224 direkli Binbirdirek
Yapıldığı dönemde Romalı senatör Filoksenus'un adını taşıyan sarnıç
yüzyıllar sonra yeniden hayat buldu.
İnsanlar muhtaç oldukları mekânları yaratır; mekânlar ise insana muhtaçtır...
İnsanlar yaşadıkça, mekânlar yaşandıkça var olur... Uzun süre insan
elinin değmediği mekânlar, izbeye dönüşür... Ama insan eli öyle bir
eldir ki yanlış değdiğinde de mekânları mahveder...
Konstantinus , 4. yüzyılda İstanbul'u Roma İmparatorluğu'na başkent
yaparken kentin su gereksinimini karşılamak için sarnıçlar inşa ettirmiştir,
ama İstanbul'da da yanından ayrılmayan Romalı senatör Filoksenus 'un adını
taşıyan sarnıcın ne zaman yapıldığı pek belli değildir.
Bu bakımdan Filoksenus Sarnıcı 6. yüzyıldaki İmparator Iustinianos 'tan
da kalma olabilir...
Ya da İstanbul'un bilinen bu en eski sarnıcı Filoksenus, çok uzun yıllar
önce, uzun bir zaman diliminde tamamlanmıştır ve sarnıcın asıl işlevi
artık yerinde yeller esen imparatorluk sarayının suyunu karşılamaktır.
Sütunlar Marmara'da
Sarnıç, 16 sıra halinde 14 mermer sütundan oluşur... 64 metre uzunluğunda,
24 metre eninde bir alana dikilen 15 metre yüksekliğindeki sütunların sayısı
tam tamına 224'dür...
Günü geldiğinde kente giren Osmanlılar, sütunları tek tek saymadan ve
belki o eski masaldan esinlenerek 1001 tane olduğuna karar vermişler ve
Filoksenus Sarnıcı'na Binbirdirek Sarnıcı demişlerdir..
Binbirdirek Sarnıcı'nın sütunları Marmara Adası'nın mermerinden
yontulmuştur...
Marmara zaten mermer demektir...
Yontucular her bir sütuna ''imza'' larını atmıştır...
Sütunlardaki işaretleri ustaların imzasına benzetenler olduğu gibi yontu
işini alan şirketin amblemine bağlayanlar da vardır... İşaretlerden görünen
odur ki, sütunlar uzun bir zaman diliminde ya birden fazla ustanın elinden ya
da birden fazla şirketin tezgâhından çıkmıştır...
15 metrelik sütunlar yekpare değildir... Tabandan tavana uzanan iki parçanın
arasında silindir biçiminde mermer kasnaklar vardır... İki parça halindeki
sütunlar kasnaklarla üst üste konmuş; sütun kasnak arasına da ağırlığı
yayması için kurşun dökülmüştür... Her bir sütunun 500 ton yük taşıdığı
hesaplanmıştır... Sonradan kazınarak çalınan kurşunların miktarı ise
belli değildir...
Sütun başlarının herhangi bir süsleme yapılmadan piramit şeklinde tek
tip yontulması, sarnıcın Yerebatan'daki gibi sağdan soldan toplanan
malzemelerle değil, özel olarak üretilmiş malzemelerden inşa edildiğini göstermiştir...
Tavanı örten tuğlalar dahi seramik, kireç ve küfeki tozundan pişirilmiştir
ve Yerebatan'la yaşıt Ayasofya'nın tuğlalarına da benzememektedir.
Nedense 'saray' sayılmamış
Sonradan Yerebatan'a ''saray'' denmesine karşın daha görkemli ve özel olan
Binbirdirek nedense ''saray'' sayılmamıştır... Çünkü...
Osmanlı, İstanbul'un suyunu kemerlerle taşıyarak sağladığı için
Binbirdirek'te sarnıcı iptal ederek iplikhane yapmıştır! İplikhaneden öncesi
meçhuldür... Fakat öncesinde sarnıcın üstünde 17. yüzyılda Köprülü
Fazıl Ahmet Paşa'nın konağının olduğu bilinmektedir... Konak yanınca,
enkazı sarnıcın tavanı delinerek aşağıya atılmıştır ve böylece
Binbirdirek molozla dolmaya başlamıştır... Eldeki kayıtlardan sarnıcın
tabandan üç-dört metrelik bir kısmının Osmanlı tarafından doldurulduğu
anlaşılmaktadır...
Sarnıcın bazı kısımlarının tavana kadar çöple doldurulması ise 20.
yüzyılın eseridir!
''Adliye Sarayı'' adıyla yapılan fakat binasıyla bir ucubeyi andıran İstanbul
Adliyesi'nin tam karşısındaki Binbirdirek, otların bürüdüğü paslı
demir parmaklıklı kapısına vurulmuş kilitle yasak bölge, tepesinden açılan
çukurlarla çöplük, yan duvarlarından bağlanan kanalizasyonlarla fosseptik
çukuruna çevrilmiştir ne yazık ki... Yasağı delip çöplüğe girenler,
defineciler olmuştur hep... Beden duvarları yıkılarak hazine aranmıştır...
Olmayan hazine bulunamamıştır tabii ki... Asıl ''hazine'' sarnıcın içinde
değil üstündedir; devletin Basın İlan Kurumu ile üç-beş iş hanının
temeli sarnıcın tepesindeki 3.5 metre toprağa atılmıştır... Bir gün sıkı
bir depremde, sarnıcın sütunları ayakta durur da üstündekiler devrilirse
bu eskinin sağlamlığı kadar yeninin kapkaççılığından başka bir şey
değildir.
Derin uykudan sonra
Binbirdirek Sarnıcı, 2002 yılına girerken içinde yaşandıkça var olmak üzere
yeniden hayat bulmuştur... Sarnıcın yaşama dönebilmesi için yedi yıl
boyunca içinden neredeyse 7 bin kamyon çöp ve moloz çıkarılmıştır...
Binbirdirek'ten çıkarılanlarla Zeytinburnu'ndaki sahil dolgusu yapılmıştır...
Vakıflar Genel Müdürlüğü, çöplüğe dönüşmüş ve artık bir çöp
alamayacak kadar dolmuş sarnıçtan, kiraya vererek kurtulma yolunu seçmiştir...
Bulvar İnşaat'ın çöpü boşaltması ve sarnıcı onarması yaklaşık 6
milyon dolara mal olmuştur... Şimdi sırada Binbirdirek'in turistik ve kültürel
yanı ve sonuçta ticari amaçla işletilmesi vardır...
Onarım, kuralına göre yapılmış, bitkisel yaşamdaki tarihi bir eser yüzlerce
yıllık derin uykusundan uyanmıştır... Bundan sonrasında içindeki restoranı,
barı, kafeteryası, alışveriş birimleri ile tarihe saygısızlık mı
edilecektir? Bir bakıma evet... Çünkü sarnıcın bir köşesindeki
restoranda Fransız mutfağından yemekler sunulması büyük yanlıştır.. En
güzel Fransız yemeklerini Fransızlardan iyi mi yapacaklar! Öteki köşedeki
barda rakı ya da viski affedilmez bir hatadır... İngiliz ya da Amerikan
barları, Beyoğlu meyhaneleri ile boy ölçüşmek niye.... Kafeteryada neskafe
ya da kola çok büyük ayıptır... Alışveriş birimleri henüz açılmış
değildir ama tezgâha turistler için klasik hediyelik eşyalar dizilecekse
tarih gözyaşlarına boğulacaktır...
Binbirdirek Sarnıcı, ziyaretine gelen insanlara yapıldığı dönemi yansıtmalı,
yaşatmalıdır...
Antik çağ mutfağı
Restoranda, Doğu Roma mutfağının yemekleri, hem de o günün koşullarında
hazırlanmış bir masada yenmelidir... Çatal kullanılmadan, parmaklar kasede
yıkanarak... Antik çağın mönüsünü öğrenmek için arkeolojik kazı
yapmaya gerek yok; kitapları yazılmıştır...
Barda malt bira ve en güzel şaraplar olmalı, Romalıların bilmediği içkiler
bardan içeri girmemelidir...
Kafeterya hakeza; meyvelerin suyu, adaçayları ne güne duruyor... El yapımı
toprak ya da cam bardaklar, seramik testiler, gümüş kupalarla servis yapılmalıdır...
Alışveriş birimlerinde, ustalar oturup örneğin o dönemin sandaletlerini
üretmeli, takılarını işlemeli, kumaşlarını dokumalı, bronz dökümlerin
çapaklarını temizlemeli, üretilen her bir eşya antik çağın kokusunu taşımalı;
hediyelikler Arkeoloji Müzesi'ndeki eserlerin tıpkıları olmalıdır...
Binbirdirek Sarnıcı'nda insanlar bambaşka bir dünyayı yaşamalıdır...
Turizmse turizm, kültürse kültür... Sanatsa sanat... Ve üstelik yapılan
masrafın karşılığını haydi haydi çıkaracak bir ticaret! İnsanlar muhtaç
oldukları mekânları yaratır; mekânlar ise insana muhtaçtır...
Cumhuriyet
|