|
reklam |
|
||||||||||||||||
Serbest Plan, Serbest Cephe, Serbest Ev...1 "Serbest plan" (plan libre) ve "serbest cephe" (façade libre), 20. yüzyılın ilk yarısının en atak figürlerinden olan Le Corbusier'in (1887-1965) ısrarla izini sürdüğü sloganlardı. Neydi bu "serbestlik" ile kastettiği? Bir ucu "arbitrar" olana, yani keyfiliğe açılıyor olmalı. Ancak Le Corbusier'in "yapan öznenin" önündeki sınırları kaldırmakla ve "İstediğin gibi yap!" demekle yetinecek birisi olmadığına kuşku yok. Modernist mimarinin öncü figürlerinden biri olarak bir yandan eski konvansiyonları yıkmak, öte yandan da yenilerinin inşasına aracılık etmek istiyordu. Öyleyse "serbestlik" onun için "yapan öznenin" keyfiliğinden öte bir anlama gelmelidir. Corbusier'in kastettiği serbestlik, "yapan özneden" ziyade, nesnenin içsel özelliklerine ve kurgusuna ilişkindi: Nesnenin, eskiden birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olan unsurlarını ayrıştırmak, birbirlerine bağımlılıktan kurtarmak istiyordu: Planı cepheye, konstrüksyona, hatta alt ve üst katın planına; cepheyi plana ve konstrüksyona; konstrüksyonu mekan kurgusuna; pencereyi duvarlara bağımlılıktan kurtarmaktı istediği. Dahası da var: Bahçeyi topraktan, evi yerleşmeden, yerleşmeyi şehirden, yaya yolunu oto yolundan.., herşeyi birbirinden, birbirine bağımlı olmaktan, birbiri tarafından koşullanıyor olmaktan kurtarmayı, bağımsızlaştırmayı hedefliyordu. Önce bunu "nasıl", sonra da "neden" yaptığını anlamaya çalışalım. Yani önce tekniklerine ve araçlarına, sonra da motivasyonlarına ve ideolojisine bakalım. Hangi geleneğin izini sürüyor olursa olsun, konvansiyonel bir evin en belirleyici özelliklerinden biri duvar, pencere, kapı, çatı, merdiven, oda, koridor, sofa gibi tekil unsurların birbirlerine indirgenemez ayrı varlık alanlarına sahip olmaları, ikincisi de belirli örüntü kalıplarına göre biraraya gelerek bütünü oluşturmalarıdır. Le Corbusier'in istediği her iki özelliği de tersine çevirmektir: Bir yandan unsurların bağımsız varlık alanlarını, diğer yandan da bunların birbirleriyle eklemlenme kalıplarını çözmeyi, kurgusunun içinde eritmeyi hedefler.
Konvansiyonel bir evin inşaat süreciyle, sonunda evi oluşturacak unsurlar birbirinden ayrışmaz; inşaat yükselirken aynı zamanda duvarlar, odalar, pencereler de biçimlenir. Oysa Maison Domino henüz soyut bir imkandır; evin somut unsurları daha ortada yoktur. Evi ev yapacak olan somut nesneler, bu soyut imkanın üzerine, içine, kenarına sonradan eklenecek, hatta istenirse feragat edilebilecek "dışarıdan taşıma" unsurlar haline dönüşmüşlerdir. Bir kere inşaat sürecine "içkin" olmaktan çıkıp "dışsal" bir özellik kazanınca, artık eski biçimlerini, anlam ve eklemlenme örüntülerini sürdürmeleri de gerekmez. Hatta varlıkları da bir zorunluluk olmaktan çıkmış, duvarsız, kapısız, penceresiz, çatısız ev yapmak bile mümkün hale gelmiştir. Corbusier istediğini yapmak için kritik eşik noktasını daha en başından keşfetmiştir: İnşaat süreciyle evi ev yapan somut unsurların ilişkisini kesmek ve herbirinin birbirinden bağımsız olarak kurgulanabileceği bir ortam yaratmak. Gerisi çorap söküğü gibi gelecek, bilinen hiç bir konvansiyonun tekrarlanması için bir neden kalmayacaktır. Maison Domino'daki önemli bir ayrıntı da, döşeme plaklarının kolon hizalarının dışına taşmasıdır. Bu önemsiz gözüken ayrıntı, cephe kurgusunu da taşıyıcı sisteme ve planimetriye bağımlılıktan kurtaracaktır.
Corbusier'in uğraş alanı özel siparişlerle ve villalarla sınırlı değildi. İddialı bir modernist olarak asıl ilgisi, 19. yüzyıldan beri en ağır sosyal sorunlardan biri haline gelmiş olan konut sorununun çözümü idi; yani sıradan insanın sorunları ve anonim talepleri. Ancak yine iddialı bir modernist olarak, talepleri dile geldikleri biçimleriyle yanıtlamak ve sorunları tanımlanmış biçimleriyle çözmek değildi hedefi. Sorunun tanımı ve talebin niteliğini değiştirmek, yüz yıldır kitlenmiş olan sorun yumağından hareketle "modern ikamet" formunun keşfine öncülük etmek istiyordu. O nedenle yukarıda değinilen çalışmaları, tek seferlik ve "biricik" eserler olarak değil, daha genel ve evrensel bir arayışın deneyleri olarak okumak Corbusier'in projesini anlamak açısından daha doğru olur.
Evet, topraktan, "yer"den, bağlamdan kopmak Corbusier'in projesinde o denli önemli bir yer tutar ki, "bahçe"ye daracık evin sınırları içinde bile mutlaka bir yer bulunur, kapının önünde duran topraktan feragat edilir. İşte "serbestlik" teması bir kez daha bütün ağırlığıyla karşımızda duruyor: Mekan kurgusu inşaat sürecinden, plan cepheden, pencere duvardan bağımsızlaşmakla kalmayacak, binalar da yere ve birbirlerine göre konumlanmaktan kurtulacaklardır. 1940'larda yaptığı bir eskiz, tıpkı denizdeki gemiler gibi, yeşil üzerinde serbestçe yüzercesine diğerlerinden bağımsızlaşmış blokların oluşturacağı yerleşme peyzajını okunklı bir biçimde sergiler.
Burada yerleşme tekniği açısından ayırdedici olan, tüm yerleşmenin tek bir binanın, net bir prizmatik kütlenin içine sığdırılmış olmasıdır. Evler, aralarına "o yere" ait olan bir "Raum", bir toprak ve hava parçası sızdırmayacak biçimde bitişmişler ve herhangi bir müphemliğe geçit vermeyen yekpare bir kütlenin bünyesini oluşturmuşlardır. Bir kere bu kuşku götürmez ve çiftanlamlılığa gelmez bütünlüğü oluşturduktan sonra da, diğer blok-yerleşmelerden kopmuşlardır: Yine müphemliğe geçit vermeyen bir berraklıkla. Ya tam bağlanılacak, aradan hava, toprak, "yer" sızdırılmayacaktır; ya da tam kopulacak, aradaki boşluk herhangi bir tanımlı anlam yüküne, "yer" bilgisine sahip olamayacak kadar büyütülecektir. Tıpkı tek tek evlerde olduğu gibi yerleşme peyzajında da ya tam bütünleşilecek, yekpare olunacak, ya da tam kopulacaktır. Müphemliğin, arada kalmışlığın yeri yoktur.
Corbusier de, tıpkı kuşağının diğer modernistleri gibi fiziki çevrenin "organik" yapısının artık çözüldüğünü, geri döndürülemez bir biçimde sakatlandığını görmüştü. 19. yüzyıl boyunca bu çözülme "organikimsi" formların ve görüntülerin ardına gizlenmiş, çözülme görmezlikten gelinmişti. Artık "-mış gibi yapmaktan" vazgeçilmeli, "organik" olanın yerine "mekanik" olan geçirilmeliydi. Evet, Corbusier'in yoğun çabası organizmanın yerine mekanizmanın geçirilmesi olarak özetlenebilir. Organizma parçalanamaz bir bütünlük, bir varlıktır; hücrelerin çeşitli permütasyonlarla eklemlenmesi ve çoğalmasıyla oluşur; kendi kendini yeniden-üretir. Gerçi farklı işleri gören organlar yok değildir: el kavramaya, mide öğütmeye, beyin düşünmeye yarar. Ancak biri olmadan öteki düşünülemez, birbirlerini ikame edemez, ancak varederler. Canımız sıkılınca neden midemizin ağrıdığını ya da kaşındığımızı, heyecanlanınca neden kas gücümüzün de arttığını, bu organların gördüğü işlerle açıklayamayız. Organizmanın bir bütün olarak formu da, tek tek organların gördüğü işlerle ve diğerleriyle eklemlenme biçimleriyle açıklanamayacak, yani parçalanamayacak bir bütündür; bozulup yeniden kurulamaz, başka bir biçime büründürülemez. Oysa mekanizma bir sürece ve akışa işaret eder. Her bir parçanın işlevi, kendinden bir sonrakinin harekete geçmesi, yani işlemesi için bir ön koşuldur. Akışı yeniden tanımlamak kaydıyla yer değiştirebilir, feragat edilebilir. Bütün, birbirlerini ikame edebilir, parçalanabilir parçalardan oluşur. Mekanizmanın formu da kurmacadır; şöyle ya da böyle olması içsel bütünleşmeden gelen bir zorunluluk değildir; bozulup yeniden kurulabilir, başka bir biçime bürünebilir. Otomobillerin ya da çeşitli aletlerin motorlarının ne kadar farklı unsurlardan oluşabildiğini, ne kadar farklı hacimlere ve formlara sahip olabildiğini biliyoruz. Yeter ki kesintisiz ve aksamayan bir akışın içinde olmayı sürdürebilsinler. Kuşkusuz fiziki çevrelerin "organik" ya da "mekanik" olarak adlandırılmaları metaforiktir. Ne ortaçağ şehirleri gerçekten yaşayan birer organizmaydılar, ne de 20. yüzyıl şehirleri işleyen ve akan birer mekanizma oldular. Ancak yine de kullanışlı metaforlardı bunlar. Bir ortaçağ şehri ne denli "yapılmış" olursa olsun, ne denli artifisiyel unsurlar taşırsa taşısın, yine de parçalanamaz bir bütündü. Kilise, balık pazarı, sokaklar, evler yüklendikleri farklı işlevler kadar, birbirlerini varetmeleri, birbirlerini ortaya çıkarmalarıyla da şehrin parçası oluyorlardı. Kilisenin çevresiyle birlikte ortadan kalkması sadece ibadet işlevini ortadan kaldırmakla kalmaz, diğer bütün organların varlığını da eksiltir, sakatlardı. Modern metropollerde ise bir işlevin mekansal olarak kayması, örneğin küçük sanayinin desantralizasyonu, geniş bulvar operasyonları ya da periferik bir alana yeni konut yerleşmesi yapılması diğer unsurların varlığını yerle bir etmez, içlerini tamamen boşaltmaz; sadece yeniden tanımlar, yeniden düzenler. Yeter ki "akış", "işleyiş" bozulmasın. İşte Corbusier ütopyası bu metaforlar üzerine kuruluydu. ?ehrin artık sorundan başka bir şey üretmeyen, sakatlanmış, sadece biçimsel olarak organizmayı çağrıştıran yapısının ancak yer değiştirebilir, sökülüp takılabilir, yeniden örgütlenebilir sentetik bir mekanizmayla ikame edilerek kurtarılabileceğini düşünüyordu. Can çekişen varlıkla, ancak bir akışa dönüştürüldüğü ölçüde başa çıkılabilirdi. İşte yazının başında işaret ettiğim "serbestlik" teması, ancak bu perspektif içinde okunduğunda yerli yerine oturur. Unsurlar, organlar, parçalar ancak birbirlerine bağımlı olmaktan kurtulduklarında, kendi özerk işleyiş alanlarını yarattıklarında yer değiştirebilir, sökülüp takılabilir, ikame edilebilir, feragat edilebilir olurlar. Bunun için ayrıştırmak, parçalamak, ayıklamak gerekir; daha doğrusu tekil unsurları ayrıştırılabilir, parçalanabilir, ayıklanabilir kılmak. Aslında Corbusier'in projesi, modernleşme sürecinin en azından 19. yüzyıldan beri zaten kendiliğinden yapmakta olduğunu radikal ve tasarlanmış bir ütopyaya dönüştürmekten başka bir şey değildi. Toplumsal yaşamın tüm alanlarında modernleşmenin yaptığı en genel etkilerden biri, eskiden birarada duran şeyleri ve ilişkileri ayrıştırmak olmuştu. Tabii ki ayrıştırdıklarını yeniden ve farklı bir biçimde biraraya getirmiş, yeni bir örüntü kurmuştur. Ancak bu örüntü artık gündelik yaşamın ve algının sınırlarının dışına çıkmış, daha soyut ve sistemik bir karaktere bürünmüştür. Bütünden kopmuş olan parça, diğer parçalara nasıl eklemlendiğini, nasıl bir işleyişin ve akışın parçası olduğunu kendi içsel deneyiminden, pratiğinden hareketle kavrayamaz. Bunu kavramak için her zaman başka bir pozisyon anlamına gelecek olan bir soyutlama derecesinin dolayımına ihtiyacı olacaktır. Corbusier bu pozisyonu süreç kendi kendine şekillendikten sonra değil, daha en başından almak istiyor, böylelikle de akışın ve işleyişin muhtemel aksamalarının telafi edilebileceğini düşünüyordu. Dolayısıyla yukarıda izlerini sürmeye çalıştığımız ikamet pratiği ve evle ilgili ayrıştırma ve serbestleştirme teknikleri aslında daha genel bir mekansal projeksiyonun parçalarıydı. Corbusier'in ne istediğinin sonuna kadar bilincinde olan bir öncü olduğuna kuşku yok. Ayrıca istediklerini gerçekleştirmek için o zamana dek uygulanmamış teknikleri icat eden bir mucit ve bu teknikleri adım adım işleyen ve uygulanabilir kılan yetenekli ve inatçı bir öncü olduğu da kuşku götürmez. Ancak bilinçli, öncü, yetenekli, mucit ve inatçı olmak, projeksiyonunun kaderini diğer 19. yüzyıl sonrası ütopyacılarından farklılaştırmaya yetmedi: Zihninde kurduğu "oldu", ancak istediği gibi, kastettiği gibi "olmadı". Hem oldu, hem de olmadı. Bu arada kalmışlık hali onun projeksiyonunu geleceğin heyecan verici açılımları olmak yerine, bugünün alelade gerçekliğine dönüştürdü. Günümüzde Anadolu'nun herhangi bir karayolundan izlenebilecek inşaat peyzajını gözlese ve çeşitli çehrelere büründürülmüş -ya da büründürülmeye hazır- yüzlerce Domino benzeri betonarme-iskeletiyle yüzleşse ne düşünürdü acaba? Bu kadar uzağa gitmeye (ya da yakına gelmeye!) gerek yok. Kendi coğrafyası içinde ve kendi yaşam dilimi içinde, 1950'lerde ve 60'larda Avrupa şehirlerinin çevresini kuşatan iri bloklarla karşılaştığında ne düşünmüştür: Bahçesiz, galerisiz, prefabrik-panel duvarlı, kasvetli evleri bünyesinde toplayan, toprağa ağır bir biçimde basıp komşusuna yanaşan, dolayısıyla da onun projeksiyonundan sadece iri ölçeği devralan devasa prizmatik blokları? Hem oldu, hem de olmadı demiştik. Gerçekten de bugün artık inşaat sektörünün geldiği yerde mekan kurgusu inşaat sürecinden, cephe plandan, bina sokaktan bağımsızlaştı, serbestleşti; en azından serbestleşmesi mümkün ve alelade bir vaka oldu. Ancak serbestleştikten sonra onun istediği olasılıklarla, açılımlarla yeniden kurulmadı. Bugünün evleri ve konut blokları, mekanlarıyla, planlarıyla, cepheleriyle, yakın ve uzak çevre ilişkileriyle 20. yüzyıl öncesinin yıpranmış, yoksullaşmış ve hakikatini kaybetmiş taklitlerinden, suretlerinden başka bir şey olabilmeyi çok ender olarak başarabiliyorlar. Bunun gerçekleşebilmesi için yine bu problematiklerin bilincine varmış, onlarla yoğrulmuş sıradışı mimarların ve kurumların iradesine ihtiyaç duyuluyor. Tıpkı yüzyılın ilk yarısında Corbusier'in konutlarında da olduğu gibi. Evet, 20. yüzyılın sonunda ev iktisadi açıdan da Corbusier'in kastettiğinden farklı bir anlamda parçalanmış, ayrışmış ve bağımsızlaşmıştır. Bugün evin parçalı bütünlüğünü kuran dinamiklerden biri de, inşaat, yapı malzemesi, kimya, dayanıklı tüketim maddesi, otomotiv ve gıda sektörlerinin ürünlerini çeşitli kombinasyonlar altında barındıran başlıca tüketim mekanı olmasıdır: Ev, içine her şeyin, çeşitli kolaj olasılıkları ile "serbestçe" doldurulabileceği nötr bir kaba, bir "container"e dönüşmektedir giderek. Konvansiyon bir kere yitirildikten, bütün bir kere parçalandıktan sonra onun yerini neyin alacağını, bütünlüğün yeniden nasıl kurulacağını ütopyacıların fikirleri, projeksiyonları ve iradeleri değil, bütün karmaşıklığı ve çelişkileriyle tarihin yapımına katılan aktörlerin çapraz ilişkileri belirler. Peki tüm karmaşıklığı ve çelişkileri ile bu tarihin içinde ütopyanın yeri ne olabilir? Yıllar önce D.Berke'den okuduğum cümleler bu konuya kayda değer bir sınır çekiyordu: "...Programı eleştiriden, gerçekleşme tasarısını şehir metaforundan, yani poetikayı politikadan ayırmak gerekir. Ütopyacı poetika beklentileriyle daima güzel olmuş, ütopyacı politika ise ideolojik mutabakat talebiyle her zaman sakarlığa kaçmıştır." (Rob Krier and the Utopian Tradition in Housing; New York 1982) Bu durumda Corbusier mimarisinin ilkelerini ve tasarılarını birer reçete olarak değil de, birer şiir olarak okumanın, konutla ilgilenenlere açacağı yeni ufuklar ve de söyleyeceği çok şey hala olmalı... Kaynaklar: --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 1Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan Cogito dergisinin Bahar 1999 tarihli "Bir Anatomi Dersi: Ev" özel sayısında (Sayı 18) yayınlanmıştır (s.144-157). |
Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]