendi içlerine katabileceklerini, kullanışlılığı olanları, prototipe dönüştürebildiklerini ayıklayıp, gerisini görünmez, işitilmez kılıyorlar, marjinalize ediyorlar, unutturuyorlar. Modernizm, bu nedenle 1960'ların ve 70'lerin eleştirel postmodernizmine o kadar yekpâre, homojen ve kendi içinde tutarlı gibi gelmişti.

Rossi'nin kısık ve inatçı sesi bekleme ve belirsizlik dönemlerinde işitilebiliyordu; azlığın, takıntının, dikkatin, konsantre olmanın, aklın ve hafızanın gücü şehrin mimarisi nden bahsetmeye, "yeni bir tarih sahnesi"ne dikkat çekmeye yetiyordu. Bu sahnenin, aktivitenin gücü içinde nasıl bulanıklaştığı, boğulduğu, geçen yıl Frankfurt Mimarlık Müzesi'nde açılan "Berlin'in Yarını: Bir Metropolün Kalbi İçin Fikirler" Sergisi'nden izlenebilir. "Metropolün Kalbi" Potsdam ve Leipzig meydanlarını içine alan şehrin merkezindeki bölgedir. Bunlar, aralarından geçen ünlü duvar nedeniyle birkaç yıl öncesine kadar ayrı dünyalara ait olan komşu meydanlardır. Duvarın yıkılmasıyla aralarında büyük bir boşluk doğmuş, mesafe daha da artmış, anlamsızlık derinleşmiştir. Üstelik meydanların yükü duvarla da sınırlı değildi. Birbirlerinin yerini hep radikal bir biçimde almış olan Prusya, Weimar Cumhuriyeti, 3.Reich ve bölünmüş Almanya, en derin izlerini hep bu iki meydanı da içine alan çevrede bırakmaya çalışmışlardı.16 Şehir de sanki, yakın geçmişinin sürekli unutturulmaya çalışılmasından, aşırı anlam yükünden yorgun düşmüş, merkezini, "kalbini" boşaltıvermiştir. 

Serginin konusu boşluğun doldurulmasıdır; zembereği boşalan bu şehir parçasının bir kez daha yeniden inşasıdır; bu çevreyi muhtemelen uluslararsı iş merkezlerinden biri haline getirecek, değerlendirecek yapılaşma tekniğinin ve morfolojisinin, onu eski imgelerinin tümünden birden kurtaracak şehir resminin çizilmesidir. Rossi'nin projesi binalarıyla, yerleşme formuyla, çizim ve ifade tekniğiyle, renkleriyle eski projelerindeki izleri sürdürür, onların yabancısı değildir. Ancak belki şehire alışık olmadığı bir açıyla baktığı için, belki ölçeğin yabancısı olduğu için, belki de düpedüz konunun dayatması nedeniyle, resim imâ ettiği realiteden kopamaz; onu yeniden gösterecek güçten düşmüş, çevre tarafından bastırılıp önemsizleştirilmiş gibidir. Çok uzaktan görüldükleri için ayrıntıları seçilememesine rağmen, renkleri, ifade ediliş teknikleri ve duruşlarıyla binaların halâ Rossi'nin binaları olduğu seçilir; tekrardan ve takıntıdan şüpheye düşülmez. Ancak bu devasa kütlelerin, sergilenen diğer projelerdeki yine uzaktan görülen binalardan ne farkı olduğu seçilememeye başlamıştır; daha doğrusu öyle veya öteki türlü olmalarının neyi değiştirdiği.

Oysa konutlarının, okullarının, tiyatrolarının arkasından yükselen kuleler şehrin ayağa kalkışı gibi geliyordu bize. Bu kule, bu ayaklanış daha da iri gövdelere dönüşerek, her şeyi kendinde toplayarak, birdenbire Venedik'deki Büyük Kanal'ın ağzında belirebiliyordu "Teatro del Mondo" (Dünya Tiyatrosu) isimli yüzen tiyatro ile. Şehrin bu ayağa kalkışı, anî bir hareketle bütün fazlalıkları üstünden atmaya hazırlanan bir kıvılcımdan çok, geçmişin hesabı görülmemiş, gölgede kalmış yüklerini de sırtlayan bir kambura benziyordu.

Rossi şehri gördü. İtalyan olduğu için. Gördüğünün farkına vardı. İflâh olmaz bir germanofil olduğu için. Bize de göstermek için uzaklarda bir yeri işaret ediyor. Gösterdiği yerde bir şey göremiyoruz. Sadece kekelemelerini duyuyoruz. Bir kaç hecenin tekrarını. Etrafındaki halka kalabalıklaşıyor. Uğultu artıyor. Alkışlar da başladı ve bir ödül seramonisine dönüştü. "Şehrin Mimârı" ödülü verilecek. Artık kekelemeleri duyulamıyor. İşaret ettiği yere zaten epeydir kimse bakmıyordu. Ama o göstermeye devam ediyor. Görülmeyeceğini belki başından beri biliyordu. Israrı yayı gergin tutmak için. Gevşettiği anda görüntünün ebediyyen kaybolacağından korkuyor.

Kaynaklar:
Adjimi, M.; Aldo Rossi / Architecture 1981-1991; New York, 1991.
Kuhnert, N., Soziale Elemente der Architektur: Typus und Typusbegriffe im Kontext der Rationalen Architektur; Aachen, 1979.
Moneo, R.; Aldo Rossi ve Mimarlık Düşüncesi; Mimarlık Dergisi 84/7-8.
Moneo, R.; Postscript; Aldo Rossi: Buildings and Projects içinde s.310-16, New York,1985.
Pfammater, U.; Moderne und Macht / Razionalizmo: Italienische Architecten 1927-1942; Braunschweig, 1990.
Rossi, A.; Die Architektur der Stadt; Düsseldorf, 1973.
Rossi, A.; Wissenschaftliche Selbstbiographie; Bern, 1988.
Rossi, A.; Söyleşiler; Konuşmalar Dergisi 2 (Kasım 88) ve 12 (Eylül 90).
Rossi, A.; The Architecture of Adolf Loos; Adolf Loos içinde, s.11-15. Milano,1982.
Scully, V.; The End of Century Finds a Poet; Aldo Rossi: Buildings and Projects içinde s.12-13, New York,1985.
Tanyeli, U.; Rossi ve Analojik Düşüncesi; Arredamento Dekorasyon-1991/7.
Tafuri, M.; Kapitalismus und Achitektur: Von Corbusiers 'Utopia' zur Trabantenstadt; Berlin 1977.
Yücel, A.; Kuramcı ve Sanatçı Aldo Rossi: Rasyonalizm ve Manyerizm Arasında; Arredamento Dekorasyon-1991/7.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1Defter dergisinin Ocak-Haziran 1992 tarihli 18. sayısında M.Karaören ile ortak imzalı olarak yayınlanmıştır. (s.47-75).

2Depreme karşı, binaları birbirinden ayırarak korumak için bırakılan ve genellikle 5 cm'yi geçmesi gerekmeyen boşluk.

3Rossi Şehrin Mimarisi'nde tipolojiyi şöyle tanımlar: "Tipoloji, -şehirde olduğu gibi tek tek yapılarda da- daha fazla indirgenemeyecek olan elemanter tiplerin öğretisidir. Örneğin tek merkezli şehirler ya da merkezî yapılar. Bütün mimarî formlar tipe geri götürülebilseler de, tip formla özdeş değildir. Bu geri götürme gerekli bir mantıkî operasyondur. O olmadan formdan konuşmak mümkün değildir."(A.S. s.28) Bu tanımla, tiple arketip arasındaki fark bulanıklaşmış olabilir: Tip, mantıkî bir operasyonun, zihinsel bir çabanın sonunda ortaya çıkan soyutlamadır; aralarında akrabalık ilişkileri bulunan unsurların en soyut ve bilenler tarafından anlaşılabilir bir üstdil içinde ifade edilmiş ortak özellikleridir. Arketip ise somuttur; artık "o" olduğundan şüpheye düşülemeyecek ilk tamamlanmışlık, ilk duruştur; herkezin görür görmez tanıdığı, kendi kendine benzeyen şeylerdir. Dolayısıyla birinde sonuna kadar götürülen soyutluk iken, diğerinde somutluktur; biri biraraya getirdiği herşeyi anlatıp kendi başına hiçbir şey ifade etmezken, diğeri sadece kendini anlatır.

4Rossi Şehrin Mimarisi'ne 1969'da yazdığı önsözde bu sorunu, çözümlemekle yaratmak arasındaki dolayımı biraz hafife almış gibi gözükür: "Mimarinin akılcı karakteri unsurlarının zaman içinde oluşmuş olmasıyla ilgilidir... Arkeologlar bir şehrin kalıntılarını, ancak onu belirli bir sistem içinde düzene sokabildikleri anda keşiflerinin nesnesi haline getirebilirler. Gerçeklik önce böyle oluşur... Bu düşünceler çerçevesinde, mimari çalışmanın teorik temelleri gibi gelen 'analojik şehir' tezini öne sürdüm. Bundan, şehir gerçeğinin bazı temel fenomenlerine dayanan ve ona analojik sistemin çerçevesi içinde yeni olgular ekleyen kompozisyon sürecini anlıyorum. Canaletto'nun Parma Müzesi'ndeki Venedik resminde analojik şehir kavramının örneğini buldum. Bu resimde Rialto Köprüsü, Palladio'nun tasarladığı biçimiyle, Il Redentore Kilisesi ile Palazzo Chiericati'yi birbirine yanaştırıyordu; burada ressam tarafından dikkat çekilen bir şehir konumu sözkonusuydu. Böylece Palladio'nun üç eseri, ki bir tanesi sadece tasarım olarak kalmıştı, ... analojik bir Venedik'i kuruyordu. İki tamamlanmış binanın, tasarımdan öteye gitmemiş bir köprü ile topografik olarak birbirlerine yanaştırılmasıyla -bu, önemli bir mimariye aracılık eden kurgusal bir yerden ibaret olsa da- ortaya tanıdığımız bir şehir çıkıyor. Bu örnekle planlamanın nasıl formel-mantıksal bir operasyonun üzerine kurulabileceğini göstermek istiyordum. Buradan, ögeleri önceden saptanabilen ve tanımlanabilen, ancak anlamı ve gerçek duygusu planlamanın yürütülmesiyle öngörülemez ve orjinal olarak kalan bir mimari planlama teorisi çıkıyordu." (A.S. s.8-9)

5Burada modernist söylemin kilit kavramlarından biri olan fonksiyon , işlev yerine işlerlik kelimesiyle karşılanmıştır. Çünkü işlev , fonksiyonun, Rossi'yle beraber bütün modernizm sonrası öncüler tarafından eleştirildiği anlamının, tek taraflı neden-sonuç ilişkisinin karşılığı olarak kullanılmaktadır Türkçe'de. İşlerlik ise daha sonra değinilecek olan cebirdeki karmaşık bağımlılık ilişkisine de değil, "işlerlikte olmak", "yürürlükte olmak" anlamlarına gelen Almanca'daki "funktionieren" fiiline işaret etmektedir.

6Wittgenstein'dan zikreden Rossi; The Architecture of Adolf Loos, Adolf Loos, (1982) içinde, s.13.

7Taklit yoluyla bir biçime bürünme.

8Zikreden: H.Klotz; Moderne und Postmoderne, s.212.

9Rossi bu bölümde fonksiyonalizmi şöyle eleştiriyordu: "Buraya kadar, şehirsel fenomenlemlerin incelenmesinde temel öneme sahip problemleri sayarken fonksiyon problemine değinmedim, çünkü bu fenomenlerin oluşmasının ve biçimlenmesinin fonksiyonlarına bağımlı olmadığını düşünüyorum. Bu fenomenlerin birçoğunda fonksiyon ya zamanın akışı içinde değişmiştir, ya da bunlar zaten hiçbir zaman özel bir fonksiyonla yüklenmemişlerdir. Bu nedenle şehirsel elemanların fonksiyonel yorumunun sadece hiçbir berraklık getirmemekle kalmayıp, aynı zamanda da formları araştırmaktan alıkoyacağını ve gerçek mimarî yasaların bilgisini engelleyeceğini iddia etmek istiyorum. Ancak burada derhal vurgulanmalı ki bu açıklama cebirdeki gerçek anlamıyla fonksiyon kavramının yadsınması demek değildir: Cebirdeki anlamı, her değerin bir diğerinin fonksiyonu olduğundan ve fonksiyonla form arasında, nedenle sonuç arasındaki lineer çizgiden daha karmaşık bir ilişki olduğundan hareket eder. Yadsıdığım, fonksiyonların formu ve dolayısıyla da şehirciliği ve mimarlığı tek taraflı olarak belirlediğini öne süren fonksiyonalizmin safdil çerçevesidir.Fizyolojiden devralınmış böylesi bir fonksiyon kavramı formu, fonksiyonlarının şeklini ve gelişimini belirlediği ve bu nedenle de fonksiyondaki bozulmaların şeklini de değiştireceği bir organ olarak anlar. Fonksiyonel ve organik mimarî, 'Neues Bauen'ın ('Yeni Yapım' anlamına gelen bu deyim modernist mimarinin Almanya'da kendi kendine koyduğu özel isimlerden biriydi. ç.n.) bu iki temel çizgisi, bu nedenle aynı ortak köke dönerler; her ikisinin de zaafları ve yanlış anladıklarının temeli bundan kaynaklanır. Çünkü form bu yolla karmaşık motivasyonlarından mahrum bırakılmıştır. Bir yandan tip tek tek elemanların düzenine yönelik basit bir şemaya, sirkülâsyon yollarının diagramına indirgenirken, öte yandan da mimarînin özerk kalitesi elinden alınmıştır..."(A.S. s.29)

10Prototip, nesnenin doğrudan üretim faaliyeti alanındaki gerçekleşmesinden önce, aynen çoğaltılmak üzere temsilî düzlemde kurulmasıdır; çok sayıdaki kopyanın ön modelidir.

11Aktaran U.Pfammatter, s.168-169.

12Rossi'yi de içine alan gruba adını veren İtalyan rasyonalizmi sanayiye ve ekonomiye tâbi olmamış, ancak İtalya 2 savaş arasının kıyıda kalmış ülkesi olduğundan, orta Avrupa'daki gelişmelerin gölgesinde kalmıştı. Yine de sanayi karşısında özerkliğini koruyan bu eğilimin politik angajman talebi, faşizmin aradığı ifade olduğunu ispatlamaya çalışması sorgulanmaya değer. Ancak Rossi mimarîyle politika arasında doğrudan ilişkiler kuran soruları sevmez. 1977'de A.A. dergisinin "Mimarlığınızın tarihsel kaynakları neler? Bazı eleştirmenler faşist, nazi, Stalinci mimarlığın etkisinden söz ettiler. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?" sorusuna şu cevabı verir: "İtalyan kökenli eleştiriler başta olmak üzere getirilen eleştirilerdeki nitelemeler yalnızca karaçalma amaçlı olmakla kalmayıp, tarihsel temellerden de yoksunlar. Her tür faşist biçim ya da anlayışla hep mücadele ettiğim için benim açımdan karaçalma amaçlılar, ama bir yandan da aptalcalar, çünkü faşist mimarlık yoktur. Faşist dönemin mimarlığı şu, peki kabul, ama hangi mimarlık? Piacentini'ninki mi yoksa Terragni'ninki mi? Bir de şu var; Terragni ya da Lombard akılcılığı düşünüldü mü? İşte o zaman bizzat Amerikalı dostlarım 'faşist' olarak nitelenebilir..."(aktaran: Konuşmalar /2)
Arredamento-Dekorasyon Dergisi, 1991/7, s.117-118.

13Atılımın yönünün ve boyutlarının anlaşılmasına yardım edecek bir kaç örnek ve rakam: Paris'te son 5 yılda üretim alanlarının %26'sı tasfiye edilmiştir; buna karşılık büro alanları toplamının 28 milyon m2'den 35 milyon m2'ye çıkarılması hedeflenmektedir. Yine Paris'te 2 odalı bir evin kirası en üst dereceden memur maaşının yarısına, m2 satış fiyatı ise aynı maaşın 2-3 katına yükselmiştir; buna karşılık devletin sosyal konut alanlarına yaptığı sübvansiyon 1980'ler içinde %50 oranında azalmıştır. (bkz.: H.G.Helms(derl.); Stadt als Gabentisch: Beobachtungen der aktuellen Städtebauentwicklung (1992) içinde: C.Schnaidt, (s.196-200) Frankfurt'un 7.5 milyon m2 olan toplam büro alanının yaklaşık yarısı son on yılda inşa edilmiştir; ayrıca bunların da yarısı şehir merkezinin hemen batısında bulunan ve şehrin toplam alanının ancak %8'ini işgal eden bir alan içinde yoğunlaşmışlardır. (age, K.Brake, s. 217-232) Aktif işlem gören sermaye hacmi Paris'in 4 katı olan Londra'da ise, dünyada son dönemin en büyük girişimlerinden olan ve yakınlarda iflâs ettiği açıklanan "Doglar Projesi" anılabilir. (age, J.Turkie, s.173-195)

14Berlin'in 1871 sonrası imar tarihini, özellikle de birbirini kesen şehir operasyonlarının sonuçları açısından anlatan titiz bir kaynak için bkz.: H. Bodenschatz; Platz frei für das neue Berlin, (1987).

15Atılımın yönünün ve boyutlarının anlaşılmasına yardım edecek bir kaç örnek ve rakam: Paris'te son 5 yılda üretim alanlarının %26'sı tasfiye edilmiştir; buna karşılık büro alanları toplamının 28 milyon m2'den 35 milyon m2'ye çıkarılması hedeflenmektedir. Yine Paris'te 2 odalı bir evin kirası en üst dereceden memur maaşının yarısına, m2 satış fiyatı ise aynı maaşın 2-3 katına yükselmiştir; buna karşılık devletin sosyal konut alanlarına yaptığı sübvansiyon 1980'ler içinde %50 oranında azalmıştır. (bkz.: H.G.Helms(derl.); Stadt als Gabentisch: Beobachtungen der aktuellen Städtebauentwicklung (1992) içinde: C.Schnaidt, s.196-200) Frankfurt'un 7.5 milyon m2 olan toplam büro alanının yaklaşık yarısı son on yılda inşa edilmiştir; ayrıca bunların da yarısı şehir merkezinin hemen batısında bulunan ve şehrin toplam alanının ancak %8'ini işgal eden bir alan içinde yoğunlaşmışlardır. (age, K.Brake, s. 217-232) Aktif işlem gören sermaye hacmi Paris'in 4 katı olan Londra'da ise, dünyada son dönemin en büyük girişimlerinden olan ve yakınlarda iflâs ettiği açıklanan "Doglar Projesi" anılabilir. (age, J.Turkie, s.173-195)

16Berlin'in 1871 sonrası imar tarihini, özellikle de birbirini kesen şehir operasyonlarının sonuçları açısından anlatan titiz bir kaynak için bkz.: H. Bodenschatz; Platz frei für das neue Berlin, (1987).

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz