reklam

Konut ve Yerleşme Kültürü Üzerine Yazılar
Diyalog 2002 - II > İhsan Bilgin

Tarih: 30 Ekim 2002
Yer: Arkitera Forum

 

1 2 3

II. Sanayi Toplumunun Krizi (1.Dünya Savaşı'ndan 2.Dünya Savaşı'na)
Ulus Devletin Ve Ulusal Pazarın İnşası (Cumhuriyet'in İlanından Seçimlere)
1920 - 1946 (Radikal Modernleşme)

Evrensel ölçekte bu dönem, sonuçları esas olarak 2. Dünya Savaşı'ndan sonra görülmeye başlanacak olan kapitalist sanayileşmenin ikinci kuşağının temel özelliklerinin belirmeye başladığı bir zaman aralığıdır. Bu özellikler şunlardır:

1. İki kutuplu dünya: Bu dönemde SSCB'nin kurulması ve kalıcı bir bünyeye dönüşmesi iki kutuplu dünyanın habercisi olmuştur.
2. Refah devleti: Devletin hizmet sektörüne yaptığı yatırımlarla ve piyasa içindeki regüle edici rolüyle bir yandan tüketim kapasitesinin ve sanayi sektörünün genişlemesini, öte yandan da toplumsal istikrarı garanti altına alması. Özellikle merkez ülkelerdeki devletler, toplum içinde etkinliklerinin artması anlamına gelen bu yeniden yapılanma sürecine girmeye başlamışlardır.
3. Uluslararası örgütler: Uluslararası ölçekte piyasaları regüle etmek ve çelişkileri savaş çıkmadan çözmek işlevini yüklenen bu uluslararası istikrar kurumları henüz biçimlenmemiştir. 1. Dünya Savaşı'nda çözülemeyen uluslararası çelişkileri çözmek için savaş aygıtı en şiddetli haliyle bir kez daha denenecek ve karşı kutbun da güçlenmesi sonucunda yeni bir çelişki çözme mekanizması olarak bu kurumlara başvurulacaktır.

Bu dönemde, 1920'lerin ilk yarısı savaş sonrası ekonomik tedbirleriyle, 1930'ların ilk yarısı dünyanın geçirdiği en büyük sarsıntı olan 1929 krizinin yaralarının sarılmasıyla, 1940'ların ilk yarısı da savaşla geçmiştir. Dolayısıyla, çözümlerden ve istikrardan çok belirsizliklerin öne çıktığı bu dönem, merkez ülkeler arası çelişkilerin çözülmeye çalışıldığı bir zaman aralığı olmuştur. Esas olarak merkez ülkelerdeki dinamiklerden beslenen çevre ülkeler de bir bekleme dönemine girmişlerdir.

Bu uluslararası ortamın Anadolu coğrafyası üzerindeki en önemli etkisi, ekonomik bir içe kapanma, yani "kendi yağıyla kavrulma" olmuştur. Bu ekonomik içe kapanmayla örtüşen içsel gelişme de, ulus devletin kuruluşu, yani cumhuriyetin ilanıdır. Yapısı gereği yüzü dışarıya dönük olan 500 yıllık imparatorluğun yerine geçen yeni ulus devlet, yine yapısı gereği içsel bütünlüğü ve uniformiteyi ön plana çıkarıyordu. Uluslararası ekonomik etkileşime daha açık bir konjonktürde, uluslaşma sürecinin başını çeken bir devletin dışarıyla çok farklı türden ilişkiler kurabileceği ve onlardan çok farklı biçimlerde etkilenebileceği açıktır. Burada ayırdedici olan, uluslararası ekonomik kanalların işlek olmadığı bir konjonktürle, yapısı gereği içsel bütünleşmeyi ve uniformlaşmayı öne çıkaran ulus devletin kurulma döneminin tarihsel olarak çakışmış olmasıdır.

Bu çakışmanın makro ölçekli mekansal gelişmeler açısından yarattığı en önemli sonuç, ekonomik ve politik etkinlik merkezinin Batı Anadolu'dan Orta Anadolu'ya kaymış olmasıdır. Yeni Cumhuriyet'in makro ölçekli mekansal coğrafyayı etkileyen kararlarından birincisi başkentin Ankara'ya taşınması, ikincisi de ticari tarımda elde edilen birikimin devlet inisiyatifiyle sanayi yatırımlarına dönüştürülmesidir. Bu sanayi yatırımları da, yeni devletin tercihlerine uygun olarak, Ankara civarındaki orta ölçekli kentlerde ve yine Orta Anadolu'nun çeperlerindeki maden bölgelerinde yer seçmişlerdi. Orta Anadolu'nun hem idari, hem de sınai merkez olarak seçilmesi, ulusal pazarı bütünleştirmek ve uniformlaştırmak açısından büyük önem taşıyordu. Cumhuriyet'le birlikte çizilen yeni ülke sınırları, doğu ve batıdaki bölge ekonomilerinin iç bütünlüklerini bozmuştu (Örneğin Basra ve Selanik ekonomilerinin büyük bir bölümü T.C. sınırları dışında kalmış, içeride kalanlarsa çevreleriyle irtibatlarını kaybetmişlerdi.) Yeni yönetim politik ve ekonomik etkinlik merkezini orta Anadolu'ya taşımakla, damarları kesilmiş bu bölge ekonomilerini bütünleşik bir ulusal pazar etrafında birleştirmeyi mümkün kılacak coğrafi bir tercih yapmış oluyordu. Bu olgu en somut mekansal ifadelerinden birini, farklı bölge ekonomilerine ait oldukları için birbirlerine değmeyen demiryolu şebekelerinin açık uçlarını orta Anadolu'da birbirlerine bağlayarak tek bir şebekeye dönüştüren demiryolu yapım stratejilerinde bulmaktadır.

Yeni uluslararası ve ulusal konjonktür, modernleşmenin sadece coğrafyasını değil, taşıyıcı aktörlerini de değiştiriyordu. Önceki dönemde yeni konut ve yerleşme formalırının ortaya çıkmasına öncülük edenler liman kentleri İstanbul ve İzmir'deki ticaret burjuvazisi, azınlıklar ve üst kademe bürokratlar iken, öncülük bu dönemde orta ve büyük ölçekli Anadolu kentlerindeki bürokrat ve memur kesime, yaygınlaşan prestijli meslek sahiplerine ve sanayi kuruluşlarında çalışan kesimlere geçiyordu.

Dolayısıyla, önceki döneme damgasını vuran, modernleşenle geleneksel kalan arasındaki dualistik yapı egemenliğini sürdürmektedir. Ancak eksen kaymıştır: Uluslararası liman kentlerinin yeni imarlı alanlarıyla geride kalan tüm yerleşme dokusu arasındaki karşıtlık, kentle kır arasındaki karşıtlığa dönüşmüştür; modernle geleneksel arasındaki ikilik kent merkeziyle kontrol ettiği çevresi arasındaki ilişkide temsil edilmektedir. Bir başka deyişle, modern yerleşme ve konut biçimleri İstanbul ve İzmir'den, geniş Anadolu coğrafyası içindeki kentlerin merkezlerine sıçramıştır. Ancak bu, tıpkı önceki dönemde olduğu gibi, tüm yerleşme dokusuna nüfus etmekten ve yayılmaktan ziyade, geleneksel formların içindeki noktasal adacıklar biçimindedir. Modernle gelenekselin birbirine entegre olması (ki, dünya kentleşme deneyimi bunun ancak çok istisnai bir hal olabileceğine işaret etmektedir!), ya da sonraki dönemde olacağı gibi modernin gelenekseli yutması değil, modernin yaygın geleneksel doku içinde adacıklar yaratması, bir başka deyişle düalistik yapı sözkonusudur.

Modernin adacıkları en yaygın ve tipik mekansal ifadelerini kent merkezlerindeki Cumhuriyet Caddelerinde, bu caddelerin üzerinde odaklanan Cumhuriyet Meydanlar'ında, Hükümet Konağı vb. modern kamu yapılarında ve genellikle aynı aksın uzantısı olan garlar ile yeni yerleşim alanlarının imar planlarında bulurlar. (Bu girişimlerin ardındaki model, 1789 devrimi sonrasında Fransız şehirlerindeki uygulanan imar düzenleridir.) Ankara'nın Hermann Jansen tarafından yapılan planı, bu modernist vizyonun en görkemli ve bütünsel ifadesidir. Bu plan, modernizmin en ekstrem tasarılarından ziyade, Stübben, Baumeister, Eberstadt, Schumacher, Berlage gibi kıta Avrupalı plancıların, iki boyutlu işlevsel "zoning" prensipleriyle, üç boyutlu "şehir inşa sanatını" (Städtebaukunst) bütünleştiren yumuşak planlama anlayışlarının izini sürüyordu.

Yeni devletin önderliğinde yürütülen modernleşme programının konut yerleşmelerindeki karşılığı da toplu konutlar olmuştur. Cumhuriyet'le birlikte bir yandan önceki dönemde ortaya çıkmış olan apartman tipi konut orta Anadolu'nun modernleşmeyi temsil eden bölgelerinde yaygınlaşırken, diğer yandan yeni sunum biçimleri gündeme geliyordu. Ürünü batılı anlamda toplu konut olan birinci sunum biçimi, İngiltere'da ve kıta Avrupası'nda da toplu konutun orijini olarak kabul edilen lojman-konut olmuştur. Bir farkla ki, erken sanayileşen ülkelerde lojman-konut yerleşmeleri işgücünün maliyetini düşürmek ve bir fabrika cemaati oluşturmak amacıyla aydınlanmış sanayi kapitalistleri tarafından üretilirken, burada inisiyatif sanayileşmeye de öncülük eden devletin elindedir ve birincil amacı da bir yaşama ve birarada durma tarzı olarak modern toplumun inşasına katkıda bulunmaktır. Dolayısıyla da Anadolu'daki sanayi yatırımlarının çevrelerinde kümelenen bu yerleşmeler, makro ve mikro ölçekli biçimsel özellikleri ve mekan kurguları bakımından 19.yy.'ın erken lojman yerleşmelerinden çok, kendi dönemlerinin modernist çizgilerini yansıtmaktadırlar. Burada ilginç olan, artzamanlılıkla eşzamanlılığın içiçe geçmesidir: daha geç ve devlet kontrolunda sanayileşen bir coğrafya, batılı modernist mimarlar tarafından sanayileşmenin sorunlarının ortaya çıkmasından yüz yıl sonra Bauhaus, Werkbund, belediyeler ve sendikalar gibi kamu kuruluşları aracılığıyla üretilen modelleri, üretildikleri dönemde benimseyip uygulamıştır.

Bu dönemde batıdan devralınan ikinci toplu konut üretim modeli ise kooperatiftir. Batıda, konut sorununu doğrudan yaşayan kesimlerce bir sosyal dayanışma aracı olarak üretilen bu kurum, yeni devletin modernleşme programının parçası olarak gündeme gelmiş ve yine batıdan farklı olarak üyeleri için mülk konut üretmiştir. Mülk konut üretmeye yönelik bu kooperatif modeli, kooperatifleşmenin yaygınlaşacağı 1960 sonrası dönemde de sürdürülmüştür.

Gerek lojman, gerekse de kooperatif yerleşmeleri, az katlı ve düşük yoğunluklu yerleşme biçimleriyle bahçe-şehir geleneği içinde yer alıyorlar; bahçe-şehir geleneğinin pittoresk/kırsal kurgudan fordist/rasyonel kurguya kadar açılan geniş yelpazesi içindeki çeşitli vurgulara öncelik tanıyabiliyorlardı. Avrupa'da da henüz sadece vizyon olarak bulunan ve 2. Dünya Savaşı'ndan sonra yaygınlaşıp bahçe-şehir/küçük-yerleşme geleneğinin yerini alacak olan uydu-şehir/büyük-yerleşme ölçeği henüz model olarak benimsenmemiştir.

III. Sanayi Toplumunun Stabilizasyonu (2.Dünya Savaşı'ndan 
Petrol Krizine)
Sanayi Toplumuna Doğru (Seçimlerden Döviz Krizine)

1945 - 1980 (Populist Modernleşme)

2. Dünya Savaşı sonrası dönem, kapitalist sanayileşmenin ikinci kuşağına has araçlarla sanayileşme ve modernleşmenin, önceki dönemlerden daha etkin bir biçimde dünyaya yayıldığı ve nüfus ettiği bir zaman aralığı olmuştur. Bu araçların geliştirilmesinde ve dünyaya yayılma tarzında karşı kutup olan sosyalist bloğun varlığı etkili olmuşsa da, modernleşme sürecinin inisiyatifi ABD önderliğindeki kapitalist ekonomilerde olmuştur. Sosyalist blok da karşı kutupla yarışma içinde, modernleşme ve sanayileşme sürecinin yaygınlaşmasına ve dünyayı kaplamasına katkıda bulunmuştur. Bu modernleşme ve sanayileşme süreci esas olarak, uluslararası ekonomik ve politik kurumlarca yönlendirilen, ulus devletlerin muhatap alındığı ve inisiyatifi yüklendiği bir ulusal kalkınmacılık modeli olmuştur.

Bu süreçten nasibini alan ve derinlemesine etkilenen ülkelerden biri de Türkiye'dir. Önceki bölümlerde de değinildiği gibi, topluma önderlik eden kesimlerin ve merkezi yönetimin öncülüğünde 100 yıldır gündemde tutulmuş olan modernist projenin bıraktığı ekonomik-politik-kültürel birikim, bu evrensel sürecin içselleştirilmesini kolaylaştıran ve hızlandıran bir etken olmuştur.

Bu koşullar altında 2. Dünya Savaşı'ndan sonra başlayan tarımda makinalşma ve verimlilik artışı ile kentlerde sınai üretimin gelişmesi, erken endüstrileşmiş ülkelerden başlayarak bütün dünyaya yaydığı evrensel eğilimlerini Anadolu coğrafyası üzerinde de etkin kılmıştır. Yerleşme düzeni üzerinde de köklü bir dönüşümün kaynağı olacak olan bu evrensel eğilimler 3 başlıkta toplanabilir:
1. Düzenli nüfus artışı,
2. Düzenli nüfus yoğunlaşması,
3. Artan ve yoğunlaşan nüfusun iş yapma ve yaşam organizasyonunun düzenli olarak değişmesi.

Dolayısıyla 1945 sonrası dönem, 19. yüzyılın başından beri süregelen modernleşme sürecinde bir dönüm noktası olacaktır. Geleneksel ilişkilerin ve yerleşme biçimlerinin egemen olduğu bir coğrafya içinde adacıkların yer aldığı ve bu adaların çevrelerine içeriden nüfus edip dönüştürmek yerine dışarıdan kontrol ettikleri düalistik bir yapı yerine, birleşik etki yapan homojen bir gelişme biçimi egemen olmuştur. Böylelikle modernleşme, uluslararası ticaret erbabı, üst kademe bürokrat ve nihayet memur kesiminin kendilerni toplumun geri kalanından ayrıştıracak seçkin bir yaşama tarzının ifadesi ve bir devlet projesi olmaktan çıkarak, toplum katlarının yüzeyini kaplayan ve topluma derinlemesine nüfus eden bir dinamik halini almıştır. Bir başka deyişle kısmi ve dışsal bir gelişme olmaktan çıkıp, bütüncül ve kuşatıcı bir karakter kazanmıştır.

Bu ortamı mümkün kılan en önemli etkenlerden biri ulusal pazarın bütünleşmesi ve homojenleşmesidir. Bunun sağlanması da mal ve insan taşımacılığının gelişmesi, yaygınlaşması ve standartlaşması ile mümkündür; çünkü modern bir toplum herşeyden önce yüksek bir mobilite imkanı üzerine kuruludur. Bir önceki dönemi demiryolu ağının belirlemesi gibi, bu dönemi de karayolu şebekesinin hızla yayılması belirlemiştir. Mobilitesi artan Anadolu coğrafyasının ağırlığı batıya kaymıştır. İstanbul-Ankara-Adana şehirlerini birleştiren hat gelişme eğilimi açısından Anadolu'yu ikiye bölmüş, hattın güneybatısında kalan coğrafya, gerek sanayileşme, gerek nüfus çekimi ve gerekse de kentleşme açısınıdan modernleşmenin ağırlığını taşırken, doğusunda ve kuzeyinde kalan bölge nüfus kaybeden ve belirlenen konumda kalmıştır. Modernleşmeye öncülük eden güneybatı bölgesi de homojen bir gelişme göstermemiş, nüfus esas olarak 4 bölgede yoğunlaşmıştır: Bunlardan birincisi İstanbul-Kocaeli-Bursa üçgenini kapsayan Doğu Marmara bölgesidir ki, Anadolu sanayileşmesinin ve modernleşmesinin asıl ağırlık noktasını teşkil eder. İkincisi İzmir'i merkezine alan orta Ege bölgesi; üçüncüsü de Adana'nın merkezi olduğu Çukurova'dır. Dördüncü çekim noktası olan Ankara, birleşik etkilerini dalgalar halinde dışa yayan bir metropol etkisi yaratmamış, başkent işleviyle aşırı büyüyen üçüncü sektör nedeniyle çekim merkezi olmuştur. Tamamı bu bölgenin içinde kalan Ege ve Akdeniz kıyılarının turizme elverişli klimaları ve tarihsel özellikleri de, doğudan batıya doğru olan çekimi destekleyici bir faktör olmuştur. Hattın doğusunda ve kuzeyinde kalan bölgede ise Gaziantep, Diyarbakır, Erzurum, Sivas, Trabzon, Samsun gibi bölgesel merkezler oluşmuştur. Bunlar batıdan gelen sınai ürünlerle çevrelerindeki tarımsal üretimin dağıtımının ve kontrolunun kavşak noktaları olmuşlardır.

Artan ve esas olarak batıdaki 4 merkezde yoğunlaşan nüfus bu kentlerde, nicelik ve nitelik olarak önceki dönemlerle kıyaslanamayacak düzenli bir konut ihtiyacı doğurmuştur. Bu ihtiyacın yarattığı ortam, 19. yüzyılda sanayileşen batılı ülkelerin karşılaştıkları konut sorunu ile paralellikler göstermektedir. Önceki dönemlerde dünyadaki modernleşmenin yaydığı bazı kısmi etkilerle ortaya çıkan ihtiyacı karşılamak için üretilmiş (daha doğrusu batıdan alınmış) modeller, gerek sunum biçimi, gerekse de fiziki form açısından bu yeni kitlesel ve düzenli talebi karşılamakta yetersiz kalmışlardır.

Bu yeni düzenli konut talebi, herbiri farklı yerleşme özellikleri taşıyan ve piyasa içinde birbirlerini ikame eden üç ayrı sunum biçimiyle karşılanmıştır. Bunlardan birincisi, şehirlerin mevcut (sık veya gevşek) imarlı alanlarında ve onların yakın gelişme alanlarında gerçekleşen yap-satçı üretimidir. Yap-satçı üretim esas olarak imarlı alanlardaki yoğunluğu arttırıcı bir işlev görmüştür. Bu sunum biçimi dönemin başında, 1954'te serbest bırakılan kat mülkiyeti ile mümkün olmuştur. Kat mülkiyeti yasasını dünyada ilk uygulayan ülkelerden birinin Türkiye olması ilginçtir. Bu sihirli formülün bütün yaptığı, küçük arsa sahibini, küçük sermaye sahibi müteahhit ve küçük birikim sahibi konut alıcısı ile elverişli ve güvenli bir piyasa ortamında buluşturabilmesidir. Böylece hiçbirisinin tek başına gücünün yetmediği bir girişim, gönüllü ve güvenli bir piyasa ilişkisi içinde biraraya gelen orta tabakaların güçlerini baştan birleştirmeleriyle mümkün hale gelmiştir. Yap-satçı sunum biçimi o denli tutmuş ve Türkiye'nin sosyal bünyesine o kadar uymuştur ki, çekim merkezlerinde arzedilen yeni konut stokunun %40-45'i binaların tek tek yapıldığı bu mekanizma ile üretilmiştir. Bütün imarlı alanların tek tek parseller üzerindeki inşaatlarla yoğunlaştırılması da, şehirlerin dönemin tümü boyunca, 30 yıllığına büyük bir şantiyeye dönüşmesi anlamına gelmiştir.

Yap-satçı üretim, bitişik nizam ve ayrık nizam şeklinde iki ayrı kent formu üretmiştir. İmar izninin bina yüksekliğine endekslendiği bitişik nizam yapılanmanın orta Avrupa şehirlerinde olduğu gibi, homojen ve bütünlüklü bir cadde kenarı mimarisini yaratamamış olmasının nedeni, üçüncü boyutta hizalar ve ritmlerle ilgili bir sınırlamanın getirilmemiş olmasıdır (Avrupa şehirleri bunu 19. yüzyılda barok planlama geleneğinden devraldıkları prensiplerle gerçekleştirmişlerdi). Ayrık nizam yapılaşma ise, parsel büyüklüklerinin eşit olduğu bölgelerde birbirinin aynı binaların yanyana dizilmesiyle oluşan anlamdan ve farktan yoksun bir yerleşme dokusu; parsel büyüklüklerinin farklı olduğu bölgelerde ise yanyana geldiklerinde okunaklı bir bütünlük oluşturmayan bina volumetrilerini biraraya getiren bir yerleşme dokusu ile sonuçlanmıştır. Aşırı yoğunluk taleplerine yanıt veren imar düzenleri, ayrık nizamın yeşille bölünmüş gevşek yapılaşma potansiyeline imkan vermemiş, bunun yerine ne birbirine değen, ne de yeterince ayrılan bir yığılmaya neden olmuştur.

Gerek ayrık, gerekse de bitişik düzende inşa edilen yap-sat apartman bölgeleri, arsa büyüklüklerine göre sınıflandırılabilecek birkaç planimetrik şemanın tekrarıyla oluşmuştur. Bu şemalar herhangi bir tasarım disiplininin öncelikleriyle değil, müteahhitlerin uygulama sürecinde sezgileriyle geliştirdikleri ve piyasa içinde doğruladıkları bir orta sınıf yaşama formatı tarafından belirlenmiştir. Küçük üretim şekliyle üretilen bu apartmanların tamamı, betonarme iskelet ve geleneksel tuğla duvar örgüsüyle yapılmış, ince inşaat donatısı ise yapı malzemesi piyasasının sunduğu menü tarafından belirlenmiştir.

Bu dönemdeki kentsel konut üretiminin ikinci %40-45'lik dilimi ise gecekondu olarak adlandırılan yasa dışı sunum biçimleri tarafından yapılmıştır. Kentlerin imarlı alanlarının dışındaki kamu arazilerinde, sanayi bölgelerinin civarlarından başlayarak yayılan bu sunum biçimini, populist imar politikalarının sonucu olan imar afları mümkün kılmıştır. Şehre yeni gelen ve yasal konut piyasasından konut edinecek birikime sahip olmayan kesimlerin kendi inisiyatifleriyle gerçekleştirdikleri bir sunum biçimidir. Dinamik ve devingen bir süreçtir. Benzer bir biçimde başlamalarına rağmen, topoğrafyadan kaynaklanan iki ayrı süreçle ve yerleşme tipiyle sonuçlanmaktadırlar. Dik yamaçlardaki yerleşmeler, topoğrafyanın elverişsizliği nedeniyle zaman içinde dikey olarak yoğunlaşamamakta ve orijinal kırsal karakterlerini sürdürmektedirler. Az eğimli ve düz arazilerdeki yerleşmeler ise, imar aflarının ve yeni imar haklarının sonucunda yatay ve dikey olarak gelişmekte ve zamanla birleşerek devasa apartman bölgelerine dönüşmektedirler. Yetersiz bir birikimle gerçekleştirilen bir girişim oldukları için, yapım süreciyle iskan içiçe geçmektedir. Dolayısıyla bu bölgeler dönem boyunca kulübeleri, çeşitli aşamadaki inşaatları ve tamamlanmış apartmanları birarada barındıran devasa bir şantiye görüntüsü sergilemişlerdir. Belirli bir zaman diliminde tamamlanmak zorunda olmadıkları ve sonuçta mülk konuta dönüşecekleri için, başlangıçtaki yatırım imkanlarının çizdiği sınırlardan daha büyük konut yatırımlarına girişmek mümkün olmuştur. Sürekli genişleme imkanı taşıyan, dolayısıyla da bugünü erteleyen bir gelecek beklentisinin ön plana çıktığı bir süreçtir bu. Bu apartmanlar da kendilerine model olarak kentli orta tabakanın yap-sat tipini seçmişlerdir. Daha sınırlı imkanlarla gerçekleştikleri için inşaat kaliteleri düşük olsa da, gerek büyüklük, gerek mekan organizasyonu, gerekse de donatıları bakımından orta tabaka standartlarına yaklaşmayı hedeflemişlerdir.

