reklam

İhsan Bilgin'in Yazılarından

Platform 2002 > Konut Alanları > Yazılar

Tarih: 22 Ekim 2002
Yer: Arkitera Forum

Türkiye'de Toplu Konut Üretimi ve Mimarlık 1
İhsan Bilgin

Konut üretiminde politika ile tasarım arasındaki ilişkiyi, Türkiye'deki konut sektörünün nasıl mimarsız/mimarisiz işlediğini sergileyerek işlemeye çalışacağım. Dolayısıyla mimariyi ve tasarımı "olmayışlarıyla", "eksik oluşlarıyla" göstereceğim Türkiye'deki konut üretimi aracılığıyla. Başka çaresi de yok Türkiye'deki konut üretimi-mimarlık ilişkisinden bahsetmenin. Bu avant-garde müziğin sessizliği ses olarak kullanması, sesi sessizlik üzerinden hatırlatması gibi bir şey olacak; mimarlık olmayışıyla temsil edilecek...

Dünkü konuşmalarda Türkiye'nin imar sürecine damgasını vuran özellikler üzerinde duruldu. Bunların da akılda tutulmasını isteyerek, bir kaç noktanın altını çizerek başlayacağım: 1950'ler sonrasında, yani son 50 yıl içinde Türkiye'de her yıl ortalama 250 bin konut üretilmiş; konut stoğuna her yıl 250 bin yeni konut eklenmiş. Bu, nereden bakılırsa bakılsın muazzam bir rakamdır ve bundan öncesinin üretim mekanizmalarıyla karşılanamayacak bir niceliktir. Mutlaka yeni mekanizmalar ontaya çıkacak, bu kaçınılmaz. Birinci soru şu: Küçük üretim mekanizmalarıyla, küçük parsel normlarındaki inşaat ölçekleriyle bu ihtiyaç, yılda 250 binler seviyesindeki bu ihtiyaç karşılanabilir mi? Mantığı ön plana alan cognitif bir değerlendirme buna olumsuz yanıt verecektir. Fakat realite, imar tarihi bunun tersini söylüyor. Sadece Türkiye'de değil, içlerinde Fransa'nın da bulunduğu erken sanayileşmiş, modernleşmenin dünyaya yayılmasına öncülük etmiş coğrafyalarda da uzunca bir süra bu muazzam yeni konut ihtiyacının küçük üretim mekanizmalarınca karşılandığını biliyoruz. Fakat bir eşik var. Gerek erken sanayileşen ülkelerde, gerekse de bizim gibi bir faz farkıyla modernleşen ülkelerde mutlaka bir eşiğe geliniyor. Bu eşik geçildikten sonra küçük üretim mekanizmaları ihtiyacı karşılayamaz hale geliyor. Sonra girişim ve üretim ölçeği büyüyor. Süreç özetle böyle işliyor.

Tam da bu noktada Türkiye'nin istisnai ve spesifik durumundan söz etmek gerekiyor. Türkiye'nin modernleşme dinamikleri o şekilde işliyor ve toplumsal yapısı o şekilde kurulmuş ki, büyüyen girişim ölçeği, yani küçük parsel boyutlarının dışına taşan üretim ölçekleri bile küçük üretimin alışkanlıklarıyla, küçük üretimin ilişki biçimleriyle örgütlenmeye devam ediyor. Bence, Türkiye'deki konut sorununu modern dünyanın diğer coğrafyalarının konut sorunlarından ayıran özelliği tam da bu noktada düğümleniyor. Kitlesel bir ihtiyacı bir eşiğe gelene kadar -ki bu eşik Türkiye için 1980'lerdir- küçük üretim mekanizmalarıyla karşılaması değil Türkiye imar tarihinin spesifik tarafı. Çünkü bu, başka başka biçimler altında erken sanayileşmiş coğrafyalarda da böyle olmuş. Ancak ölçek büyüdükten sonra hala büyük ölçeğin içine sızabilecek formasyonların, rollerin, pozisyonların -ki mimarlık formasyonu bu yeni formasyonların düğüm noktasıdır- girememesi Türkiye'nin oldukça spesifik bir sorunu. İstanbul'dan seçtiğim bazı örneklerle ne demek istediğimi anlatmaya çalışacağım.

İlk seçtiğim örnek Beşiktaş. Avrupa yakasının merkezi iş alanlarından biri. Bu merkezin çevresinde oluşan iskan bölgesinin fiziki özellikleri 1950-80 arası imar oluşumlarının tipik bir örneğini sergiliyor. Her şeyden önce 6-12 metre genişliğinde derinlemesine bir parsel formatı var. Ve hava fotoğrafından görebileceğimiz geniş çevrenin tamamı bu standartlaştırılmış parsel formatı üzerinde yapılan ayrı ayrı inşaatlarla kurulmuş. Yani bütün bu çevre tek tek, parsel parsel örgütlenmiş girişimlerin biraraya gelmesiyle oluşmuş. Bu küçük üretim örüntüsünün içine mimarlık formasyonunun sızamamasının nedeni, ölçek küçüldükçe ve üretim parçalandıkça en üst düzeyde konulan ve aslında birer çerçeve ve eşik olması gereken sınırlamaların birer fiziki standarda dönüşmesi ve binaların formunu dolaysızca belirlemesi. Burada bir paradoks var gibi duruyor: İlk bakışta parçalılık ve ölçek küçülmesi daha büyük bir çeşitlilik ve farklılaşma olanağı anlamına gelip, mimarlık formasyonuna da bir hareket alanı açabilirmiş gibi gözüküyor. Ancak bu parçalılıkla maksimum rant elde etme, dolayısıyla maksimum inşaat yapma isteği birleşince hareket alanı iyice daralıyor. İmar sınırlamaları doğrudan doğruya binaların dış konturlarını, dolayısıyla da formunu tarif eder hale geliyor. Çeşitlilik cephe malzemesi, renk vs. ikincil tercihlere indirgeniyor. Böylelikle fiziki çevrenin kendi içindeki farklılaşması doğrudan doğruya yapı malzemesi piyasasının raslantısal tercihleri tarafından dikte edilen bir menüye indirgenmiş oluyor. Böyle bir ortam içinde mimarlık formasyonunun bilgisine, birikimine hiç yer kalmıyor. Yapılacak iş, ortaya çıkacak bina zaten başından belli. Mimarlık formasyonunun taşıyabileceği alternatif çözümlere, farklı mekan kurgularına -çök özel bir durum, çok özel bir talep olmadıkça- yer yok. Bu sadece İstanbul için değil, inşaatların ağırlıkla küçük üretim tarafından gerçekleştirildiği zamanlardaki Paris, Londra, Berlin vb. 19.yy. başkentleri için de geçerli. Fiziki çevrenin karakterine damgasını vuran imar kurallarına ve müteahhit alışkanlıklarına modern dünyada mimarlık formasyonunun nüfus etmesi mümkün olmuyor küçük ve parçalı üretim örüntüsü içinde. Paris'te Rue Franklin üzerinde 20.yy. başında A.Perret tarafından yapılan apartman ile yakın çevresindeki binalar mimarlık formasyonu ile rutine bağlanmış mimarlık dışı üretimin karşıtlığını sergilemesi bakımından ilginç bir örnek oluşturur. Perret'nin parseli de çok özel -yani o günün Paris'i için genellenemeyecek- bir tasarım talebinin sonucunda ortaya çıkmıştır.

İstanbul'un 1960'lar sonrası merkeze dönüşmüş diğer alanları da benzer biçimde üretildiklerinden aynı fiziki özellikleri göstermektedirler. Ve unutmayalım ki bu mekanizmalarla ve bu fiziki özelliklere sahip olarak 40 yıl boyunca yılda ortalama 250 bin konut birimi eklenmiştir Türkiye'nin büyük kentlerine. Çevreler arasındaki fiziki farklılaşma imar yaptırımlarındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır yalnızca. Örneğin İstanbul'un Asya yakasındaki imar düzeni bitişik nizam yapılaşmaya izin vermediğinden, bu tarafta ayrık nizam yapılaşma söz konusu olmuştur.

Bütün bu çevreler küçük üretime dayalı bir organizasyon modeli ile üremektedirler. Tamamen Türkiye'nin sosyal bünyesi tarafından üretilmiş olan bu modeli biz "yap-satçı sunum mekanizması" olarak adlandırıyoruz: Bu modelin 1980'lerin ortasına kadar bu kadar aksamadan işlemesini olanaklı kılan en önemli etken, küçük müteahhitin işin başında arsaya para ödememesi, yani işe arsaya para ödemeden başlaması. Bilindiği gibi dünyanın her yerinde arsa kentsel konutun en pahalı girdisi olagelmiştir. Bu en pahalı girdinin bedelinin işin başında ödenmeyip, işin sonunda üretilen ürün üzerinden ödenmesi, bu mekanizmanın bu kadar yaygınlaşmasını sağlayan püf noktası olmuştur. Ve sonuçta 1950'lerden 1980'lerin ortasına kadar üretilen konutların yarısı bu mekanizma ile üretilebilmiştir.

1980'leri ortasına kadar üretilen konutların diğer yarısı da yasa-dışı bir mekanizma olan gecekondu mekanizması ile üretilmiştir. Gecekondu mekanizması yasa dışı olarak başlayıp zaman içinde kronikleşmiş populist politikalarla yasallaşan bir dinamiğe sahiptir. Dolayısıyla populist politikalar yasa dışı olan bu mekanizmayı meşruiyet alanına çekmişlerdir. Böylelikle "yasal" ile "meşru" arasındaki mesafe giderek açılmış, hukukla toplumsal alışkanlıklar arasında bir boşluk oluşmuştur. Bu biçimiyle yasa dışı yapılaşma da tamamen Türkiye'ye özgü bir olgudur. Osmanlı toplumunda toprak üzerinde özel mülkiyetin gelişmemiş olması Türkiye Cumhuriyeti devletine başka coğrafyalarda rastlanmayan bir büyüklükte toprak mülkiyeti mirası bırakmıştı. İşte populist politikalarca cömertce elden çıkarılarak yasa dışı konut üretimini meşru bir norm haline getiren de devletin elinde birikmiş olan bu toprakların büyüklüğü olmuştur.

1980'lerin ortasına gelindiğinde her iki mekanizma da kendi sınırlarına dayanmıştı. Birincisi, yap-satçı mekanizma şehirlerin imarlı alanlarındaki tüm arazileri ve düşük yoğunluklu parselleri yeniden-inşa ederek tükettiği için; ikincisi, gecekondu mekanizması da kentlerin çeperlerindeki tüm kamu arazilerini tükettiği için artık ömürlerini doldurmuşlardı. Bu mekanizmalar kısmen faaliyetlerini sürdürseler de, artık ihtiyacın tümüne yanıt verecek ölçeklerde üretim yapamaz hale gelmişlerdi. Bu noktada ilginç bir şey oldu: İktidardaki Özal hükümeti bu tıkanıklığı hemen farkederek ve zamanında refleks vererek üç önemli yeni dayanak oluşturdu: Toplu Konut Fonu, Toplu Konut İdaresi ve Toplu Konut Yasası. Birbirini tamamlayan finansal bir kaynak, hukuksal bir zemin ve idari bir mekanizma. Tıkanmış ve ölçeğini kendi kendine büyütemeyen küçük üretim mekanizmalarının yerine büyük ölçekli yapılanmaları getirebilecek olan, konut piyasasının önünü açmaya yönelik düzenlemelerdi bunlar.

Ölçek bir kere büyüdükten sonra artık işin içine mimarlık formasyonunun da girmesi beklenir: Teknik, estetik, organizasyonel, teknolojik vs. boyutlarıyla mimarlık formasyonunun. Çünkü bu ölçekte bir üretimde otomatik olarak işlemeyecek bir dizi karar almak gerekir. Küçük parsel ölçeğinde olduğu gibi yapılacak olan başından belli olamaz; ortaya çıkacak ürünün bir çok alternatifi vardır. Nitekim modern konut mimarisi geleneği de batılı coğrafyalarda üretim ölçeğinin büyümesiyle sonuçlanan 1920'ler sonrası ortamında gelişmiştir. Bu modern yerleşme geleneği arazı üzerinde yerleşme stratejilerinden blok ve/veya bina formatlarına, birim konut düzenlerinden teknik donatıya ve mobilyalara kadar kendi içlerinde alternatif örüntüleri olan bir dizi unsuru içerir. 1920'lerde temeli atılmış, 1950'lerde inşaat sektörünün çarpıtmaları sonucunda deforme olmuş, 1970'lerde yön değiştirmiş ve revize edilmiş, 1980'lerde piyasanın çarpıtmasıyla bir kez daha deforme olmuş ve 1990'larda da yüzyılın bütününden süzülen tortu ile yeni bir sentezin işaretlerini vermiş oldukça parçalı, oldukça kırılgan evrensel bir gelenektir bu. Ama sonuç olarak böyle bir gelenekten söz edilebileceğini düşünüyorum.

İşte Türkiye'nin 1985'lerden sonraki, yani üretim ölçeğini büyüttükten sonraki konut üretiminde nasibini alamadığı, mahrum kaldığı, hiç bir biçimde gündeme getiremediği tam da bu evrensel yerleşme kültürüdür. Tabii burada "mimar" derken kastettiğim mimarlık diploması değil; mimarlık formasyonunun ajanı, taşıyıcısı olarak devreye girme birikimine, becerisine, cesaretine, donatısına sahip bir özneden bahsediyorum.

Söylediklerimi, İstanbul'da 1980'lerden sonra küçük parsel ölçeğini aşarak yapılmış bölgelerden örnekler vererek somutlamaya çalışacağım. İlk vermek istediğim örnek Ortaköy Vadisi ve onun kuzeye doğru açılan bölümü. Burası aslında şehrin imarlı alanlarının içinde kalması gerekirken, İstanbul'un ilginç ve kendine özgü topoğrafyası nedeniyle 1985'lere kadar imar görmemiş alanlarından biri. Boğaz semtleriyle Barbaros Bulvarı'nın arasında kalmış, iki tarafın da kenarını oluşturan ilginç bir eşik olarak karşımıza çıkıyor. 1980'lere kadar geçerli olan mekanizmalarla her iki yaka da binalarla doldurulunca yapılaşmamış bu alan iştah açıcı bir potansiyel olarak gözükmeye başladı ve "site" olarak adlandırılan üst-orta tabaka yerleşmeleriyle dolmaya başladı. Bunların ilk göze batan özellikleri de şu: İçlerinde birden fazla binanın yer alacağı hiç hesaba katılmadan tasarlanmış ayrık nizam bir apartman tipi tasarlanıyor ve arada imarın zorunlu kıldığı boşluklar bırakılarak yanyana diziliyor. Teker teker yapıldıklarında geçerli olabilecek bir tasarım anlayışıyla tasarlanıyorlar; yani bütünsellikleri baştan tasarlanmıyor. Ancak öte yandan aynı girişimin parçası oldukları için ayrı ayrı yapılan apartmanların taşıyabilecekleri dereceden (malzeme, renk vb.) farklılıklara da sahip değiller. Seri üretim mantığından nasibini almamış seri üretim ürünleri gibiler adeta. Binaların boyutları, şekilleri bir takım imar yasalarına göre, arazinin formatına göre değişiyor. Fakat hiç değişmeyen bir şey var, hep belli bir standardın, belli bir bina tipinin yan yana şu veya bu şekilde arsanın kenar çizgilerine göre çoğaltılması. Sadece mekan kurgusu ve kabuk formu açısından değil, farklı yapım tekniklerinin, üretim organizasyonlarının, yapı bileşenlerinin, malzeme ve detay çözümlerinin de hiç bir şekilde sızmasına olanak tanımayan bir süreç, bir konvansiyon bu. Binalar bütünsel bir yerleşme kurgusunun, vizyonunun parçası olarak görülmeyip tek tek, ayrı ayrı kurulduğunda bu alternatif olanaklar otomatik olarak dışlanmış oluyorlar. Hal böyle olunca yerleşmenin bütünlüğünü kurmak dışarıdan taşıma ögelere kalıyor. Mesela havuz, ya da setlenmiş çim sahalar ve onların duvarları. Bunların hiç birisinin bütünsel olarak tasarlanmış bir yerleşme peyzajının parçası olmadıkları belli. Binalardan arda kalan tesadüfi boşlukların parça parça biçimlendirilmesi ile ortaya çıkmışlar ve reklam malzemesi olarak kullanılıyorlar. Bunlar hep, 1980'lerin ortasına kadar konut piyasasına girmeyen orta ve büyük ölçekli yatırımcıların inisiyatifiyle gelişen çevreler. Küçük üretici gibi tasarlamaya ve üretmeye devam ediyorlar.

1980 sonrası üretime örnek olarak seçtiğim ikinci bölge Kağıthane. Kağıthane orta tabakanın yerleştiği bir çevre olarak Ortaköy Vadisi'nden farklılaşıyor. Bu farklı sosyal tabakanın konutlarını üreten özne de öncekinden farklı: Yapı kooperatifleri. Ancak bu kooperatifleri, bu örgütlenme biçiminin ilk ortaya çıktığı Batı veya Kuzey Avrupa'dakiler ile karıştırmamak gerekiyor. Çünkü buralarda kooperatif herşeyden önce bir dayanışma demek; sadece konut edinene kadar imkanlarını birleştirmekten ve sonra herkesin kendi başının çaresine bakmasından farklı bir içeriği var kooperatifçiliğin kökeninde: İmkanları sınırlı olan sosyal kesimler bu sınırlı imkanlarını birleştiriyorlar ve bu birleşmenin gücüyle bazı kamusal kredilerden, sübvansiyonlardan yararlanma şansına sahip oluyorlar. İşin sonunda da birbirlerinden ayrılmıyorlar; konut çevrelerinin tüketim sürecinde de dayanışma sürüyor. Kooperatifin özünde bu var. O nedenle bizdekileri her seferinde "tırnak içine" almak gerekiyor; sadece mülk konut edinene kadargirilen geçici bir dayanışma olduğu için.

Kooperatiflerce üretilen ve ölçekleri Ortaköy Vadesi'ndekilerden de büyük olan yerleşmeleri gözlediğimizde karşımıza yine aynı olgu çıkıyor: Bu kez daha iri, demek ki içinde daha fazla birimi barındıran bir apartman çözümü; ve onun arsanın elverdiği ölçüde tekrarı. Arsa daha büyük olsa tekrarın sayısı artacak, o kadar. Ölçek büyümesinin taşıdığı hiç bir tasarım, teknoloji, örgütlenme vs. imkanı kullanılmadan üretilmiş iri apartmanlar.

Türkiye'nin pre-modern patronaj örüntüsü, yap-satçılık ve küçük üretim tıkandıktan sonra, yine son derece kendine özgü mekanizmalar kullanarak bu ilişkileri daha büyük ölçeklerin içine taşımayı başardı. Kuşkusuz bunu başarmakla da açılabilecek yeni ilişki kanallarının, içine mimarlığın da girebileceği modern ilişki kanallarının önünü kesti. Yap-satçı mekanizmada piyasanın 5-10 aileyi biraraya getirip bir çatı altına sokması gibi, bu kez de 100-200-500 aile birkaç dev blok çatısı altına sokuldu. Siyasi partileri, belediye meclislerini, bürokrasiyi, hatta Ankara'daki meclisi içine alan patronaj ağları 5-10 ailenin müteahhitle kurduğu ilişki biçiminin, niteliği hiç değişmeden 500 ailenin üreticilerle kurduğu ilişkiye taşınmasına aracılık ettiler. Bu ölçeğin taşıyabileceği hiç bir yeni imkanın gerçekleşmemesi için adeta bilinçli bir özen göstererek yaptılar bu aracılığı. Bunun arkasında değişme karşısında duyulan muazzam bir korkuyu, direnci okumak da mümkün. "Aman her şey eskiden olduğu gibi kalsın, bilinmeyen sulara açılınmasın!" Böylelikle arsa temininden yapıların ölçeğine kadar her şey değişmesine rağmen, hiç bir şeyin değişmemesi, herşeyin eski/bilindik yolda seyretmesi mümkün kılındı. Tabii bu korku, bu tutuculuk başından beri altını çizdiğim yeni tasarım imkanlarını, yeni mekan standartlarını, yeni teknolojik imkanları, kısacası mimarlık formasyonunun taşıyabileceği her türlü yeniliği de dışarıda bırakmış oldu. Bu tekrarlanan dev blokların her biri 4-5 katlı apartmanların 20-25 kata büyütülmüş halleri oldu. Küçük ölçekte de pek savunulacak bir tarafları olmayan bu binalar azmanlaştıkça daha da sakil oldular. Aynı betonarme+boşluklu tuğla yapım tekniği, aynı banyolar ve mutfaklar, aynı L salonlar ve köşe balkonları, aynı müteahhitler ve taşeronlar vs... Dikkatli bir göz, ardındaki hikayeyi bilmese de, bunların premodern ilişkilerle hantallaştırılarak büyütülmüş küçük apartmanlardan başka bir şey olmadıklarını hemen farkedecektir. Mesela saçaklar: Saçak nedir? 2 veya 3 katlı bir binanın cephesi ile yağan yağmur arasına bir bariyer koymak için geleneksel mimarinin ürettiği bir çözümdür. Bu aynı zamanda o ölçeğin verileri içinde binayı tamamlayan, bitiren kültürel bir unsurdur. Bunun 5 katlı apartmana bile taşınması çok anlamlı değilken 20. katın üzerine hala koymakta ısrarlı olmanın nedeni hiç düşünmemekten, tasarım formasyonlarından hiç nasibini almamış olmaktan başka ne olabilir? Ya küçük köşe balkonları: 2-3 kat ölçeğinde anlamlı olabilecek kütle hareketleriyken 20-25 kata taşınmaları oldukça sakil bir sonuç doğurmaktadır. Oysa tasarım formasyonlarının çok iyi bildiği gibi modern mimarlığın dili Hilbersheimer ve Corbusier'den başlayarak bu ölçekteki binaların kütle hareketlerinin normlarını da yenilemiştir. Ayrıca da o kadar yükseğe çıkmanın bedelini teras ölçeğindeki balkonlarla telafi etmeyi hedeflemiştir mimarlık formasyonu. Yine birkaç katın pencere oranlarını ve dizilerini devasa duvarlara taşımak da aynı düşüncesizliğin ve modern tasarım formasyonlarından nasiplenmemişliğin sonucu olsa gerek. Aynı betonarme iskeletle ve aynı boşluklu tuğlalarla inşa etmek otomatiğe alınmış bir biçimde aynı pencere boşluklarını bıraktırıyor olsa gerek. Dikkat edilirse iyilik-kötülük, güzellik-çirkinlikten söz etmiyorum; bunların konuşulabileceği bir asgari stadart, bir zemin arayışındayım. Bütün bunlar bu standartlardan, bu zeminden o kadar uzaktalar ki "çirkin" veya "kötü" bile değiller; o noktaya bile gelmiş değiller.

Son olarak Beylikdüzü'nden örnekler vermek istiyorum. Çünkü bu bölge sözünü ettiğim yeni trendin en yoğun bir biçimde gözlenebileceği yeni bir gelişme alanı. TEM otoyoluyla sahile paralel seyreden E5 otoyolunun arasında, son 10 yıl içinde devasa gelişme gösteren bir bölge. Kısmen kooperatifler, kısmen de orta ölçekli yatırımcılar tarafından küçük müteahhitlerin ve taşeronların biraraya getirilmesi sonucunda ortaya çıkmış iri binalar kümesi. Şimdi, bu ölçekte binaların yapılıp yapılmaması ayrı bir konu. Mimarlık kamuoyu bizde genellikle bu tartışmanın içine sıkışıp kaldı. Ancak daha önemlisi ve belki de hiç tartışılmayanı, bu ölçekte yapıldığında nasıl yapılacağı. Her şey bir yana, bunların volumetrilerini oluşturmak başlıbaşına bir deneyim, başlıbaşına bir görgü isteyen bir konu... Ya da mesela bu ölçekteki bir binanın yerle temasının nasıl bir şey olacağı... Ya da çatıları: Herhalde kırma çatı eğiminin içinden kazanılmış hacimlere üçgen pencereler açılarak kurulmamalı bu ölçekteki binaların bitişleri; çatı kurgusu başlıbaşına bir grameri olan bir bitiş olmalı. Tabii daha da önemlisi bir vaziyet planı kurgusuna sahip olmayıp yanyana ve arka arkaya dizilmeleri. Bunları Niemeyer'lerin öncülüğünü yaptığı o 1950'lerin "yüzen" konseptleriyle karıştırmamak lazım. Çünkü, Ataköyün 1. ve 2. kısımlarındaki yerleşmelerin de çok iyi örnekledikleri gibi o tesadüfi gibi duran örüntünün ardında aralarındaki mesafeleriyle, açık alanla kurdukları ilişkileriyle, yol hizalarına tabi olmamalarıyla vs. son derece tanımlı disipliner örüntü dilleri vardı. Bütün bunlardan nasibini almadan serpiştirilmiş bloklar, hiç bir zaman bir anlama gelmeyecek bir çevre çıkarıyor karşımıza...

Türkiye'nin son derece spesifik bir sorununudan bahsetmiş oldum. İki katlı bir spesifiklik bu: Hem evrensel modernleşme tarihi içinde son derece kendine has koşullarca belirlenmiş bir ortam var, hem de Türkiye'nin modernleşme öyküsü içinde 1990'ların kendine has bir yeri var. Kritik soru: Türkiye'nin konut üretim ilişkilerinde modernleşme eşiğini hangi araçları kullanarak atlayacağında düğümleniyor. Türkiye'de mimarlık mesleğinin kaderinin de her şeyden çok bu süreç içinde belirleneceğini düşünüyorum.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1 24-25 Mayıs 2000'de İTÜ Mimarlık Fakültesi'nde İstanbul Fransız Enstitüsü ile ortaklaşa düzenlenen "KONUT POLİTİKALARI VE UYGULAMALARI SEMPOZYUMU: TÜRKİYE VE FRANSA ÖRNEKLERİ" toplantısına verilen tebliğ

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz