8. İstanbul
Bienali'nin kavramsal çerçevesi "Şiirsel Adalet" olarak açıklandı
İstanbul
Kültür ve Sanat Vakfı'nca (İKSV) düzenlenen "Uluslararası İstanbul
Bienali"nin sekizincisi, 20 Eylül-16 Kasım 2003 tarihleri arasında yapılacak.
Bu seneki bienalin kuratörü, 1995'ten bu yana New York'un en önemli çağdaş
sanat müzelerinden New Museum'da görev yapan Amerikalı Dan Cameron. Kuratör,
26 Eylül'de The Marmara Oteli'nde yaptığı basın toplantısında,
20 Eylül-16 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek 8. İstanbul Bienali'nin
kavramsal çerçevesini 'şiirsel adalet' olarak açıkladı.
Şiirsel Adalet
8. Uluslararası İstanbul Bienali'nin sanatsal çerçevesi Şiirsel Adalet
kavramı etrafında şekillendirilecektir. Bienal sergisi, bu deyimi çağdaş
sanatta son dönem gelişmelere dair bir araştırma zemini olarak önerirken, görünüşte
çelişiyormuş gibi duran şiir ve adalet kavramlarını birbirleriyle ilişkilendirecek
bir yaratıcı eylem alanı açımlamayı hedefliyor. Böylelikle, serginin
temelinde yatan düşüncenin, kısmen, iki farklı sanat üretim biçimi arasındaki
büyük üslup farklılığını yeniden değerlendirme girişimi olduğu ortaya
çıkıyor. Bu üretim biçimlerinden ilki dünyayı ve dünya meselelerini öznesi
haline getirirken, diğeri izleyicinin iç dünyasına yöneliyor. Bu tür ayrıştırmalar,
daha derinlemesine irdelenmeden önce, aşırı iddialara dönüşme riski taşısalar
da, yakın zamana kadar bu iki farklı kutbu bir araya getiren sanat eserlerine
rastlamak güçtü. Dijital ağlarla örülü bir küresel köye dönüşen dünyanın
olanak ve yetersizliklerinin, son yıllarda toplumun tüm katmanlarına sızarak
algılanmasıyla birlikte, birçok sanatçı, aynı anda birden fazla bakış açısı
içeren ifade biçimlerine yönelmeye başladı. Kullandıkları araçlar ve üslupsal
yaklaşımları çok farklı olan bu sanatçılar, çeşitli disiplinler arasında
köprü kuran fikirleri bir araya getirerek, ortak bir arzuyu paylaşıyorlar: Dış
dünyaya ilişkin olarak dikkatle oluşturdukları bakış açılarını, şiiri
insan düşüncesinin zirvesi olarak algılayan felsefi bir sistem üzerine
yerleştirme arzusu.
Adalet nedir? Neden bugün acil bir mesele halini almıştır? Bugünün küreselleşmiş
dünyasında adalet mümkün olabilir mi? Bu soruları bir araya getirmenin bir
yolu, küresel değerler sistemine duyulan ortak inancın temel taşlarından
biri olan, 'eğer dünyada birden fazla adalet sistemi varsa bunlardan hiçbirinin
mutlak olamayacağı' yolundaki paradoksal ilkedir. Doğruyla yanlışın
belirlenmesinde adaletin mutlak bir temel teşkil ettiği Yunan-Roma hukukuna
dayalı modern adalet anlayışının kökleri ile açık bir çelişki içinde
olan bu ikilem, küresel gidişatın günümüzdeki çalkantılarının son
derece etkileyici bir boyutuna işaret etmektedir. Açıkçası, doğru ve yanlış
kavramları, bunlar arasındaki farklılık dereceleri ve bu farklılıklar üzerinde
uzlaşıldıktan sonra kaçınılmaz olarak yaşanan ihlallere toplumun verdiği
tepkiler, bir yerden diğerine önemli farklılıklar gösterir. Aynı toplum
veya kültürel grubun içinde bile, bir hukuki düzenlemenin kendisine koşut
başka bir hukuki düzenlemenin yetki ve yargılarını dikkate almaması çatışma
konusu haline gelebiliyor (örneğin, eyaletler ve federal devlet arasında, ya
da dine dayalı ve laik hukuk sistemleri arasında). Bu tür farklılıklar,
kamusal yaşamın diğer alanlarında yadırganmazken, gerçek vakalar üzerinden
bir çatışma yaşandığında, keskinlik kazanırlar: Bir toplumun yargıladığını,
öteki yüceltir. Suç işlendiğine dair görüş birliğine varıldığında
bile, adaleti sağlamanın kimi yöntemleri (ölüm cezası gibi), söz konusu
suçtan daha barbarca görülebilir.
İlk bakışta, belli adalet sistemlerinin algılanışındaki duyarlılığın,
pazarlama ve telekomünikasyon alanlarındaki küreselleşme olgusu sonucunda
arttığı izlenimi doğabilir. Ancak gerçek bundan daha karmaşıktır. Tanım
itibariyle küreselleşme, aynı ürünün farklı kültürel özelliklere göre
yeniden biçimlendirilmiş reklam ve dağıtım programları yoluyla, dünya çapında
dağıtımını yapan tek-kültürlü bir olgudur. Adaletin uluslararası
prensiplerini geliştirme çabalarının kaynağında ise, aksine, öncelikli
olarak yerel medeni hukuk ve ceza hukuku standartları vardır; öyle ki, insanlığa
karşı bir suç işlenmiş olduğu ancak suça karşı yerel bir tepki oluştuğunda
kabul edilebilir hale gelir. Siyasi kriz ortamlarında adaletin uluslararası
prensiplerinin uygulanması, hiçbir bireyin ya da grubun hukuk dışı
davranamayacağı mesajını yayarken, buna koşut olarak uluslararası aktivizm
sistemlerinin gelişimi, küresel sorunların bir ulusun sınırları içinde
tutulamayacağı biçiminde, aynı derecede güçlü başka bir mesajı yayıyorlar.
Bu düşünme tarzının etkileri özellikle ekoloji, nüfus artışı, kadın
sorunları, göçmen, tutuklu ve sığınmacı hakları, AIDS'in dünya çapındaki
etkisi ile sanat, edebiyat ve müzik gibi yaratıcı ifade alanlarında yoğunlukla
ortaya çıkıyor. Bu örneklerin ilk öbeğine baktığımızda, mevcut ulusal
ve uluslararası bilgi odaklarının bu meselelerin çözümünde yetersiz
kalmasının, aktivist ve savunmacı grupların ortaya çıkışına yol açtığını
görüyoruz. Bu grupların temel özelliği, üyelerinin, kendi ülkelerinin
yerleşik parametreleri dışında faaliyet göstermeleridir. Sivil girişimler
tarafından kurulan savunmacı grupların en çok tanınan üçünün, Amnesty
International (Uluslararası Af Örgütü), World Wildlife Fund ve Greenpeace'in
başarıları, acil durumlara -ister Sri Lanka'da, ister A.B.D.'de meydana
gelsin- karşılık vermelerine olanak tanıyan güçlü uluslararası bağlar
geliştirmiş olmalarında yatmaktadır. Bazı vakalarda bu gruplar,
etkinliklerini daha resmi başka kurumlarla da ilişki kurarak sürdürüyorlar.
Örneğin, ormanların hızla yok edilmesi ya da düşünce suçu veya diğer suçlardan
hüküm giyenlerin gördüğü kötü muamele, bu gruplar tarafından kamu önünde
yeterince teşhir edildikten sonra, uluslararası mahkemeler tarafından dava
konusu yapılabilmektedir.
Şiirsel Adalet başlığı, aynı adı taşıyan edebiyat yönteminden
esinlenerek ortaya çıktı. Bu yöntemde, bir karakterin veya grubun başına
gelenler, aynı karakter veya grubun daha önce yaptıklarıyla belirgin bir
ironik benzerlik taşır. Bir romanda katilin cinayete kurban gitmesi önceki
durumunun bariz bir sonucu olacağı için, tam anlamıyla şiirsel adalet sayılmaz.
Ama, eğer katil kazara daha önce başkalarını öldürdüğü silahla ölürse,
şiirsel adalet yerini bulmuş olur. Böylece, sadece işlenen suç cezalanmış
olmaz, aynı zamanda cezalandırmanın araç ve kapsamı tanrısal bir mesaja dönüşerek,
ölümlülerin yıkıcı kibrinden sakınılması uyarısı, aynı ölümlülerin
açıkça anlayacakları bir dilde iletir.
Buradaki kullanımda ise, Şiirsel Adalet kavramındaki iki sözcüğün tekrar
birbirlerinden yalıtılması, ardından da daha yoğun bir ilişki içinde
yeniden birleştirilmesi amaçlandı. Daha önce değindiğimiz adalet kavramından
sonra, şiiri buradaki kapsamı içinde, dile bir tanrısallık hissi kazandırma
girişimi olarak tanımlayabiliriz. Yazar şiir yoluyla, sözcükler arasında
yerleşik tasvir, öyküleme ve belagat geleneklerinin ötesine taşan bir biçimde
ilişkiler kurmaya, hatta mümkünse, şiiri üreten zaman ve mekanın özünü
yakalamaya çalışır. Ancak şiir burada bitmez. Şiirde asıl ulaşılmaya çalışılan,
tüm insan bilgi ve deneyiminin, fizik ve metafiziğin, geçmiş ve geleceğin
yalnızca sözcükler yoluyla çağrıştırılmasıdır. Bu çabayı algılayan
şiir okuru, şiirin içinde bildik bir dilin bilinmedik bir dil haline geldiğini
duyar; çünkü söylenen, duyulan ve çabucak unutulan bildik sözler,
olabilecek en uzun süre hafızada takılıp kalsınlar diye yeniden işlenmişlerdir.
Gündelik olan ile ebedi olanı bütünleştirme arzusu, şiirin görsel
sanatlar alanına yakınlığına işaret eder. Görsel sanatlar da aynı
sonuca, gündelik deneyimden çıkan malzeme ve imgeleri kalıcı bir kültürel
yankı elde etmek amacıyla yeniden düzenleyerek varmaya çalışır.
Şiirle adaleti ilişkilendirmeyi en zorunlu kılan dürtü, manevi unsurun tüm
potansiyel tezahürleriyle birlikte değer kaybına uğratılmasına duyulan
tepkidir. Bu değersizleştirme çağdaş Batı toplumunun öylesine çarpıcı
bir özelliği ki, günümüz sanatı maddi ve manevi alanların her ikisinin de
eşit derecede yaşamsal ve son tahlilde ayrılmaz olduklarında ısrar eden bir
tutumu benimsiyor. Gerçek olanın yalnızca elle tutulur olandan ibaret olduğunu
kabul etmeye, bireyin iç dünyasına ait deneyimlere hiç dokunmayıp, bunların
varlığını yadsımaya fazlasıyla hazırız. Maddi evrenin egemenliğinin çağdaş
sanattaki yansıması, sanatı sadece sosyal ve siyasi bir araç olarak gören,
sanatçının rolünü maddi dünyada daha önce gözden kaçmış ya da yanlış
algılanmış durumlara dikkat çekmek olarak tanımlama eğilimi şeklinde
ortaya çıkıyor. Bu düşünce ve deneyim biçiminin, son dönemlerin en çarpıcı
sanat eserlerini üretmiş olduğunu teslim etmekle birlikte, elle tutulur, gözle
görülür olanın, hissedilen ve hayal edilen karşısındaki önceliğini
abartma eğilimi taşıdı. Sonuçta, çağdaş sanat üretiminde genel bir
duygulanım sığlığının hakim olduğu, bir tür materyalist araçsallığın
kültürel otorite konumlarını değiştirmek ya da güçlendirmek yönünde atılan
en iyi niyetli adımlara bile hükmettiği izlenimini ediniyoruz. Aynı zamanda,
çağdaş sanat alanında, çoğu insanın çağdaş sanata karşı duyduğu
kopukluk hissini değiştirecek en ideal araçların neler olabileceğine ilişkin
bir mücadele başlamış bulunuyor. Sanatın en temel kültürel anlamları üzerine
sürdürülen bu mücadelenin en önemli etmenlerden biri, sanatçı, küratör
ve eleştirmenlerin, çağdaş yaşamı bireyin bilinci ile şeyler, eylemler ve
bunların sonuçlarının yer aldığı dış dünya arasında sürekli bir
diyalog olarak betimlemekte uğradıkları başarısızlıktır. 8. Uluslararası
İstanbul Bienali'nin en önemli amaçlarından biri, sanatın yaşamın bu iki
cephesini uzlaştırmak için bir araç olması hedefine kendini adamış ve
eserleri bu adanmışlığı yansıtan sanatçıların fikirlerini tartışmaya
açan, canlı ve hareketli bir kamusal forum yaratmaktır.
Küratörlük sürecinin bu aşamasında sorulması gereken en anlamlı soru
belki de, 'Sanat ve şiirin gerçeklik değerleri ile jeopolitik alanın gerçeklik
değerlerini uzlaştırma çabasının anlamı nedir?' sorusudur. Başta yer
alan tartışmada, son dönemlerde aktivist gruplar ve/veya mağdurlar arasındaki
bağları güçlendirmeye çabalayan uluslararası örgütlerin ortaya çıktığını,
bunun nedeninin de ulus temelli kimliklerin dünya sorunlarını yapıcı ve
anlamlı bir biçimde çözmek için gereken işbirliği türlerine ciddi sınırlamalar
getirmesi olduğu söylendi. Bienaller ve diğer küresel sergiler, izleyicinin
geçici bir süre için de olsa, tüm dünyanın dokunulabilir bir temsilini tek
bir çatı (ya da bir dizi çatı) altında yaşayabileceği bir ortam yaratırlar.
Kültürel izler taşıyan bir dizi temsilden bir diğerine geçerken, insan dünyanın
olanca farklılıkları arasında dolaşmış olur. Böylece hayalgücü, kendi
kültürünün güzel, anlamlı ve iyi saydığı her şeyi aşan bir alanda
seyre çıkar. Bu tür temsil biçimlerinin, bireyin dünyaya ilişkin görüşlerinin
oluşumuna fazla katkıda bulunamayacak kadar özgünleştikleri iddia
edilebilir. Ancak bu küresel sergi sistemleri henüz görece yeni oldukları için,
bu girişimlerin ne tür kalıcı etkiler bırakacakları hakkında konuşmak için
henüz çok erken. Bugün dünya hakkında bildiğimiz bir şey varsa, o da kültürel
farklar hakkında uzlaşma sağlama yetisinin azalmayacağı, tam tersine artacağı
ve birbirini anlamak için gerekli bağları tasarlama görevinin sonuçta belli
bir grup (ve ümit edelim ki) aydınlık insana düşeceğidir. Şimdilik, insan
bilincinin evrimi hala bir dönüm noktasında bulunuyor ve tarihsel olarak
toplumun düşünce ve deneyiminin yeni sınırlarını keşfeden ve kuran öncülerden
olan sanatçı, üzerinde yaşayan herkes için hem gerçek hem de mecazi
anlamda aynı yer olabilen bir dünya hayal etmek için, belki de elimizdeki en
iyi umut kaynağı. Bu hayal ediş, belki de şiirin son damıtılması, hatta
özüdür.
Arkitera
|