Bu dönemin üçüncü sunum biçimi de yaklaşık %10'luk bir dilimi kapsayan kooperatif üretimidir. Bu sunum biçimi, düşük, ancak düzenli gelir garantisi olan grupların elverişli kredi ve arsa imkanlarıyla mülk konut edinmelerini sağlamıştır. Büyük bir arazi üzerindeki toplu girişim olmaları ileri yapım tekniklerinin ve organizasyonlarının kullanılmasına yol açmamış, parsel ölçeğindeki girişimlerden farkı yerleşme formunda olmuştur. Genellikle, yatay veya dikey formdaki büyük bir apartman bloğunun arazi üzerinde belirli aralıklarla tekrarlandığı bir yerleşme formuna sahip olmuşlardır. Büyüklüğü, mekan organizasyonu ve donatı açısından da, yine orta tabaka apartman standartlarını model alan konut birimleri ortaya çıkmıştır.

Dolayısıyla, kentli küçük birikim sahibi orta tabakalara, iş garantisi olmayan kentlerin yeni sakinlerine ve düzenli iş garantisi olan düşük gelir gruplarına, birbirini model alarak ve piyasada birbirini ikame ederek mülk konut üreten esnek ve dinamik bir konut piyasası egemen olmuştur bu döneme. Bu alternatifli piyasa düzeninin kendi kuralları içinde iyi işlemesi, farklı arayışların, örneğin modern anlamdaki bir toplu konut üretiminin etkin bir biçimde ortaya çıkmasına gerek bırakmamıştır. %60-70'lere varan konut mülkiyet oranları da, regüle edilmemiş, ya da pasif kalınarak regüle edilmiş bir piyasa için dünya deneyimi içinde istisnai bir durumdur ve uzmanlaşmış bir (spekülatif veya kamusal) kiralık konut stokunun ve standardının bulunmamasının başlıca nedenidir.

Her üç sunum biçimi için de bu dönemde vurgulanması gereken başlıca ayırdedici özellik, yeni konut alanlarının önceki dönemlerle kıyaslanamayacak ölçekleri, yani kitlesel karakterleridir. Bu, başlangıçta vurgulanan, toplumun tüm yüzeyine yayılan ve derinlemesine nüfus eden değişme ve modernleşme sürecinin en dolaysız göstergelerinden biri olacaktır. İlginç ve önemle vurgulanması gereken bir başka nokta da, apartmanlaşma sürecinin bu dönemde, nüfus yoğunlaşmasının olmadığı, hatta nüfus kaybadan orta ve küçük boyutlu yerleşmelere de yayılmış olmasıdır. Büyüyen şehirlerde olduğu gibi yeni konut ihtiyacıyla ve rant beklentisiyle gerekçelendirilemeyecek olan bu gelişme, çekim merkezlerine göçen nüfusun geldikleri yerlerle bağlarının kopmamasıyla, enformasyon olanaklarının ve tüketim normlarının yaygınlaşmasıyla ve modern yaşama kalıplarının çekiciliğinin artmasıyla açıklanabilir.

Gerek formları, gerekse de üretim teknikleri ve örgütlenmeleri bakımından evrensel-modernist modelleri benimseyen toplu konut çevreleri bu dönemde Emlak Bankası'nın ve birkaç öncü belediye ve özel girişimin öncülüğünde gerçekleşmişse de, bunların hacmi toplam yeni stokun içinde kayda değer bir niceliğe ulaşamamıştır.

1 2 3

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz