reklam

14 Ocak 2002 Pazartesi
Ana Sayfa
>
Haberler

224 direkli Binbirdirek

Yapıldığı dönemde Romalı senatör Filoksenus'un adını taşıyan sarnıç yüzyıllar sonra yeniden hayat buldu.

İnsanlar muhtaç oldukları mekânları yaratır; mekânlar ise insana muhtaçtır... İnsanlar yaşadıkça, mekânlar yaşandıkça var olur... Uzun süre insan elinin değmediği mekânlar, izbeye dönüşür... Ama insan eli öyle bir eldir ki yanlış değdiğinde de mekânları mahveder...

Konstantinus , 4. yüzyılda İstanbul'u Roma İmparatorluğu'na başkent yaparken kentin su gereksinimini karşılamak için sarnıçlar inşa ettirmiştir, ama İstanbul'da da yanından ayrılmayan Romalı senatör Filoksenus 'un adını taşıyan sarnıcın ne zaman yapıldığı pek belli değildir.

Bu bakımdan Filoksenus Sarnıcı 6. yüzyıldaki İmparator Iustinianos 'tan da kalma olabilir...

Ya da İstanbul'un bilinen bu en eski sarnıcı Filoksenus, çok uzun yıllar önce, uzun bir zaman diliminde tamamlanmıştır ve sarnıcın asıl işlevi artık yerinde yeller esen imparatorluk sarayının suyunu karşılamaktır.

Sütunlar Marmara'da
Sarnıç, 16 sıra halinde 14 mermer sütundan oluşur... 64 metre uzunluğunda, 24 metre eninde bir alana dikilen 15 metre yüksekliğindeki sütunların sayısı tam tamına 224'dür...

Günü geldiğinde kente giren Osmanlılar, sütunları tek tek saymadan ve belki o eski masaldan esinlenerek 1001 tane olduğuna karar vermişler ve Filoksenus Sarnıcı'na Binbirdirek Sarnıcı demişlerdir..

Binbirdirek Sarnıcı'nın sütunları Marmara Adası'nın mermerinden yontulmuştur...

Marmara zaten mermer demektir...

Yontucular her bir sütuna ''imza'' larını atmıştır...

Sütunlardaki işaretleri ustaların imzasına benzetenler olduğu gibi yontu işini alan şirketin amblemine bağlayanlar da vardır... İşaretlerden görünen odur ki, sütunlar uzun bir zaman diliminde ya birden fazla ustanın elinden ya da birden fazla şirketin tezgâhından çıkmıştır...

15 metrelik sütunlar yekpare değildir... Tabandan tavana uzanan iki parçanın arasında silindir biçiminde mermer kasnaklar vardır... İki parça halindeki sütunlar kasnaklarla üst üste konmuş; sütun kasnak arasına da ağırlığı yayması için kurşun dökülmüştür... Her bir sütunun 500 ton yük taşıdığı hesaplanmıştır... Sonradan kazınarak çalınan kurşunların miktarı ise belli değildir...

Sütun başlarının herhangi bir süsleme yapılmadan piramit şeklinde tek tip yontulması, sarnıcın Yerebatan'daki gibi sağdan soldan toplanan malzemelerle değil, özel olarak üretilmiş malzemelerden inşa edildiğini göstermiştir... Tavanı örten tuğlalar dahi seramik, kireç ve küfeki tozundan pişirilmiştir ve Yerebatan'la yaşıt Ayasofya'nın tuğlalarına da benzememektedir.

Nedense 'saray' sayılmamış
Sonradan Yerebatan'a ''saray'' denmesine karşın daha görkemli ve özel olan Binbirdirek nedense ''saray'' sayılmamıştır... Çünkü...

Osmanlı, İstanbul'un suyunu kemerlerle taşıyarak sağladığı için Binbirdirek'te sarnıcı iptal ederek iplikhane yapmıştır! İplikhaneden öncesi meçhuldür... Fakat öncesinde sarnıcın üstünde 17. yüzyılda Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'nın konağının olduğu bilinmektedir... Konak yanınca, enkazı sarnıcın tavanı delinerek aşağıya atılmıştır ve böylece Binbirdirek molozla dolmaya başlamıştır... Eldeki kayıtlardan sarnıcın tabandan üç-dört metrelik bir kısmının Osmanlı tarafından doldurulduğu anlaşılmaktadır...

Sarnıcın bazı kısımlarının tavana kadar çöple doldurulması ise 20. yüzyılın eseridir!

''Adliye Sarayı'' adıyla yapılan fakat binasıyla bir ucubeyi andıran İstanbul Adliyesi'nin tam karşısındaki Binbirdirek, otların bürüdüğü paslı demir parmaklıklı kapısına vurulmuş kilitle yasak bölge, tepesinden açılan çukurlarla çöplük, yan duvarlarından bağlanan kanalizasyonlarla fosseptik çukuruna çevrilmiştir ne yazık ki... Yasağı delip çöplüğe girenler, defineciler olmuştur hep... Beden duvarları yıkılarak hazine aranmıştır... Olmayan hazine bulunamamıştır tabii ki... Asıl ''hazine'' sarnıcın içinde değil üstündedir; devletin Basın İlan Kurumu ile üç-beş iş hanının temeli sarnıcın tepesindeki 3.5 metre toprağa atılmıştır... Bir gün sıkı bir depremde, sarnıcın sütunları ayakta durur da üstündekiler devrilirse bu eskinin sağlamlığı kadar yeninin kapkaççılığından başka bir şey değildir.

Derin uykudan sonra
Binbirdirek Sarnıcı, 2002 yılına girerken içinde yaşandıkça var olmak üzere yeniden hayat bulmuştur... Sarnıcın yaşama dönebilmesi için yedi yıl boyunca içinden neredeyse 7 bin kamyon çöp ve moloz çıkarılmıştır... Binbirdirek'ten çıkarılanlarla Zeytinburnu'ndaki sahil dolgusu yapılmıştır...

Vakıflar Genel Müdürlüğü, çöplüğe dönüşmüş ve artık bir çöp alamayacak kadar dolmuş sarnıçtan, kiraya vererek kurtulma yolunu seçmiştir... Bulvar İnşaat'ın çöpü boşaltması ve sarnıcı onarması yaklaşık 6 milyon dolara mal olmuştur... Şimdi sırada Binbirdirek'in turistik ve kültürel yanı ve sonuçta ticari amaçla işletilmesi vardır...

Onarım, kuralına göre yapılmış, bitkisel yaşamdaki tarihi bir eser yüzlerce yıllık derin uykusundan uyanmıştır... Bundan sonrasında içindeki restoranı, barı, kafeteryası, alışveriş birimleri ile tarihe saygısızlık mı edilecektir? Bir bakıma evet... Çünkü sarnıcın bir köşesindeki restoranda Fransız mutfağından yemekler sunulması büyük yanlıştır.. En güzel Fransız yemeklerini Fransızlardan iyi mi yapacaklar! Öteki köşedeki barda rakı ya da viski affedilmez bir hatadır... İngiliz ya da Amerikan barları, Beyoğlu meyhaneleri ile boy ölçüşmek niye.... Kafeteryada neskafe ya da kola çok büyük ayıptır... Alışveriş birimleri henüz açılmış değildir ama tezgâha turistler için klasik hediyelik eşyalar dizilecekse tarih gözyaşlarına boğulacaktır...

Binbirdirek Sarnıcı, ziyaretine gelen insanlara yapıldığı dönemi yansıtmalı, yaşatmalıdır...

Antik çağ mutfağı
Restoranda, Doğu Roma mutfağının yemekleri, hem de o günün koşullarında hazırlanmış bir masada yenmelidir... Çatal kullanılmadan, parmaklar kasede yıkanarak... Antik çağın mönüsünü öğrenmek için arkeolojik kazı yapmaya gerek yok; kitapları yazılmıştır...

Barda malt bira ve en güzel şaraplar olmalı, Romalıların bilmediği içkiler bardan içeri girmemelidir...

Kafeterya hakeza; meyvelerin suyu, adaçayları ne güne duruyor... El yapımı toprak ya da cam bardaklar, seramik testiler, gümüş kupalarla servis yapılmalıdır...

Alışveriş birimlerinde, ustalar oturup örneğin o dönemin sandaletlerini üretmeli, takılarını işlemeli, kumaşlarını dokumalı, bronz dökümlerin çapaklarını temizlemeli, üretilen her bir eşya antik çağın kokusunu taşımalı; hediyelikler Arkeoloji Müzesi'ndeki eserlerin tıpkıları olmalıdır...

Binbirdirek Sarnıcı'nda insanlar bambaşka bir dünyayı yaşamalıdır... Turizmse turizm, kültürse kültür... Sanatsa sanat... Ve üstelik yapılan masrafın karşılığını haydi haydi çıkaracak bir ticaret! İnsanlar muhtaç oldukları mekânları yaratır; mekânlar ise insana muhtaçtır...
Cumhuriyet

Ocak 2002 Arşivi

pt sl çr pr cm ct pz
01 02 03 04 05 06
07 08 09 10 11 12 13
14 15 16 17 18 19 20
21 22 23 24 25 26 27
28 29 30 31
diğer aylar için tıklayın

Diyalog 2002'nin ilk konuğu Murat Tabanlıoğlu  10 Ocak 2002'de Diyalog bölümümüze konuk olarak sorularınızı yanıtladı.

Murat Tabanlıoğlu

Arkitera Forum'da Buluşmayı okumak için tıklayın...

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz