reklam

26 Haziran 2002 Çarşamba
Ana Sayfa
>
Haberler

Dev kültür merkezi 'hayaleti'

Dev kültür merkezi 'hayaleti'Haliç'teki tarihi Mezbaha binasının yerine 'Avrupa'nın en büyük kültür merkezi' inşa ediliyor. Ama bundan, sanat dünyası dahil hiç kimsenin haberi yok

Haliç'te yer alan Sütlüce Mezbahası, İstanbul'un modernleşme atılımlarının bir örneğiydi. 1990 yılına kadar yaklaşık yetmiş yıl mezbaha, bir süre de depo olarak işlev gören bu yapı, düzensiz koşullarda yapılan kesim işlerini sağlık ve saklama koşullarına uygun bir biçimde yapılmasını ve denetlenmesinin sağlamak amacıyla yapılmıştı.

Bu yapının teknik olduğu kadar bir mezbaha binası için ilginç sayılabilecek mimari özellikleri de vardı. İstanbul'a binlerce yıldır hayat veren bir doğal liman olan Haliç, bir taraftan geçmişten beri yiyecek ambarları, denizcilik tesisleri gibi yapılarla donatılmışken, modernleşme atılımları ile bu işlevlerde yeni yapılarla değişiklikler yaşanmaktaydı.

Yalnızca 'endüstri tesisi' mi?
Bu yapının bu açıdan yalnızca bir 'endüstriyel tesis' olduğu söylenemez. Mezbaha binası, denizden bakıldığında adeta bir cami, okul, hatta bir saray gibi azametli ve gösterişli bir yapıydı. Neden bir mezbaha binası için böyle bir yapı yapılmıştı? Belki de mezbahanın yapıldığı dönem (biraz gecikerek, 1920'ler) Avrupa başkentlerinde önemli kamu yapılarının inşa edildiği, şehirsel hizmetlerde devrimlerin yaşandığı bir dönemdi. 20 yüzyıl başında dünyanın dördüncü büyük ticaret şehri olan İstanbul'un da bu dönemde birçok Avrupa şehriyle eşzamanlı olarak birçok yeniliğe sahne olduğu biliniyor. Sütlüce Mezbahası'nı da yalnızca bir mezbaha olarak değil, belki bu 'kamu yapıları serisi' içinde değerlendirmek gerekiyor.

Haliç çevresinde başta Galata ve Eminönü olmak üzere bir çok ticari yapıda 'art nouveau', eklektik (neoklasik, neogrek, neobarok) mimari tarz görülürken birçok kamu binasının sonradan 'Birinci Milli' diye adlandırılan bir mimari tarzda inşa edildiği söylenebilir. (Bu tarz, Osmanlı mimarlığına gönderme yapan eklektik bir tarzdı.) Galata Köprüsü gibi tamamen yurtdışında yapılıp getirilen bir çelik yapıdan vapur iskelelerine, Düyun-u Umumiye'den Osmanlı Bankası binasına, okul yapılarından elektrik trafolarına kadar birçok mimarlık ürünü bu tarzdaydı.
'İkinci Milli' denen tarz ise Cumhuriyet döneminde bu tarza karşı bir tepki olarak çıktı. 'İkinci Milli' bu Osmanlıcı tarza bir tepki olduğu kadar siyasal alanda zayıf kalan bir kimlikleşme girişiminin tasfiye hareketiydi.

'İkinci Milli olarak adlandırılan mimarlık tarzı ise tıpkı dildeki arınma çabaları gibi, 'halk mimarisi'ne doğru yöneldi. Böylece 'İkinci Milli'ciler Batı'da hakim işlevselci akımla, 'saf', 'ağdalı olmayan', 'halk mimarisi'ne gönderme yaptıkları kendi mimarlık anlayışları arasında bir köprü kurmaya çalıştılar.

Yapılar 'gözden çıkarılıyor'
1970'lerde mimarlık mirasının korunması tartışmalarında akademik çevrelere hâlâ bu akımın kalıntıları hâkimdi ve belki de bu nedenle 'Birinci Milli'ye ait birçok yapı (tıpkı diğer 'eklektik' yapılar gibi) korunmaya değer bulunmadı. Bugün Türkiye'deki mimarlık anlayışının bu 'İkinci Milli' çerçevesini aştığı da pek söylenemez. Türkiye gibi ülkelerde mimarlar ulusalcı bir mimarlık peşinde koşarken Avrupalı mimarlar modernliğin bir biçim sorunsalı olmadığını tartışıyorlardı. Mekân düzenleme konusu Batı'da diğer uzmanlıklara benzer bir entelektüel girişime sahne oldu.

İlginç olan Sütlüce Mezbahası'nın yıkımına yol açan ve yaklaşık onun dört katı büyüklüğünde olan inşaatın bu 'İkinci Milli'nin bir kalıntısı olması. Ben bu tarzı
'Üçüncü Milli' olarak adlandırmayı öneriyorum. Neden derseniz: Nasıl mezbahanın yapıldığı tarihlerde Osmanlı İmparatorluğu ulusalcı dinamiklere bir cevap vermeye çalıştıysa, bugün 'Avrupa'nın en büyük kültür merkezi' denen inşaat bu düşüncedeki sürekliliğe işaret ediyor.

'Üçüncü Milli' kamu işlevlerinin hesap verebilirlik, şeffaflık ve iletişim içinde
tanımlandığı yeni siyasal değerlerin içinde hâlâ tepeden inme bir duyarlılığın ve tek biçimli bir kamu yararı kavramının ne boyutlarda bir soruna yol açtığını gösteren tipik bir örnek.

Avrupa'nın 'en büyük' merkezi
'Avrupa'nın en büyük kültür merkezini' inşa ediyoruz. Ama değil Avrupalıların,
İstanbulluların bile haberi yok. Bırakın İstanbulluları, kültürle ilgili insanların haberi yok. Belki bir gün inşaatı biter. Havai fişekli, lazer gösterili, görkemli bir açılış töreni yapılır.

Oysa Avrupalılar ne kadar sabırsızlar, ne kadar konuşmaya meraklılar: Daha ortaya bir icraat koymadan, inşaata değil, projeye bile başlamadan konuşmaya başlıyorlar. Üstelik kültürle siyaseti de birbirine karıştırıyorlar: Kültür üretimini siyasal değerleri, kültür ilişkilerini sorgulamaya yarayacak araçlardan biri olarak görüyorlar.

Proje yönetimini (kültür bakanları, yerel kamu görevlileri, yöneticileri kültür işlerinden hiç anlamadıkları için) sivil toplumun kültür üretimi alanında öne çıkan kişilerine havale ediyorlar. Kamu görevlileri, üretmek yerine yalnızca programlara destek veriyorlar, adam kayırmaya, mahal vermeyecek düzenlemeler, tanımlanmış görevler için çalışıyorlar.

Kültür merkezleri sokaklara, meydanlara, mahallelere, hayata yayılıyor. Sonra? Mimarlık, müzik, tiyatro, görsel sanatlar, sinema gibi bölümlerde sanatçılar, düşünürler, organizatörler bağımsız olarak kendi alanı ile ilgili projeler hazırlıyor. Yani tam kakofoni. İşin sahibi yok. Gelsinler, bizden öğrensinler. 'Avrupa'nın en büyük kültür merkezi' nasıl tasarlanır, nasıl inşa edilir, nasıl işletilir görsünler...
Radikal

 

Haziran 2002 Arşivi

pt sl çr pr cm ct pz
01 02
03 04 05 06 07 08 09
10 11 12 13 14 15 16
17 18 19 20 21 22 23
24 25 26 27 28 29 30
diğer aylar için tıklayın

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz