reklam

Sapanca Bildirisinden Sonrası Düşünceler
Diyalog 2003 > Kaya Arıkoğlu > Yazılarından

Tarih: 07 Ekim 2003
Yer: Arkitera Forum

 

Not: 1991 senesinde Faruk Yorgancıoğlu ile Semerkant Yarışmasının A.B.D.li finalistleri olarak Özbekistan'a davet edildik. Dönüş yolumuz'da İstanbul'a uğradık ve yarışma vesilesiyle Arkitekt Dergisi'nin düzenlediği konferansa katıldık. Sapanca'ya giden nostalji treni içinde düzenlenen konferansta bir çok meslekdaşımızla tanıştık ve düşüncelerimizi paylaştık. Yolculuk sonunda ortak görüşlerimiz Sapanca Bildirisi olarak imzalandı. Ertesi gün kendi düşüncelerimi yazdım ve Arkitekt editörü Ahmet Turhan Altıner'e gönderdim.

Sapanca Gezisi ardından, yoğun ve kaliteli tartışmalardan sonra, kafamda çeşitli fikirlerin yoğunlaştığını hissettim. Konferans süresinde, meslekdaşlarımı dinlerken kendi fikirlerimi yeterince ifade edemediğim için üzülmüştüm. Ertesi gün düşüncelerimi yazmaya karar verdim.

Sapanca Gezisini uygar bir tartışma ortamının mükemmel bir örneği olarak unutmayacağım. Kısa bir sürede bu kadar mimar arkadaşımızın biraraya gelmesine hayran kaldım. İyi organize edilmiş ama spontane bir konferansı kısa bir sürede ancak Türk insanı gerçekleştirebilir diye takdir ettim.
Batıda insanların spontane bir araya gelebilmeleri imkansızdır, çünkü vakitleri önceden programlanarak kısıtlanmıştır. Her bir saatin bile çeyreğine parasal değer koyan insanların boş zamanları bile programlıdır. Bilhassa Amerikalı "modern" kovboylar günlük takvimlerinde beklenmedik olaylara tahammül edemezler.

Hayatlarını sürekli programlıyan ve kalıplıyan Batılı'ların memleketinde yaşıyan ben, ruhumdaki Doğu'yu atamamışım. Çalışmama biraz keyif eklemeyi; eğlenceme biraz iş eklemeyi benliğimde taşımışım.
Galiba bu keyif / iş arasındaki tatlı çelişki biz Türklerin genlerine işlemiş. Arkadaşımız Ahmet Turhan Altıner Sapanca Gezisi süresinde anlattığı fıkralarla bu ikilemin canlı örneğini bize yaşattı.

"Doğulu muyuz? yoksa Batılı mıyız?" sorusunu biz Türkler hep kendimize sorarız. Cevap verirken ne yazıkki Batı'nın değer ölçüleriyle kendimizi kıyaslarız.
Batı'ya benzer yanlarımızla övünürken, Doğu'lu karakterimizin belirtileriyle mahçup oluruz. Bizi Avrupalılar kabul etsinler diye AB'nin kapısının önünde yıllarca beklemeye razıyız. Avrupalılar da Batılı maskemizin arkasındaki bıyığı görünce perdelerini çekemeye hazırlar. Kendimizi onlara beğendirmek için, alaturka müziğimizden ve rakımızdan neredeyse vazgeçeceğiz. Enteresan tarafı, acı cektiğimiz anlarda hemen efkarlanıp Doğu'lu oluruz. Demekki içimizdeki Doğu'nun ve dışımızdaki Batı'nın acı/tatlı karışık çelişkisinden tuhaf bir zevk alıyoruz.

Sapanca'dan İstanbul'a dönüğümüzde değerli meslekdaşımız Berhuz Çinici'nin ev/bürosuna uğrayıp sohbetimizi orada devam ettirdik.
Berhuz Bey'in çok zevkli çalışma ortamında, nefis Boğaz manzaralı mekanında, trendeki konulara değindik ve şakalaştık. Bu arada viskileri içip üstüne bir güzel ağdalı tatlılar yemeyi ihmal etmedik.

Biz Türk mimarlar keyif ve işi bir araya getirmeyi çok iyi beceriyoruz. Hepimiz kendine uygun tarzda bunu yaparken, sigara, çay ve çizim cambazlığında ayrıca çok başarılıyız. Kendimizden esirgiyemediğimiz "keyif"'i ,yani yaşamdan zevk alma arzusunu, niye kültürümüzü tanımlarken küçümsüyoruz?
Neden Doğu'lu karakterimize karşı negatif bir ön yargıya sahibiz?

Doğu'dan gelen göçlerle büyük kentlerimizin değişmesini bir felaket olarak değerlendiriyoruz. Kentlerimize akan o "insan seli" bizi korkutuyor ve "onlar"ın kültürünü kabul edemiyoruz. Halbuki mimarlarımız gibi onlarında "keyif" alma isteği ruhlarına işlemiş, ama "iş" İstanbul'da. Bu insanları "kentlerimizi mahveden işgalciler" diyerek soyutlamak ve onları problem olarak görmek mesleki ağırlığımızı hafifletiyor.

Kentlerimize göç eden nüfusun beklentileri son derece açık. Arzuları ailece beraber oturmak, toprağa ve ağaca yakın olmak, mahallesini, sokağını benimsemek, sahip olduğu evi sevmek ve süslemek. Parasal güçleri olsaydı herhalde mimar tutup villa yaptırırlardı, ama başka olanakları olmadığı için kolları sıvayıp gecekondu inşa ediyorlar. Mevcut düzen içinde sosyal ihtiyaçlarını gideren insanlarımızı ayıplamanın çözüm olduğuna inanmıyorum.

Biz mimarlar İstanbulun 500,000 nüfüslu zamanını hayal edip 10 milyonluk bir metropol'un ihtiyaçlarına burun kıvırıyoruz.
Kendi aramızda tartıştığımız mimari sorunlar yüzeysel ve estetik seviyede kalıyor. Mesela İstanbul'un silueti, tarihi yapıların korunması, ve Boğazın ön görünümü üzerinde sürekli tartışırken tepelerin arkasındaki metropol her on yılda kendini katlıyor. Alternatif olarak, yaşam kalitesi yüksek olan yeni banliyöler ve yavru kentler planlanmadığı için mevcutu koruma önlemleri rant baskılarıyla taviz vermeye mecbur kalıyor. Mevcut kentler günlük devasa sorunlar içinde çarpışırken sağlıklı genişleme planları bir türlü yapılamıyor.
Bu varoşlaşmanın içinde kalan özel teşebbüsler tarafından inşa edilen kuleler, galerialar, ve etrafı telli, kapısı bekçili siteler ve villalar birer adalar gibi ayrı kalıyor. Ama yaşam kalitesi düşen bir kent içinde, bu tür soyutlanmış yaşam alanlarının istikbali olamaz. Kentin tümü bir organizmadır ve sağlığına kavuşması için gelişmesi bir bütün olarak düşünülmelidir.

Yarışmada konumuz olan Semerkant'ın insanları da bize çok benziyorlar. Yakın geçmişte Sovyet mimarlarının onlar için uygun gördüğü çok katlı beton binaları benimsememişler ve terk etmişler. Etrafı duvarlarla çevrili, en fazla iki katlı, bahçeli ve avlulu geleneksel evlerine geri dönmüşler.
Semerkant projemiz için oradaki gelenksel yaşam tarzını kabul ederek, alçak katlı bir kent dokusu önerdik. Sapanca gezisinde bazı meslekdaşlarımız bu öneriyi geçmişe özenti bir nostalji olarak değerlendirdiler. Halbuki, biz o insanların yaşam tercihlerine uygun bir ölçeği önermek istedik. Ölçek tercihimiz sadece bir planlama kararıydı. Aralarında boş, tanımsız, sahipsiz alanları olan, cesur ve yüksek katlı binalardan oluşan, artık Batı insanının bile arzu etmediği bir kent tasarımı, Semerkant insanı için uygun olamazdı. Onların tanımlı mahalle, sokak, meydan ve avlulu evde yaşama isteklerinin gayet doğal olduğunu kabul ettik.

Kent içinde mimari önerilmeden evvel kentin mevcut yapısındaki doğru ölçeğin ve yaşam tarzının belirlenmesi gerekir. Kent tasarımında ortak yaşam mekanları çevrelerindeki dokularla tanımlanırlar. Demokratik olarak kabul gören kent tasarımının uygulanması için ölçeğin kesin olması ama mimarinin esnek olması gerekir. İmar Planı kentsel tasarımı tarif eder. Uygulanması daha uzun sürede, geniş katılımlarla, ve çağdaş yorumlarla yapılır.
Kentsel Tasarım kentin mimarca tasarımıdır ama mimarisinin tasarımı değildir. Kentsel tasarım, önerdiği kent yaşamını izah etmek için mimariyi belirliyebilir, ama bu görsel sadece ikna edici grafik olarak sınırlı kalmalıdır.

Faruk Yorgancıoğlu ile Semerkant projesinde çalışırken konuyu mimari uygulama ölçeğine indirmedik. Mimariyi belirleseydik kişisel tercihlerimiz Semerkant'a uygun olmayabilirdi.
Sapanca konferansında Sayın Turgut Cansever Semerkant projesinin maksadını şöyle özetlemişti: "Büyük tahribat gören ama bütünlüğünü henüz yitirmemiş tarihi Semerkant'ın onarımı tartışılmaz bir öncelik taşır"
Biz öncelikle Semerkant'da tahrip edilen dokunun onarımını tasarladık. Büyük tarihi medreselerin çevrelerine yok edilen yoğun kent dokusunu tekrar yerleştirdik. Medreselerin heybetini zedelememek için önerdiğimiz dokunun ölçeğini düşürdük. Mimarinin daha uzun bir sürede uygulanabilmesi için cephe ayrıntılarını girmedik.

Sapanca treninde mevcut tarihi kentlerimizi kurtarmak için bir bildiri hazırlandı ve onu hepimiz imzaladık. 1991 Sapanca Bildirisi mesleki çaresizlik içerisinde bir ortak dayanışmaya davet olarak değerlendirilmeli. Bu bildiri kentlerimizin yaşam kalitesini yükseltmek için politik güçlerin kullanılmasını kabul ederken, somut bir eylem için öneri getiremedi.

Mesleğimizin ve kültürümüzün içinde bulunduğu kararsızlıklar, sonunda Doğu / Batı kökenli düşüncelerin mücadelesi ile düğümlenecektir. Belkide bu iki kutup arasında yırtılmayı engellemek için, çelişkilerden yaratılan kültürel sentezi zaman içinde benimsiyeceğiz. Benim arzum, kentlerimiz ve çağdaş mimarimiz bu kültürel sentezin doğru ifadesini yansıtabilmesidir.
Kaya Arıkoğlu, İlkbahar 1991

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz