reklam

Konut ve Yerleşme Kültürü Üzerine Yazılar
Diyalog 2002 - II > İhsan Bilgin

Tarih: 30 Ekim 2002
Yer: Arkitera Forum

 

Bedelsiz Modernleşme1

Hep beraber birilerine kızıyoruz: Devlete, partilere, belediyelere, müteahhitlere, mühendislere, kalfalara, arsa sahiplerine, hatta sisteme. Tek tek hepsine kızmakta haklıyız. Bir kez bunun adını koyalım. Ancak adını koyduktan sonra bir adım daha atıp şu soruyu sormak gerekiyor: Felaketlere açık bu kentleşme örüntüsü neden ve nasıl mümkün oldu? Eğer bu soruyu sorup üzerinde düşünmezsek kızgınlığımız, öfkemiz kendi içinde boğulacak. Çaresizlikle boşvermişlik arasında savrulup duracağız.

Son cümleyi baştan söyleyelim: 1940'ların ikinci yarısında başlayan, 60'larda hızlanan, 70'lerde tıkanan, 80'lerde mecra değiştiren, bugünlerde de yeni tıkanıklıklarından söz edilen Türkiye modernleşmesi kentleşme için gerekli olan ekonomik kaynakları yaratamamıştır. Ya da kaynakları arasından yeterli miktarı kentleşmeye ayır(a)mamıştır. Kentleşmenin"bedeli" öden(e)memiştir.

Kentleşmenin "bedeli" nedir, nasıl hesaplanabilir? Şöyle basitinden bir tablo çizelim: Bir kenti oluşturan yapı stoğunun ezici bir ağırlığını, %80-90'ını konutlar oluşturur. O zaman hesabı kolaylaştırmak için konutlar üzerinden gidelim. Ama önce kentin sadece binalardan oluşmadığını da hatırlayalım: Kaldırımlar, yollar, otoparklar, garlar, demiryolları, metro istasyonları ve tünelleri, iskeleler, kanalizasyon-su-telefon-gaz vs. şebekeleri, elektrik direkleri, telefon kulübeleri, duraklar, parklar, okullar, kreşler vb.'den oluşan dev sistemi ve bu sistemin maliyetini şöyle bir gözümüzde canlandırmaya çalışalım. (Mal ve hizmet üreten işyerlerini, ofisleri, çarşıları, atölyeleri, fabrikaları şimdilik tablonun dışında tutuyoruz.) Sonra da bu toplam bedeli o kentteki konut sayısına bölelim. Bu hesabı yapmış kent ekonomisti var mı bilmiyorum, ancak ürkütücü bir rakam çıkacağına hiç kuşku yok. En iyimser tahminle ortalama bir evin maliyetinden daha düşük olmayacaktır bu rakam. Demek ki o evi meydana getirmek için harcanan paranın en azından iki misli harcanacak: Biri kendisi için, diğeri de doğurduğu kentsel donatı ihtiyacı için. Bir evin "kentsel konut" olabilmesinin bedeli en azından bu. Öyleyse "kentsel konutun" maliyeti arsa, proje, demir, çimento, tuğla, inşaat işçiliği, doğrama, seramik, parke, lavabo, dolap vs.'den ibaret değil. Üstüne bir de kentsel donatıların bedelini eklemek gerekiyor.

Peki kim ödeyecek bu bedeli? Toplum çeşitli açılardan sınıflandırılabilir. Konumuz kent olduğuna göre aktörleri de kentin tüketimi üzerinden okuyalım. Muhtemel aktörler şunlar: Kiracılar, bina ve ev sahipleri, mal ve hizmet üreten şirketler.2 Kiracı zaten böyle bedelleri ödeyecek durumda olmadığı için kiracı kalıyor. Ayrıca da uzun vadede kirasıyla zamana yayılmış olarak ödemiş olacak payına düşeni. Ev sahibi payına düşeni ödeyecek. Eğer evini kiralıyorsa zaman içinde kiralara yansıtarak bir miktarını geri alacak bu bedelin. Şirketlerin bina sahibi veya kiracı olmanın dışında da yükümlülükleri olacağı kesin.3 Ama kim hangi oranda ve hangi termin içinde öderse ödesin ev ciddi bir biçimde pahalılaşacak. Ev sahibi olmak kolay olmayacak. İşte o nedenle İngiltere'de bu yüzyılın başında toplam konut stoğunun %90'ı nüfusun %10'unun elindeydi. Kiralar da yükselecek. Kiraların yükselmesi mal ve hizmet üreten şirket kârlarının daha büyük bir bölümünün ücretlere, ücretlerin de daha büyük bir bölümünün kiralara gitmesine neden olacak. Yine bu nedenle Avrupalı işçi sınıfının büyük bir bölümü 1920'lere kadar çoluk-çocuk tek odalı evlerde oturuyor ve helâları diğer ailelerle paylaşıyordu. Bina yapmak (yani kentleşmek) pahalı bir iş olduğu için, dolayısıyla da kolay olmadığı için.4 Bedel bir biçimde ödenecek; herkes de bundan payını alacak.

Şimdi bu tabloyu aklımızda tutarak Türkiye'nin son 50 yıldaki modernleşme öyküsüne bakalım: 1980'lere kadar sermaye birikimi esas olarak imalat sektörünün şu kanalları içinde seyrediyordu: Dayanıklı tüketim malları, paketlenmiş tüketim malları ve inşaat sektörüne girdi teşkil eden ara mallar. Büyük firmaların faaliyetleri, dolayısıyla da kârları bu kanallar içinde yoğunlaşmıştı. Dikkat edilirse bu faaliyet ve kâr alanları içinde doğrudan "kentin üretimi"ne konu olan faaliyetlerin bulunmadığı görülecektir. Oysa 19. yüzyıl Avrupa'sında başta arsa spekülasyonu olmak üzere, alttyapı ve üstyapı yatırımlarına konu olan büyük ölçekli faaliyetlerin de büyük şirketlerin konu ve kâr alanı içinde olduğunu görüyoruz. Özellikle de banka ve sigorta şirketleri gibi finans kuruluşlarının. Oysa bizde 1980'lerin sonuna kadar büyük sermayenin bırakalım inşaat ve imalatı, bu sektörün en kârlı ve en zahmetsiz kalemi olan arsa spekülasyonuyla bile ilgilenmediğini görüyoruz. Kent dışı faaliyetler olan baraj ve otoyol yapımlarını bir kenara bırakırsak Türkiye'deki ilk büyük inşaat firmaları 1980'lerde komşu ülkelerin büyük ölçekli inşaat talepleriyle birlikte oluşmuş; oluştuktan sonra bile Türkiye içinde kendilerinden beklenebilecek bir faaliyet yoğunluğu içinde olmamışlardır. Bu bize şunu gösterir: Demek ki kentin üretimi alanında büyük şirketlerin kâr beklentilerine cevap verecek bir hareketlilik yoktur. Ancak öte yandan da ülkenin nüfusu dramatik bir hızla artmakta ve artan nüfusun üçte biri Doğu Marmara Bölgesi olarak adlandırılan Sakarya-İstanbul-Bursa üçgenine yığılmaktadır. Demek ki en azından bu üçgenin içinde kentin üretimine ilişkin faaliyetlere büyük bir ihtiyaç bulunmaktadır. İşte dramatik ikilem burada başlıyor: İhtiyaç olduğuna kuşku yok. Ancak sermaye bu ihtiyaçların doğurduğu faaliyet kolları üzerinden birikmiyor. Demek ki bu işler yapılmıyor! Çünkü yapılıyor olsa önce bu ölçekteki kuruluşlar talip olacaklardı işlere. Ya da başka türlü yapılıyor. Kapitalist modernleşme tarihinin alışık olmadığı bir biçimde yürüyor işler.

İşlerin nasıl yürüdüğünden önce neden böyle olduğuna bakalım: Neden Türkiye tarihinde kentin üretimine en çok ihtiyaç olan bir zaman aralığında bu faaliyet kolları marjinalize oluyor? İhtiyaç neden kâra dönüştürülmüyor? İşte bunu Türkiye'nin içinden bakarak anlayamayız. Tıpkı Türkiye'nin neden hemen 2. Dünya Savaşı'ndan sonra kesintisiz bir büyüme ve genişleme mecrasına girdiğini de Türkiye'nin içinden bakarak anlayamayacağımız gibi. Çünkü bu dünya ölçeğindeki yeni birikim rejimiyle ilgilidir. Şunu vurgulamak önemli: Avrupa ve Amerika'nın merkez ülkeleri de dahil, dünya kapitalizmi tüketim toplumunu 1950'lerle birlikte kurmaya başlamıştır. Bir başka deyişle 100 yıllık geçmişi olan sanayi devrimi 1950'lere kadar bugün anladığımız anlamdaki kitlesel tüketim devrimini gerçekleştirecek bir kapasiteye sahip olamamıştır. Süpermarketlerin, reklam sektörünün, alış-verişin, modanın, medyanın 1950'ler sonrası yaptığı ilk büyük atak, bugün içinde yaşamaya alıştığımız yaşam standartlarının başlangıcının da bu dönem olduğuna işaret eder. İşte Türkiye modernleşme rüzgârına tam da bu zaman diliminin başlangıcında yakalandı: Otomobilin, beyaz eşyanın, televizyonun, mutfak aletlerinin, sinemanın, gazetenin, modanın, Tetra-Pak tarafından kutulanıp market raflarına dizilmiş malların dünyaya çığ gibi yayıldığı dönemde. Türkiye dünyayla senkrona girmişti bir kere. Dünyada neden kâr ediliyorsa burada da ondan ediliyordu. Dünyada ne satılıyorsa burada da o satılıyordu. 1980'lerle birlikte gelen değişime de kolayca ayak uyduruldu: Finans, bilgi-işlem, telekomunikasyon, medya, seyahat sektörlerindeki patlamayı, hizmet sektörünün yeniden keşfini, sermayenin diğerlerinin yanı sıra bunlar üzerinden de birikmesini dünyayla eşzamanlı olarak yaşıyoruz.

1950'lerde ve 60'larda merkez ülkelerde kamu sübvansiyonları tarafından finanse edilen sosyal konut ve planlama hamlesi yeni birikim rejiminin desteği olarak işlev görüyor, hegemonik sektörlere servis veriyordu. Yeni sosyal konutlar taze malların kitlesel olarak tüketilmesini kolaylaştıracak istikrar ortamının güvencesi oldular. Türkiye'nin ikisini birden, aynı güçle yapacak imkanları yoktu. Kaynaklar ağırlıklı olarak televizyona, otomobile, radyo-teype, çamaşır makinesine, deterjana harcandı o dönem. Tıpkı şimdi de cep telefonuna, şifreli kanallara, seyahate, borsaya doğru yöneldiği gibi. Bu tabii ki karşılıklı bir ilişkiydi: Yatırımcılar üretim, tüketiciler de tüketim tercihlerini bu sektörlerin mallarından yana kullandı hep. Bilerek ve isteyerek.

Peki ya kent? Kentin üretimi ne oldu bu arada? Ertelenemeyecek acil ihtiyaç barınmadır her zaman. Barınamayan insan tüketemez de. Doğu Marmara'nın nüfusu 50 yıl içinde 15 kat artarak 1 milyonlardan 15 milyonlar seviyesine çıktı. Bu nereden bakılırsa bakılsın yılda ortalama 100 bin yeni konut ihtiyacı demektir. Daha en başından, tarihin tanık olduğu en geniş ve en sınıflarüstü katılımla bir anlaşmaya varıldı modernleşmenin bütün aktörleri arasında: Herkes sorununu kendi imkânları ve inisiyatifiyle çözecek, örgütlü sermaye malzeme satmanın, yönetim ve hukuk da işleyişi kolaylaştırmanın ötesinde bu işe karışmayacaktı. Eşi görülmedik bir enerjiyle betonarme apartman hamlesine girişildi. Herkes hemşehrileriyle, kalfalarla, arsa sahipleriyle, müteahhitlerle, "kooperatif" adı altında biraraya gelmiş müteahhit ve taşeron gruplarıyla, belediyelerle küçük ve seri anlaşmalara girişiyor, arsanın ve inşattın maliyetinden payına düşeni bir biçimde denkleştiriyor, ev sahibi oluyor, sonra ikincisine, üçüncüsüne, yazlığa yatırımın hesabını yapıyordu. Denklem o denli "sağlam" kurulmuştu ki, herkes birden kazançlı çıkıyor, İngiltere, Almanya gibi ülkelerin 60 yıllık disiplinli politikalarla ulaştığı %60'lar seviyesindeki konut sahipliği oranı otomatik olarak tutturuluyordu. Anlaşmanın önemli bir maddesi daha vardı: Kentleşmenin, betonarme inşaat dışındaki maliyeti kimse tarafından ödenmeyecek, kaynaklar iki kanala akmaya devam edecekti: Evlerin modern sanayinin ürettiği mallarla doldurulmasına ve bir sonraki betonarme apartmanın inşaatına.

Esneklik üzerine kurulu bu "büyük anlaşma"nın tahammül edemediği bir küme vardı: Uzun vadeli hesap, akıl ve norm. Çünkü buralardan gelen sesler "bedeli" hatırlattılar hep; "yumuşak modernleşmenin" ödenmemiş bedelini. O nedenle bürokrasi, teknokrasi ve meslekler ancak formasyonlarını kapının dışında bırakmak şartıyla kabul edildiler "büyük anlaşmayı" ilmik ilmik ören küçük anlaşma ortamlarının içine. "İşi bilmek" okuldan ve kitaptan öğrenilenleri unutmak, yerine bu ilişkilerin kendine özgü dilini ve alışkanlıklarını benimsemek anlamına geliyordu. Dilin karışmasında ve anlaşılmaz hale gelmesinde medya patlaması kadar inşaat yapma konvansiyonlarının ve ortamlarının da payı olsa gerek.

Sıkışınca alıştığımız şu sonucu çıkarmayalım bütün bunlardan: "50 yıldır yanlış şeyler tüketiyoruz. Bizim aslında otomobile, buzdolabına, bilgisayara ve deterjana ihtiyacımız yoktu!" Bunun yerine bir yana otomobilimizi, buzdolabımızı, bilgisayarımızı ve deterjanımızı koyalım, öte yana da apartmanmızı ve şehrimizi. Ve kıyaslayalım. Sonra da neden birincilerin Amerika ya da Japonyada'kilere benzerken ötekilerin arasındaki mesafenin bu denli açık olduğunu bir kez olsun düşünelim.

Ve kızmayı sürdürelim. Ama her kızdığımız aktörün 50 yıl önce bedelini ödemeden modernleşmek üzere anlaştığımız ve anlaşmayı sürekli olarak yenilediğimiz aktörlerden sadece biri olduğunu da unutmadan.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1Deprem sonrası ortama tepki olarak kaleme alınmış olan bu metin ilk kez Radikal gazetesinin Pazar eki olan Radikal İki'de 5 Eylül 1999'de yayınlanmış, daha sonra Mimarlık dergisinin Eylül 1999 (8/99) sayısında (s.26-27) ve Cogito dergisinin Güz 1999 tarihli "Deprem Özel Sayısı"nda (s.354-357) yayınlanmıştır.

2Bu noktada mal ve hizmet üreten işyerlerini, ofisleri, çarşıları, atölyeleri ve fabrikaları da işin içine katmış oluyoruz. Çünkü bu faaliyetlerin gerçekleştiği bina stoku kentin toplamı içinde küçük bir yer tutmasına rağmen, bu faaliyetleri gerçekleştirenler kentin varoluşundan kapladıkları yerle kıyaslanamayacak ölçüde yararlanmakta ve pay almaktadırlar.

3Bugün de işyerlerinin örneğin suya ve elektriğe ikametgahtan daha fazla para ödemeleri bu anlamdaki bir uygulamanın örneğidir.

4Üstelik de bu ülkeler dünyanın "merkezinde" oldukları için 19. yüzyılın koşulları içinde çevre ülkelerden büyük oranda artık transfer ediyorlar, dolayısıyla da kentleşmelerinin bedeli bir ölçüde ilişkide oldukları çevre ülkeler tarafından ödenmiş oluyordu.

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz