Galataport
İstanbul limanının yeniden işlevlendirme sorunu (hiç sorun çıkmadan
oldu bittiye getirilen projelere karşı) bir dönüşüm fırsatı olabilir.
Mimarlık fakültesindeki ilk yıllarımızda çok ünlü bir yabancı mimarın
seminerler vermek için okulumuza gelmesi eğitim hayatımızda derin izler bırakacak
şaşırtıcı bir olaya tanık olmamıza yolaçmıştı. İlk seminerlerin
sonunda bu ünlü mimar kendisinden sürekli 'kek tarifi alır gibi' sorular
soran hocalardan sıkılmış ve yalnızca 'eğitimin koşullandırmasından henüz
geçmemiş' öğrencilerin sorularına cevap vereceğini söylemişti. Şöyle
seslendiğini hatırlıyorum:
"Burası dekorasyon veya mimarlık bürosu değil, üniversite. Siz öğrencilerinize
mekanların çizilerek tasarlanabileceği gibi bir düşünce ile koşullandırıyorsunuz.
Sizin çözüm olarak kabul ettiğiniz şeyleri ben sorun olarak görüyorum."
Bu sözlerin salona bir 'bomba' gibi düşmesini beklerken çok daha şaşırtıcı
bir şey olmuştu. Seminere katılan deneyimli kişiler, hocalar bu çok ünlü
mimarın karşı çıkışını 'kendini beğenmişliği'ne vermiş ve tartışmaya
dahi değer bulmamışlardı. Kimseden ufacık bir itiraz sesi bile yükselmemişti.
O tarihten bugüne üniversitelerdeki bu deneyimli kişiler İstanbul'daki bir
çok kamu projesine imza attılar. Parklar, meydanlar tasarladılar, restorasyon
uygulamaları gerçekleştirdiler.
Üniversite öğretim üyelerinin danışmanlığında bir çok projeye tanık
olduk. İstanbul'un sorunları tepeden inmeci bir planlama ve projelendirme yöntemi
ile iyice azmanlaştı. Kimseden gene bir ses çıkmadı. Sorunlar sürekli göç,
'çarpık yapılaşma' gibi nedenlerle açıklandı. Sorunları çözmek için yöntemler
geliştirmek yerine uzmanlık kurumları, üniversiteler 'sivil toplum üyeleri
olarak' kendi çıkarlarını temsil ettiler. Bugün hala uzmanlık kurumları
kendi özel kamu yararı anlayışlarını bir tasarım olarak sunmayı 'uzmanlık
hizmeti' olarak görüyorlar. Kamu projelerinin nasıl elde edileceği konusunda
basit bir yöntem arayışı dahi yok. Buna karşılık Türkiye'de yetenekli
uzmanlar, sanatçılar, tasarımcılar (biz onları çevremizde görmesek de)
olmalı.
Bazılarının 'şu işi ben yapsaydım, ne güzel yapardım' diye iç geçirdiklerini
bile duyar gibiyim. Belki de uzmanlarımız, sanatçılarımız, tasarımcılarımız
kötü projelerle kamu kaynaklarının çarçur edilmemesi için 'iyi' yöneticilerin
onlara sipariş vereceği zamanı beklemekteler. Onlara "kim yapacak, kim düzeltecek"
diye sorsanız, gizlendikleri kuytulardan çıkıp, parmaklarıyla "Ben,
Ben, Ben" diye kendilerini göstereceklerinden eminim. O zaman ünlü
yabancı mimarın örtbas edilen konuşmasından hareketle belki şunu sormak
yerinde olur: Mimarlık, şehircilik, mühendislik gibi uzmanlıklar ayakkabı
tamirciliği, terzilik gibi birer uzmanlık mıdır ki, yalnızca kamu yöneticisi
olan "müşterisi ile arasında özel bir ilişki" olarak cereyan
ediyor? Yoksa yaptıkları iş başkalarını mı ilgilendiriyor? Uzmanlık
hizmetleri dediğimiz plan, proje nedir? Yönetimlerin beton, tuğla, demir,
asfalt gibi satın aldıkları bir hizmet midir? Yoksa kamu projeleri, kamuya
ait olan işlevlerin, hizmetlerin, ürünlerin, uygulamaların önceden
kurgulanması, tasarlanması değil mi? Kamu uygulamalarını biçimlendirmeye
yarayan uzmanlık hizmetlerinin demokratik bir kurumlaşmaya işaret etmesi
gerekmiyor mu? Kamusal işlevlerin oluşum veya ortaya konuş biçiminin
belirlenmesi uzmanları ilgilendirmiyor mu?
Çok gecikmiş olsak da, kamu mülklerinin nasıl işlevlendirileceği,
yeniden işlevlendirilmeyle birlikte nasıl işletileceği gibi konularda galiba
aciliyetle bir yönteme ihtiyacımız var.
Türkiye'de kamu mülkleri özelleşmiyor, kamu kişilikleri, devlet özelleşiyor.
Kamu yöneticileri kamu mülklerini kendi özel mülkleri gibi yönetiyorlar.
Krizler dönüşüm fırsatları olabilir mi?
Bugün İstanbul bir dönüm noktasında: Ya sürekli yaptığı gibi elindeki
zenginliği 'har vurup harman savurarak' fakirleşmeye devam edecek. Ya da bir dönüşüm
geçirecek. Bu dönüşümün işaretleri de arada sırada ortaya çıkmıyor değil.
Bugün projelendirme ve yeniden işlevlendirme safhasında oluşan sorunları
(hiç sorun çıkmadan oldu bittiye getirilen projelere karşı) belki de 'makus
talihi' değiştirecek bir durum görmek gerekiyor.
Bu açıdan bakıldığında Salıpazarı Antepoları konusunda yaşanan
proje sorunu da bu dönüşüm için çok önemli bir fırsat olabilir: Bir
zamanlar deniz ticaretinin yönetim merkezi olan bu bölgede bugün Beyoğlu ve
İstanbul'un tarihi merkezini tıpkı 'bir sağır duvar' gibi denizden ayıran
binalar sıralanıyor. Binaların bir bölümünde Türkiye Denizcilik İşletmeleri'nin
büroları yeralıyor. İdari binaların cadde cephesini oluşturduğu
kompleksin deniz tarafında ise bugün işlevini yitirmiş olan muazzam bir bina
stoğu, antrepolar var.
Bazılarına göre bu depoların zamanında buraya yapılmış olması bir
'cinayet'. Buranın yüzyıllık gelişme potansiyelinin üzerine çöreklenen (
bölgeyi bir anda kurutan, sivil hayatı altüst eden, denizciliği, şehiri,
ticareti öldüren) bir karar. Buranın bu şekilde işlevlendirilmesi bir bakıma
geçmişteki gelişmelerin bir devamı gözükse bile, görünüşe aldanmamak
gerekiyor. Şehirin sınırlarının Taksim'de bittiği bir dönemde burasının
depoları, gümrükleri, deniz ticareti acenteleri ile bir dış ticaret limanı
olması ve Beyoğlu, Karaköy, Galata gibi bir iş merkezi ile bütünleşmesi
gayet anlaşılır bir durum.
Ancak burada 19. yüzyılda oluşan kentsel dokuyu, meydanları, binaları,
kuruluşları, işletmeleri, ticarethaneleri kazıyarak devasa antrepolar yapmak
kolay anlaşılır bir durum değil. (Nitekim yük taşımacılığına yönelik
bu tesisler 1980'lerde terkedilmiş ve yük gemilerinin buraya yanaşmasına
izin verilmemiş.) Bu kararın yalnızca ulaşım ilişkisi nedeniyle, İstanbul
gibi bir deniz ticareti üzerine kurulmuş bir kentin geleceğinde nasıl bir
etkide bulunduğunu ve çöküşün kaçınılmaz olduğunu kestirmek zor değil.
Bu bölge kendi halinde bile bırakılsaydı (ya da geçmişte olduğu gibi
yerel dinamikler tarafından demokratik bir biçimde planlansaydı) muhtemelen böyle
bir sonuç yaşanmayacaktı ve belki bölgenin bir turizm merkezine dönüşmesi,
çöküntü yaşamak yerine bir gelişmesi mümkün olacaktı.
Zararın neresinden dönersek kâr
Bu bölge artık Türkiye Denizcilik İşletmeleri'nin malı olmaktan çıkmalı.
Bunu söylerken satılmalı, devredilmeli demek istemiyorum. Bir kamu kuruluşu
olan TDİ'nin elindeki mülkün kendi mülkü olmadığı, kamu adına bu mülkü
elinde bulundurduğu düşünülerek, kamu işlevi açısından yeni koşullara
uygun bir karar mekanizması ve kurumlaşma geliştirilmeli. Bu mülk bu kurumlaşma
tarafından yönetilmeli. Bu projenin yönetimi ve programı oluşturmak için
bu kuruluşa yatırımcı kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları, yerel halkın
temsilcileri, yerel belediye katılmalı. Program kamuoyuna açık ve şeffaf
bir biçimde kamuoyuna tanılmalı ve aşamalı olarak geliştirilmeli.
Programla ilgili işlevler tartışılırken, düzenli bilgi paylaşmayı sağlayacak
yayın, toplantı gibi mekanizmalar hayata geçirilmeli. Program aynı zamanda
burada proje elde etme süreçlerini, yapıların yeniden değerlendirme
ilkelerini belirlemeli. Programın uluslar arası bir boyutu da olduğu için,
uluslarası düzeyde bir ilişkiye, buna benzer deneyimlerden elde edilen
birikime de ihtiyaç olmalı.
Şu anda orada bulunan yapıların mekan potansiyelleri kullanılarak, yapı
yoğunluğu nasıl hafifletilebilir, mevcut strüktürler nasıl kullanılabilir,
denizle ilişki nasıl kurulabilir, bunlar fikir projeleri olarak görüşlere açılabilir
ve halka tanıtılabilir, şeffaf bir biçimde yönetilebilir, bütün bunlar
tartışılmalı.
Galataport projesinin İstanbul için bir fırsat mı yoksa bir tekrar mı olduğunu
ise zaman kadar İstanbul'un yerel dinamikleri gösterecek.
Korhan Gümüş
|