Dev kültür merkezi 'hayaleti'
Haliç'teki
tarihi Mezbaha binasının yerine 'Avrupa'nın en büyük kültür merkezi' inşa
ediliyor. Ama bundan, sanat dünyası dahil hiç kimsenin haberi yok
Haliç'te yer alan Sütlüce Mezbahası, İstanbul'un modernleşme atılımlarının
bir örneğiydi. 1990 yılına kadar yaklaşık yetmiş yıl mezbaha, bir süre
de depo olarak işlev gören bu yapı, düzensiz koşullarda yapılan kesim işlerini
sağlık ve saklama koşullarına uygun bir biçimde yapılmasını ve
denetlenmesinin sağlamak amacıyla yapılmıştı.
Bu yapının teknik olduğu kadar bir mezbaha binası için ilginç sayılabilecek
mimari özellikleri de vardı. İstanbul'a binlerce yıldır hayat veren bir doğal
liman olan Haliç, bir taraftan geçmişten beri yiyecek ambarları, denizcilik
tesisleri gibi yapılarla donatılmışken, modernleşme atılımları ile bu işlevlerde
yeni yapılarla değişiklikler yaşanmaktaydı.
Yalnızca 'endüstri tesisi' mi?
Bu yapının bu açıdan yalnızca bir 'endüstriyel tesis' olduğu söylenemez.
Mezbaha binası, denizden bakıldığında adeta bir cami, okul, hatta bir saray
gibi azametli ve gösterişli bir yapıydı. Neden bir mezbaha binası için böyle
bir yapı yapılmıştı? Belki de mezbahanın yapıldığı dönem (biraz
gecikerek, 1920'ler) Avrupa başkentlerinde önemli kamu yapılarının inşa
edildiği, şehirsel hizmetlerde devrimlerin yaşandığı bir dönemdi. 20 yüzyıl
başında dünyanın dördüncü büyük ticaret şehri olan İstanbul'un da bu
dönemde birçok Avrupa şehriyle eşzamanlı olarak birçok yeniliğe sahne
olduğu biliniyor. Sütlüce Mezbahası'nı da yalnızca bir mezbaha olarak değil,
belki bu 'kamu yapıları serisi' içinde değerlendirmek gerekiyor.
Haliç çevresinde başta Galata ve Eminönü olmak üzere bir çok ticari
yapıda 'art nouveau', eklektik (neoklasik, neogrek, neobarok) mimari tarz görülürken
birçok kamu binasının sonradan 'Birinci Milli' diye adlandırılan bir mimari
tarzda inşa edildiği söylenebilir. (Bu tarz, Osmanlı mimarlığına gönderme
yapan eklektik bir tarzdı.) Galata Köprüsü gibi tamamen yurtdışında yapılıp
getirilen bir çelik yapıdan vapur iskelelerine, Düyun-u Umumiye'den Osmanlı
Bankası binasına, okul yapılarından elektrik trafolarına kadar birçok
mimarlık ürünü bu tarzdaydı.
'İkinci Milli' denen tarz ise Cumhuriyet döneminde bu tarza karşı bir tepki
olarak çıktı. 'İkinci Milli' bu Osmanlıcı tarza bir tepki olduğu kadar
siyasal alanda zayıf kalan bir kimlikleşme girişiminin tasfiye hareketiydi.
'İkinci Milli olarak adlandırılan mimarlık tarzı ise tıpkı dildeki arınma
çabaları gibi, 'halk mimarisi'ne doğru yöneldi. Böylece 'İkinci
Milli'ciler Batı'da hakim işlevselci akımla, 'saf', 'ağdalı olmayan', 'halk
mimarisi'ne gönderme yaptıkları kendi mimarlık anlayışları arasında bir
köprü kurmaya çalıştılar.
Yapılar 'gözden çıkarılıyor'
1970'lerde mimarlık mirasının korunması tartışmalarında akademik çevrelere
hâlâ bu akımın kalıntıları hâkimdi ve belki de bu nedenle 'Birinci
Milli'ye ait birçok yapı (tıpkı diğer 'eklektik' yapılar gibi) korunmaya
değer bulunmadı. Bugün Türkiye'deki mimarlık anlayışının bu 'İkinci
Milli' çerçevesini aştığı da pek söylenemez. Türkiye gibi ülkelerde
mimarlar ulusalcı bir mimarlık peşinde koşarken Avrupalı mimarlar modernliğin
bir biçim sorunsalı olmadığını tartışıyorlardı. Mekân düzenleme
konusu Batı'da diğer uzmanlıklara benzer bir entelektüel girişime sahne
oldu.
İlginç olan Sütlüce Mezbahası'nın yıkımına yol açan ve yaklaşık
onun dört katı büyüklüğünde olan inşaatın bu 'İkinci Milli'nin bir kalıntısı
olması. Ben bu tarzı
'Üçüncü Milli' olarak adlandırmayı öneriyorum. Neden derseniz: Nasıl
mezbahanın yapıldığı tarihlerde Osmanlı İmparatorluğu ulusalcı
dinamiklere bir cevap vermeye çalıştıysa, bugün 'Avrupa'nın en büyük kültür
merkezi' denen inşaat bu düşüncedeki sürekliliğe işaret ediyor.
'Üçüncü Milli' kamu işlevlerinin hesap verebilirlik, şeffaflık ve
iletişim içinde
tanımlandığı yeni siyasal değerlerin içinde hâlâ tepeden inme bir duyarlılığın
ve tek biçimli bir kamu yararı kavramının ne boyutlarda bir soruna yol açtığını
gösteren tipik bir örnek.
Avrupa'nın 'en büyük' merkezi
'Avrupa'nın en büyük kültür merkezini' inşa ediyoruz. Ama değil Avrupalıların,
İstanbulluların bile haberi yok. Bırakın İstanbulluları, kültürle ilgili
insanların haberi yok. Belki bir gün inşaatı biter. Havai fişekli, lazer gösterili,
görkemli bir açılış töreni yapılır.
Oysa Avrupalılar ne kadar sabırsızlar, ne kadar konuşmaya meraklılar:
Daha ortaya bir icraat koymadan, inşaata değil, projeye bile başlamadan konuşmaya
başlıyorlar. Üstelik kültürle siyaseti de birbirine karıştırıyorlar: Kültür
üretimini siyasal değerleri, kültür ilişkilerini sorgulamaya yarayacak araçlardan
biri olarak görüyorlar.
Proje yönetimini (kültür bakanları, yerel kamu görevlileri, yöneticileri
kültür işlerinden hiç anlamadıkları için) sivil toplumun kültür üretimi
alanında öne çıkan kişilerine havale ediyorlar. Kamu görevlileri, üretmek
yerine yalnızca programlara destek veriyorlar, adam kayırmaya, mahal
vermeyecek düzenlemeler, tanımlanmış görevler için çalışıyorlar.
Kültür merkezleri sokaklara, meydanlara, mahallelere, hayata yayılıyor.
Sonra? Mimarlık, müzik, tiyatro, görsel sanatlar, sinema gibi bölümlerde
sanatçılar, düşünürler, organizatörler bağımsız olarak kendi alanı
ile ilgili projeler hazırlıyor. Yani tam kakofoni. İşin sahibi yok.
Gelsinler, bizden öğrensinler. 'Avrupa'nın en büyük kültür merkezi' nasıl
tasarlanır, nasıl inşa edilir, nasıl işletilir görsünler...
Radikal
|