|
reklam |
|
|||
Farnsworth Evi1 Mies van der Rohe (1886-1969), esas olarak mimarinin üç temel problemi ile
uğraşmıştı: Mies'in mimariyi sorunsallaştırma serüvenini -biraz şematikleştirmeyi göze alarak- şöyle özetleyebiliriz: İlk işlerinde (Kır Evi [1923], Hermann Lange Evi [1927]), dönemin avant-garde eğilimlerinin de etkisiyle, duvarın ifade ve yerleşme problemlerinin öne çıktığı görülür: Duvarın kompozisyonla konstrüksyon, soyutla (nötr yüzey) somut (malzeme) arasında kalan gerilimli konumuna dikkat çeker bu işlerinde Mies. Ve de yaşamının sonuna kadar izleyeceği bir tutumu daha başından benimser: Duvar, mekan içindeki konumu açısından kompozisyona, dolayısıyla soyut olmaya eğilim gösterir; yapısı itibariyle de -tuğla, taş veya ahşap oluşunu açıkça ifade ettiği için- konstrüksyona ve somuta. Avrupa'daki geç işlerinde ise (Tugendhat Evi [1928-30], Barcelona Pavyonu, [1929]) işin içine taşıyıcı iskelet ögelerini de katar: Duvarın kendi içindeki ikircikli varoluşu, demir kolonların ikircikli varoluşuyla bir kez daha dolayımlanmış, gerilim farklı yapı ögeleri arasına da taşınmıştır: Kolonlar malzemelerini dışa vurmalarıyla konstrüktif ve somut, kirişlerle birbirlerine bağlanmadıkları için de mekan içinde yüzen, yani kompoze ve soyut elemanları ima ederler. Algı ve mekan deneyimi iyice çetrefilleştirilmiş, yalın görüntünün ardında birbirini çelen anlam katmanları oluşmuş, mekanı okumak güçleşmiştir. Amerika'daki geç dönem işlerinde ise (1950 sonrası) iskelet sistemin ve demir konstrüksyonun eklem ve ifade sorunlarının ön plana çıktığı görülür. Bir taraftan verdiğini öte taraftan geri almanın yarattığı gerilimden, çelişik anlam katlarından vazgeçip, bunlardan arınmış yeni bir anonimlik arayışına yönelir Amerika'da Mies. Binanın ve asma cephenin demir konstrüksyonlarına indirgenmiş yapılardır bunlar.2 Farnsworth Evi (Illinois, 1945-1950), Avrupa'daki erken dönem işleriyle, Amerika'daki geç dönem işleri arasındaki bir geçişin habercisidir. 1920'lerde Avrupa'da sorunsallaştırdıklarının izini sürer: Yüzen yatay düzlemler (döşeme ve tavan) ile doğa üzerinde salınan dikmelerin (I Profil taşıyıcılar) yarattığı gerilim. (Resim 1) Ancak hem bina, hem de yaratılan gerilim iyice yalınlaşmış, kendini tek seferde ifade eder hale gelmiştir: Bina, havada asılı duran iki adet yatay plaktan (döşeme ve tavan: 9m x 24m x 38cm) oluşmaktadır. Bu asılı durma, yüzme efektini veren, her iki plağın da toprakla temasının kesilmiş olması; birbirlerine bağlanmamaları ve kendilerini taşıyan (asılı tutan) 8 adet dikmeyle (I Profiller) kaynaşmayıp, yüzeysel olarak temas etmeleridir. (Resim 2) Dolayısıyla binanın zaten indirgenmiş olan temel bileşenleri (dikme, döşeme, tavan), tıpkı başlangıçta olduğu gibi ayrı ayrı durmaya devam etmektedirler. Geleneksel inşaat tekniğinde olduğu gibi bileşenler inşaat sürecinde birbirine kaynaşıp, yekpare bir bütün haline gelmemiştir. Herşey azdır, sadedir, birbirine karışmamıştır. Bu apaçıklık binayı hafifletmiş, usulca yere kondurmuştur. Ya da adeta sessizce yerinden kaldırmış, buharlaşmanın eşiğine getirmiştir. Geleneksel bina ontolojisinin üç temel özelliğini zorlar Mies Farnsworth Evi'nde: Yere bağlılığa karşı askıda durma hali; yekpareliğe karşı bileşenlerin birbirleriyle kaynaşmaması ; iç-dış ayrımına karşı şeffaflık. Bütün bu efektleri olanaklı kılan basit bir teknik gelişme olmuştur o yıllarda: kaynak tekniği gelişmiş ve çeliğin alaşımındaki sülfür oranı azalmıştır. Demir en azından 150 yıldır inşaatlarda camla birlikte kullanılıyordu. Ancak bileşenler birbirlerine puntolama tekniğiyle bağlanabiliyorlardı hala. Puntolama tekniği de farklı demir bileşenlerin üst üste ve mafsal elemanı aracılığıyla bağlanmalarını zorunlu kılıyordu. Mies de hem Barcelona Pavyonu'nda, hem de Tugendhat Evi'nde dikmeleriyle tavan konstrüksyonunun demirlerini bu şekilde, üst üste koyarak bağlamıştı. (Resim 3) Kolonla kirişin, düşey taşıyıcıyla yatay taşıyıcının birbirinin üstüne binerek kenetlenmesi, mimarinin en ilkel tekniklerinden, dolayısıyla da en arkaik "taşıma" metaforlarından biridir. Endüstri devrimi 1940'lara kadar bunu değiştirecek herhangi bir yenilik getirmemişti. Kaynak, kesme kuvvetine karşı direnciyle tarihte ilk kez düşey ile yatay elemanın yanyana birleşmesini olanaklı kılıyordu: İki malzemenin formunu, yani görünüşlerini ilk hallerinde bırakıyor, buna karşı bünyelerini birleştiriyor, kimyasal olarak yekpare kılıyordu. İşte Farnsworth Evi ile başlayan konstrüksyon ve ifade tekniğini mümkün kılan, Mies'in bu tersine çevrilmiş karşıtlığın farkına varması ve altını çizmesidir: "Öz"ün birleşememesi formel/algısal birliğe zorlamıştı binayı eskiden beri. "Öz"ü birleştirmek artık mümkün olduğuna göre, formel/algısal birlikten vazgeçilebilir. Formel/algısal birlikten vazgeçilmesi de, yere bağlılığa ve taşımaya ilişkin en arkaik, en sürekli ve evrensel algı alışkanlığımızı yerinden eder. Yerinden edilen mimarinin yerleşikliği ve ayakta durma özellikleri değil, bunlara ilişkin metaforlardır. (Resim 4) Dekonstrüksyonun 1990'larda hala üzerine bastığı zemin, oynadığı, dekompoze ettiği metaforlar da bundan başka bir şey olmadı. Farnsworth Evi'nin yalın görünüşünü mümkün kılan inşaat tekniğinin ve malzemelerinin ayrıntılarına dönersek: 8 adet 5m yüksekliğinde 20cm'lik I Profil; düşey taşıyıcı olarak 9m aralıklı 2 hat üzerine dizilmişler. (Resim 5) 2 adet 38cm'lik U Profil ile imal edilmiş çerçeve (24m x 9m); biri 1.5m, diğeri 5m yükseklikte bu dikmelere kaynaklanıyor. Birincisi döşemenin, ikincisi tavanın çerçevesini oluşturuyor. Çerçevelerin içlerine, kısa kenar boyunca 1.7m aralıkla 13'er adet 30cm'lik I Profil yerleştirilerek döşeme ve tavan konstrüksyonu oluşturuluyor. (Resim 6) Birinci konstrüksyonunun arası, hazır beton plak + izolasyon + yerinde dökme beton + harç + traverten kaplama ile doldurularak yekpare döşeme plağı elde ediliyor. İkincisi ise, L Profil bitiş çıtası + harç + izolasyon + hazır beton plak + hava boşluğu + asma tavan demir ızgarası + asma tavan ile doldurularak tavan plağına dönüştürülüyor. (Resim 7) Binayı taşıyan I Profil dikmelere 50x50mm'lik L profiller aracılığıyla bağlanan 25x50mm'lik kutu profiller doğramaların kasası, 16x31mm'lik kutu profiller de cam çıtası olarak işlev görüyorlar. (Resim 8 ve 9) Binanın önünde (?) -binanın önü suya yönelen taraf olsa gerek- binaya teğet ve bir modül kaymış olarak, 0.75m yüksekliğinde ikinci bir döşeme var, döşeme ve tavanla aynı kalınlıkta, aynı I Profil ile çerçevelenmiş ve yine traverten kaplı. Bir taraftan evin dikmelerine, diğer taraftan da kendi yüksekliğindeki I Profillere yaslanmış. Evin terası, veya verandası olmalı. (Resim 4) Taşıyıcı I Profillerden başka düşey eleman yok. Yegane duvarlar olan WC bölmeleri de mobilyaya dönüştürülerek kaybedilmiş. Düşey olmamaları için, merdiven basamakları da birbirlerinden koparılıp yatay plaklara dönüştürülmüş. Düşeyle yatay özenle ayrıştırılmış, ki birbirlerine bağlanarak masif bir etki yaratmasınlar; kütle efektine yol açmasınlar: her şey ya yatay, ya düşey; ya tek, ya da iki boyutlu. Bağlanmaya, eklemlenmeye, üç boyuta, kütleye, masifliğe hiç bir noktada geçit yok. Mies, Farnsworth Evi'nin izini IIT'deki Mimarlık ve Tasarım Bölümü Binası'nda da (Crown Hall, 1952-56) sürer. Ancak bina çok benzer detaylarla yapılmış olmasına karşın, başta değindiğim gerilimlerden uzaklaşmış, ehlileşmiş, uyumlu ve anonimleşmeye yatkın bir konstrüksyon arayışına dönüşmüştür. Yatay elemanların, döşeme ve tavan plaklarının gizlenmesi ve binanın yere oturması bunun birinci nedenidir. İkinci neden binanın - döşeme ve tavan plakları yine U ve I Profil çerçeve ve konstrüksyon elemanlarıyla kurulmuştur- 38m'ye varan derinliğidir. Bu büyüklükteki bir tavan plağı ancak 1.5m yükseklikteki çelik makaslara asılarak taşınabilmektedir, ki bu makaslar da taşıyıcı dikmelerin "üzerine" konmuş, dolayısıyla da geleneksel "taşıma", "ayakta durma" çağrışımlarıyla uyum içine girmiştir. (Resim 10) Ayrıca binayı taşıyan dikmelerle asma cepheyi taşıyan dikmeler de ayrıştırılarak dingin bir ritm ve hiyerarşi kurulmuştur. (Resim 11) Mannheim'daki Ulusal Tiyatro Yarışması için yaptığı projede (1952-53) konstrüksyonuna indirgenmiş bina konsepti devasa ölçeklerde tekrarlanır: 80m'lik derinlik, arada taşıyıcı olmadan, ancak 6m yüksekliğindeki makaslarla taşınabilmektedir. Bina bu makaslara asılmıştır. (Resim 12) Crown Hall'daki gibi yere oturmaz. Farnsworth Evi'nden farkı, döşeme ve tavan elemanlarının ayrı ayrı taşınmamaları, kendi içinde bütünleşmiş bina kütlesinin birbirlerine dev makaslarla bağlanarak yere oturan taşıyıcılara asılmasıdır. Aslında her iki örnekte de bütünleşen binanın (daha doğrusu taşıyıcıdan ayrışmış "kütlenin") kendisi değil, efektidir. Bu efekti yaratan, ana taşıyıcılardan ayrışan ve 2. dereceden bir ritm oluşturan cephe dikmelerinin konumudur: Cephe dikmeleri döşeme ile tavanı bağlayarak bütünleştirmiş, algıyı yekpare kütleye doğru yönlendirmiştir. Farnsworth Evi'nde binayı ve camları taşıyan dikmelerin ayrışmaması, parçalanma, bütünleşmeme etkisini güçlendirmektedir. Berlin Ulusal Galerisi projesinde (1962-65) ise 64x64m'lik açıklık kendi içinde devasa bir demir konstrüksyon olan yaklaşık 3m yüksekliğindeki yekpare bir tavan plağıyla kapanmakta, bu tavan her kenarda iki adet olmak üzere, 1x1m'lik çelik haç ayaklara oturmaktadır. (Resim 13) Ancak bu devasa binadaki yatay-düşey taşıyıcı ilişkisi, gerek konumlanmaları ve gerekse de oranları açısından açıkça "klasisist"tir: İri tavan, dev kolonların üzerine en alışıldık ve sağlam biçimiyle oturarak binanın sınırını net bir biçimde tanımlamaktadır. Daire kapanmış, adeta başladığı yere dönmüştür; hatta başladığından bir önceki yere; Peter Behrens'e ve AEG'nin Türbin Hangarı'na (1909)... Mies'in vazgeçmediği ve ısrarla sürdürdüğü bir tek iz kalmıştır geride: nötralize edilmiş serbest planimetri; bir de ifadesi çok değişse de, demir malzeme... Zaten ifade 20. yüzyılın en kaygan ve en bıçak sırtında duran hareket alanı değil mi? Kaynaklar: --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 1Arredamento Mimarlık dergisinin Mayıs 1998 sayısında "Ayrıntı" bölümünde yayınlanmıştır. (s.92-95). 2Gökdelen mimarisinin sonraki gelişimi ve dış kabuk üzerindeki postmodern arayışların en çok bu bina tipinde sakil durması, Mies'in anonimliğe yönelişindeki meşruluğa gösterir. Bu binalar "güzel" ve "anlamlı" oldukları için değil, bunlara "kimlik" ve "kişilik" kazandırmaya çalışmak, onları kendi haline bırakmaktan daha anlamsız sonuçlar doğurduğu için meşrudur Mies’in kabullenen ve kişisellikten arındırmaya yönelen çizgisi. 3Farnsworth Evi'nin Mies'in erken dönem işleri arasındaki yeri ile ifade ve anlam açısından sorunsallaştırdıklarının daha geniş bir yorumu için bkz.: Bilgin, İ.; Neredeyse Hiç!; Fol Dergisi 7.sayı, Kasım 1997. |
Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]