reklam

İhsan Bilgin'in Yazılarından

Platform 2002 > Konut Alanları > Yazılar

Tarih: 22 Ekim 2002
Yer: Arkitera Forum

"Sıradan" Olanın Yeniden-Üretimi ve Konut Sorunu 1
İhsan Bilgin

Konut konusunun, konut sorunu konusunun Mimarlar Odası pratiği içinde nasıl bir yer tuttuğunu değerlendirmeye çalışacağım. 

Her şeyden önce, genel olarak Mimarlar Odası'nın son 40 yılına birbirini izleyen, birbirine elveren, oldukça tutarlı bir çizginin egemen olduğu saptamasını yapmak istiyorum. Türkiye'nin son 40 yılın hızlı değişim ortamında en çok eksikliğini hissettiği şeylerden birinin, sürekliliğin ağır bastığını görüyoruz Oda pratiğinde. Kuşkusuz bu, farklı dönemler içinde farklı tonların, vurguların önem kazanmadığı anlamına gelmiyor; ton ve vurgu farklarının ekstrem noktalara sürüklenmediği, kuşaklar arası kopmalara ve yırtılmalara yol açmadığı anlamına geliyor. Öyle ki, kuşaklar arası etkileşimde, meslek pratiğine ilişkin belleğin oluşmasında Mimarlar Odası'nın en az fakülteler kadar etkili olduğunu düşünüyorum. Haklı olarak yeterli bulmadığımız, eksikliklerine işaret ettiğimiz bir çok yanına rağmen, bu işlevin önemle altı çizilmesi gerekir bence. Farklı disiplinlere, kültüre, sanata bu kadar açık bir mesleğin üyeleri olarak, -üstelik de disiplinlerin, kültürün, sanatın kendi içlerinde altüst olduğu bir dönemden geçerken- farklı dönemlerde yetişmiş, olgunlaşmış kuşaklar olarak hala konuşabiliyorsak, birbirimizi anlayabiliyorsak, bence bunda Oda'nın kayda değer bir payı var.

Bu tutarlılığı ve sürekliliği de, sorunları ve olayları sadece kendi meslek dünyası açısından değerlendirmeyen, dünyanın kendi etrafında döndüğü yanılsamasına kapılmayan bir geleneğe borçlu olduğunu düşünüyorum. Bu, ötekini de hesaba katan, kendini bir bütünlük içinde kurmaya yatkın olan bir yaklaşımdır ve Mimarlar Odası'nı diğer bir çok sivil toplum örgütünden, sürekli kendi konumlarının kısmiliği içinden ses veren kuruluşlardan ayıran çizgi olduğu kanısındayım.

Bu çizginin izlerini bir çok konu üzerinden takip edebiliriz. Ancak konut sorunu gibi sınırları geniş, dolayısıyla da tarif edilmesi güç bir konuda özellikle önem kazanmaktadır. Konut gibi toplumun tüm kesimlerini farklı rol sahibi aktörler olarak içine alan, kimi zaman ayrı ayrı rollerle birkaç kez içine alan bir sorun alanının kavranmasında, kendini aşan bir kavrayış tarzı tayin edici olabilmektedir. Bu kavrayış tarzının sürekliliği nedeniyledir ki bugün konut sorunu dendiğinde sözüne ve bilgisine başvurulan ilk meslek hala mimarlık olabilmektedir. iktisat, işletme, mühendislik gibi birçok disiplinin bilgisinin sektör içindeki önemine rağmen; ayrıca da üzerinde konuştuğumuz 40 yıl içinde oluşan yapı stoğunun %90'ının mimarları dışlayan yap-sat ve gecekondu sunum biçimleriyle oluşmasına rağmen. 19. yüzyıl Avrupası'nda mimar benzeri biçimde çevrenin büyük bölümünü oluşturan konut üretiminin dışına düştüğünde, konut sorunu söylemini kuran ve taşıyan aktör mimar değil, iktisat, hijyeni gibi disiplinlerin mensupları ile filantroplar olmuşlardı; kuşkusuz bir de politik eğilimlerin sözcüleri. Türkiye'deki bu öncülükte, "Konutları neden biz yapmıyoruz?"u aşan, sorunu kendi dışındaki bütünsel bir perspektiften tarif edebilen bir eğilimin rol oynadığını düşünüyorum. Bunda her şeyden önce modernist gelenekle henüz zamanı gelmeden önce (1920'ler, 30'lar gibi henüz kitlesel konut talebiyle yaygın olarak karşılaşılmadığı dönemlerde) tanışılmış olmasının payı olduğu, böyle bir bakış açısına elverişli bir zemin yarattığı kanısındayım. 1960'lar sonrasına damgasını vuran sosyoloji ve planlama disiplinlerinin bütünleştirmeye yatkın bakış açıları da bu zemini pekiştirmiş, söyleme sağlam bir strüktür kazandırmıştır. Konut sorununun ele alınışında 1950'lerden, hatta Arkitekt dergilerinden günümüze kadar kopmayan zincirin -hatta artık genç kuşaklara sıkıcı gelmeye başlayan sürekliliğin- ardında bu oluşumlar var bence. Mimarlar başından beri, konut sorununun kavranması için ayırdedici eşik olan bütünsel bakış açısına sahip olma şansı elde etmişler, üstelik de bunu dayanıklı bir biçimde strüktüre edebilmişlerdir.

Ancak, sorunu anlamak, kavramak açısından kritik eşiğin aşılmış ve hep onun üzerinde kalınmış olunmasına rağmen, davranış, tutum alış, müdahale alanlarında tutuk kalınmıştır. Bütünleştirici ve kuşatıcı bakış açısı, müdahale etme, adım atma yönünde mimarlara yeterli alet-edevatı, enstrümanı verememiştir. Bunda, zihinlerdeki çözüm modelleriyle realitede gerçekleşenler arasındaki uçurum başlıca rolü oynamıştır. Bir başka deyişle, sorunun kavranmasına aracılık eden bütünleştirici bakış açısı, soruna müdahale konusunda çaresiz bırakmıştır. 1950-85 arasındaki dönemde üretilen yapı stokunun büyük bölümünün gecekondu ve yap-sat sunum biçimleriyle oluştuğuna değinmiştim. Her ikisi de birey olarak mimarı dışlayan mekanizmalardır; mimarın birey olarak formasyonunu taşıyamayacağı kitlesel ölçekli küçük üretim biçimleridir. Yap-sat apartmanlarda mimarın imzasının olması, inisiyatifi olduğu anlamına gelmez. Üretilecek şeyin başından belli olduğu bir durumda, bir mevzuatın, prosedürün yerine getirilmesi anlamına gelir. Bu konunun da sıkça yapıldığı gibi, etik bir alana çekilerek tartışılmasını pek anlamlı bulmuyorum. Bildiğim kadarıyla dünyanın hiçbir yerinde böyle güçlü bir akıntı karşısında, parsel ölçeğindeki spekülatif apartman tipinin yayılması karşısında, mimarların bireysel tutum alışlarla etkinlik göstermesi mümkün olmamıştır. Süreçte yer almama, işi reddetme kararı, bireysel bir jestin ya da başka alanlarda faaliyet gösterebilme ayrıcalığının ifadesi olmaktan öteye geçememiştir.

Sürece müdahil olunabilmesi için realiteyle mesleğimizin evrensel modelleri arasındaki mesafeyi kapatacak bir kavrayışa, aradaki köprülerin kurulmasına ihtiyacımız vardı. Bu da üretim mekanizmalarını sadece bütünsel olarak "dışarıdan" değil, aynı zamanda da "içeriden" gösteren bir bakış açısıyla mümkün olabilirdi. Yani mekanizmaların işleyişini ve içinde yer alan aktörleri harekete geçiren enerjiyi meşru görmek gerekiyordu her şeyden önce. Bu noktadan hareketle, kimsenin lehine olmamasına rağmen, bilgi, deneyim, görgü vb. eksiklikler nedeniyle yinelenen aksaklıkları saptayan ve formasyonun verileriyle bu zaaflara müdahale eden bir strateji benimsenebilirdi. Ne kastettiğimi anlatabilmek için A.T.Altınar ve Z.Akay tarafından yayınlanan Herkes için Kent Mimarlığı kitabına değinmek istiyorum. Bu kitap, mesleğin rafine bilgisinden süzülmüş yalın bir bakış açısıyla fiziksel çevrenin yapıcı bir eleştirisini yapıyordu: Varolan her şeyi kabul etmekle işe başlayan, ancak her şeyin olduğundan biraz daha farklı olabileceğini, bunun da zannedildiğinden daha az şeye bağlı olduğunu deklare eden bir metindi bu.

Neden bunları yapamadık, gündeme getiremedik? Mimarlar Odası neden böyle bir inisiyatifin öncülüğünü üstlenemedi? Bunları içermiyor muydu bizim bilgilerimiz? Fazlasıyla içeriyordu. Belki de fazla bilgimiz vardı. Bazen fazlalık sorun olur, içinde yolunuzu bulamadığınız bir labirente dönüşür. Bir sürü bilginiz vardır, bir sempozyumda o konuşulur, diğerinde öteki. Fikir dünyası yakın takip altındadır, her şey izlenir ve yeniden-üretilir. Ancak kritik bir nokta, eşik vardır. "Bu noktada önemli olan, ayırdedici olan şunlardır!" deme cesaretine, bilgeliğine işaret eden bir eksen. Bu da bir önderin ya da cin fikirlinin söyleyeceği, keşfedeceği bir şey de olamaz. Bütün o bilgilerden, paylaşılmış deneyimlerden süzülmüş, damıtılmış bir tortu olabilir ancak. Mimarlık kültürü, görgüsü, hatta geniş anlamıyla üslupları derken de, forme olmamış bir bilgi ve enformasyon yığınından ziyade buna benzer bir şeyi kastediyoruz galiba.

Şimdi konut üretimi, konut çevreleri konusundaki inisiyatifsizliğimize geri dönelim. Neden objektif kriterlerle bakabildiğimiz, bir bütünlük olarak kavrayabildiğimiz bir oluşumun bu kadar uzağına düştük? Konutu 20.yüzyıl mimarisinin en önemli temalarından biri haline getiren ayırdedici özelliğinin, paradoksal varoluşunun altını yeterince çizmemiş olmamızın bunda hatırı sayılır bir payı olduğunu düşünüyorum. Konutun, mesleğin de ontolojik yapısını köklü bir biçimde değiştiren bu modern özelliği, sıradan olanın tasarlanmasıdır. Bu çelişik bir deyiştir. Çünkü sıradan olan tasarlanmaz. Kendi kendine oluşur. Eski dünyayı düşünelim. Modernleşme öncesindeki dünyayı. Sabahki panelde korumaya çalıştığımız Safranbolu'yu, Venedik'i ya da Brugge'ü. Buralardaki konut çevreleri, süreci önceleyen herhangi bir iradenin, düşüncenin, kastedilmişliğin dışında oluşmuşlardır. Bir arada dururlar ve bir bütün oluştururlar. Biri ötekine benzer, aynısı değildir ama akrabasıdır. Sıradan ve makuldur. Kimse onları sorgulamaz. "Ev nedir?" denince akla gelendir; "Hah işte bu!" denen şeylerdir; ne daha fazla ne de daha az. Birbirlerinden farklı olmalarına rağmen hepsi de bunu çağrıştırır, söyletir.

Kent ve konut üretimindeki dönüşümler açısından yaklaşık 200 yıl öncesine tarihlenen modern dünyanın problemi ise, herkesi ikna eden, içinde rahat edilen bu makul ve sıradan konut çevrelerinin kendi kendilerini yeniden-üretemez oluşlarıyla ilgilidir. Ve bu nedenle modern dünyada 200 yıldır ev 'in yerini konut sorunu almıştır. Çünkü kültürümüzün dolaysızca ifadesi olan bir nesneden değil, ilişkimizin problemli olduğu bir nesneden bahsediyoruz bu döngü kırıldığından beri. Sıradanlığın yeniden-üretimindeki bu kriz mimarın varlık biçimindeki en büyük dönüşümlerden birine neden oldu. Tarihi boyunca anıt, kamu binası, saray/şato/villa tasarlayan, yani sıra-dışı olanla ilgilenen mimar, 19.yüzyıl boyunca süren krizin ve boşluğun ardından, 20.yüzyılın başında konutları da tasarlamakla yükümlü görmeye başladı kendini. Kendini bu misyonla yeniden forme etti. Modernizm'in, mimarlığın ve mimarın tarihinde gördüğü en önemli dönüm noktası olmasının nedeni, görüntü ve formlardaki değişikliklerden önce, sıradan olanı tasarlamayı üstlenen bu yeni rol tanımıdır bence. Bunun paradoksal olduğuna değinmiştim. Tasarım, irade, kasıt, sıradanlığa karşı çalışırlar, makullüğü çelerler. Nesnenin olağan-dışı, yani tanımadık bir yere doğru çekilmesi onu uzaklaştırır, yadırgatıcı kılar. Tanıdık hale getirilmeye çalışıldıkça da sıkıcılaşır, yenisi aranır.

Mimarinin 20. yüzyıldaki parçalanmışlığının ardındaki sürekliliği bu problematik üzerinden kurabiliriz. Konut çevreleri nasıl herkes için makul kılınabilir? Ne aşırı uyaran ne de can sıkan bir çehreye nasıl büründürülebilir? Gropius bunun ezoterik yüklerden kurtularak ve modern teknolojiyle buluşarak mümkün olabileceğini ummuştu; Venturi ise aşırı teknik söylemden kurtularak ve gündelik göstergelerle buluşarak. 1970'lerin başında çok aktüel olan Christopher Alexander'in zengin kuramsal çözümlerinin ardındaki temel dürtü, sıradan olanın tasarımına aracılık edebilecek bir kalıp arayışı olmuştur, örneğin Pattern Language kitabı. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak birbirinden çok farklı, hatta zıt görünüşlerin arkasında bir ortak payda, problem tanımı, paradoks olduğunu düşünüyorum.

Konunun bir sorun tanımı ve iki örnekle tüketilebileceğini düşünmüyorum. 20. yüzyıl konut deneyimi ve literatürü bu açıdan çok zengin bir içeriğe sahiptir. Alelacele angaje olmak ve tercihler yapmak için değil, ama soğukkanlı bir biçimde değerlendirmek, bağlantılar kurmak, farklılıkları görmek vb. için son derece ilginç ve kolay tüketilemeyecek bir malzeme sunmaktadır.

Başa dönecek olursak, sosyoloji, planlama vb. disiplinlerin konut sorununu kavramak için vazgeçilmez araçlar olduğunu, ancak konut tasarımının kendi içsel tarihi ve deneyimiyle yüzleşilmedikçe anlamlı bir davranış üretilemeyeceğini, etkin bir tutum alınamayacağını düşünüyorum. Üstelik de bu deneyim ve literatürün bize göstereceği şey, sorunun nihai bir çözümünün olmadığı olacaktır, çünkü paradokslar tanımları gereği çözümsüzdürler. Ancak bu, bütün deneyimlerin ve tutum alışların aynı kapıya çıktığı anlamına da gelmez. Son kertede çözümsüz olan bir ikilemin içinde, hep o son kerteyi erteleyerek, sıradanı tasarlamanın ara tonları içinde gezinebilmek, tercihler yapabilmek ve iletişime açık olmak gerekiyor.

Özetlemek gerekirse Mimarlar Odası'nın ve mimarlar camiasının, uzun soluklu ve bütünü gören bakış açısına rağmen, son 50 yıl içinde sorunun içine bu anlamda nüfuz edemediğini düşünüyorum. 1980'ler sonrasının ortamı da bu saptamaları desteklemektedir. Çok iyi bildiğimiz gibi son 10 yıl içinde konut sektöründe bir dönüşüm eğilimi yaşanmaya başladı. Mimarı dışlayan küçük üretim biçimlerinin yerine, ya da en azından yanı sıra, gerek kamu, gerekse de özel sektör, mimarın daha fazla söz sahibi olabileceği görece büyük ölçekli yerleşmeler üretmeye başladılar. Tek tek projeleri kastetmiyorum, çünkü konumuz değil, ama genel manzaraya baktığımızda, dikkatimizi çeken şu oluyor: Ya mimar olmadan da yapılanların çok benzerleri yapılıyor, sanki toplu konutun kaderi o çok iyi tanıdığımız blok tipinin tekrarından ibaretmiş gibi -örneğin kooperatif blokları-; ya da tek sefere özgü keyfi öğelerle bezenmiş, herhangi bir standart ve norm arayışını, kendinden sonrasına iz bırakmayı problem etmemiş tasarımlarla karşılaşmaktayız. Böyle bir yerleşme mimarlık söylemi içine katılabilir, dergi kapağı olabilir, ancak 20. yüzyıl konut mimarisinin temel problemine değmiş olmaz. Çözmüş olmaz demiyorum, değmiş olmaz diyorum, ve bunun da ayırdedici bir eşik olduğunu düşünüyorum.

Peki, imar yönetmeliklerinin, müteahhitlerin, ya da yapı üretimine katılan çeşitli aktörlerin refleksleriyle oluşmuş normlarla, standartlarla, daha da ötesi tipolojilerle benim mimarlık formasyonuna mal ettiklerimin arasındaki çizgi nasıl çizilebilir? Fark nerededir? Öncelikle çizginin her zaman, her durumda kolay çekilemeyeceğini belirtmek gerekiyor.

Öncelikle kullandığım bir ifadeyi geri alayım, daha doğrusu açmaya çalışayım: 19. yüzyılın modernleşen dünyasında bir kriz ve boşluk yaşandığından, içinde rahat edilen makul ve sıradan konut çevrelerinin kendi kendilerini yeniden-üretemez olduklarından söz etmiştim. Bu, konutların fiziki olarak üretilemedikleri anlamına gelmiyordu. Genel olarak bakıldığında, nüfus artışını ve kitlesel konut talebini karşılayacak miktarda konut üretildiğini, kimsenin sokakta kalmadığını biliyoruz. Üstelik de bu konutlar her şehirdeki toprak mülkiyetinin ve yapı üretimi örgütlenmesinin yapısına göre farklılıklar gösteren birkaç prototipin tekrarıyla oluşuyordu. Ortaya çıkmalarında mimarlığın hiçbir payı olmayan bu prototipler çok kolay okunabilen normlara da sahiptiler, tıpkı bizde 1950'ler yaygınlaşan yap-sat apartmanlarda olduğu gibi. Sorun, bu konutların ve konut çevrelerinin büyük bir kesim için ikna edici olmamasından kaynaklanıyordu. 1. Dünya Savaşı'na kadar konut sektörü en istikrarsız ve güvensiz sektörlerden biriydi; kira-gelir dengesizliği nedeniyle aşırı yığılma vardı; maksimum ürün elde edebilmek için kural olarak dar parsellere yapıldıklarından ışık-hava-güneş problemleri vardı; binaların hepsi birbirinin aynı idi, kültürel zenginliğin ifadesi olan tipolojik çeşitliliğin yeri fabrikasyon cephe süslemeleriyle doldurulmaya çalışılıyordu. Kısacası konut bir kültürün, yaşama biçiminin ifadesi olmaktan çıkıp ortalama kullanıcı profili için prototiplerin çoğaltılmasıyla üretilen standart bir ürüne dönüşmüştü. Yani içinde rahat edilen, tanıdık, makul, soru sorulmayan bir ürün olma özelliğini, dolayısıyla da itibarını kaybetmişti. İşte "Sıradan kendini yeniden-üretememeye başladı!" derken bunu kastediyorum. Tıpkı bizde 1960'lardan sonra üretilen apartmanlar gibi. Herkes bunları alır, kiralar, oturur, ama kimsenin içine tam olarak sinmez, her an bir şikayet ve sorgulama konusu olmaya adaydırlar. Kısacası makul değildirler.

İşte 1. Dünya Savaşı sonrasının ekonomik ve politik olarak elverişli koşulları içinde girişilen konut tasarımı seferberliğinin ardında bu ortam yatar. Kendini yeniden-üretemeyen bu sıradanlık tasarlanarak telafi edilmeye çalışılır. Örnek yerleşmeler ve konutlar, mutfak ve banyo etütleri, prefabrikasyon deneyleri, DIN normları, Neufert'ler, Unite d'Habitation'lar hep bu hareketli ortamın ürünleridir. Werkbund'un, Bauhaus'un, Rfg'nin (Devlet Araştırma Kurumu), belediyelerin, toplu konut şirketlerinin aradıkları, fiyatına, kira değerine, metre karesine, oda sayısına, yani kısacası çeşitli açılardan niceliğine indirgenmiş konuta, niteliğini yeniden kazandıracak araçları bulmaktı. Modernleşme öncesi dönemde yapım ve kullanım tekniğine, terbiyesine içkin olan niteliğin, kalitenin, dışarıdan nasıl verilebileceğiyle uğraşıyorlardı. Niteliği tek sefere özgü bir girişimde, tasarımda aramakla, tekrar edilebilir, çoğaltılabilir, yeniden-üretilebilir bir alanda aramak arasında da önemli bir fark vardır. Tayin edici soru şuydu: Modern dünyanın içinde rahat edeceği, üretim biçimiyle yaşama biçimi arasındaki uyumu tesis edecek standartlar, normlar, kalıplar nelerdir? Burada ayırdedici olan tüm nicel ve ölçülebilir değerlerin, nitel, kalitatif referansların karşılığı olması, yani onlara endekslenmesiydi. Maliyeti, fiyatı, yapım süresi, büyüklüğü olmayan ev yoktur, yeter ki bunlar belirli konfor koşullarının, alışkanlıkların, varoluş biçimlerinin karşılıkları olsun, birbirlerine bağlansın; 19.yüzyıldaki gibi nicel değerlerle raslantısal kalite efektleri (modalarla oluşan çeşitli süslemeler) ayrı dünyalara ait olmasın. Martin Wagner, Bruno Taut, Ernst May, Joseph Peter Oud, Josef Frank, Karl Schneider gibilerinin aradıkları bundan başka bir şey değildi. Bu noktada, sadece pozitif arayışları değil, eleştirel tutum alışları da aynı problematik içinde değerlendirmek gerektiğine işaret etmek istiyorum. Kendi dönemindeki aktüel eğilimlere sınırlarını ve açmazlarını hatırlatan Heinrich Tessenow mimarisi kadar; normların yitirilişini ve kolay ele geçmezliğini bize abartılı tekrarların dramatik ifadeleriyle hatırlatan Giorgio Grassi mimarisi de bu arayışın temsilcileri olmuşlardır.

Bu arayış içinde zaman zaman çok naif noktalara düşüldüğü de olmuştur; üstesinden bu kadar zor gelinebilecek ontolojik bir problem alanında nihai çözümün yakalandığı zannedilebilmiştir. Nicelikle niteliğin uyumlu kılınma çabasına bazı kendinden menkul sembolik takıntılar nedeniyle gölge düşebilmiştir. Aradan 50 yıl geçtikten sonra, bugün, teras çatı-eğik çatı çekişmesini ya da beyaz renk saplantısını anlamakta güçlük çekiyoruz. Hatta sadece ulaşılan sonuç açısından baktığımızda sonucun başarısız olduğunu da söyleyebiliriz. Bugün dünyada, bazı tekil uygulamaların dışında, hangi şehrin dış mahalleleri bizi topyekün tatmin edebilir, "Hah işte bu; böyle olmalı!" dedirtebilir?

Ayrıca da tüm bu çabaların bir çözüm getirme, hatta iyiye doğru gitme garantisi olmadığından söz etmiştim. Örneğin bu enerjik ve verimli ortam, bir çeyrek asır sonra, 1950'ler ve 1960'larda gelen vandallığa da engel olamamıştır. 2. Dünya Savaşı sonrasının uydu kentlerini, konut mahallelerini kastediyorum; bunlarda 20 yıl önce önemsenen, uğurlarında iki kuşağın mesleki yaşamlarını tükettikleri hiç bir şeyden iz bulamazsınız. Dolayısıyla garantisi olmayan, hassas bir uğraş konut mimarisi ve tanımı gereği paradoksal olan sıradanın tasarımı.

Ama üzerinden birkaç kuşak geçtikten sonra buradan çıkacak sonuç umutsuzluğa düşüp sıfırdan başlamak veya en son aktüel olmuş eğilime bağlanmak değil de, bütün bu yüzyılın mirasını bir birikim, işlenecek bir malzeme olarak değerlendirmek olmalı. O kuşaktan kimi mimarların içine düştükleri yanılgıyı, problemin çözümünü olduğundan daha kolay görme yanılgısını tekrarlamadan, konu üzerinde çalışacak, emek verecek bir enerji bulunabilmeli. Çünkü bu soru, başkaları tarafından da algılanabilir, yeniden-üretilebilir ve anlamlı bulunabilir modern bir kalıbın, kılavuzun nasıl olacağı sorusu, 100 yıl sonra hala mimarinin en önemli sorularından, en anlamlı uğraş alanlarından biri olmayı sürdürüyor. Yapılı çevre üretiminden kopmak, marjinalleşmek istemiyorsak, bu soruyla yüzleşmemiz gerekiyor.

Bizden bir örnekle bitireyim: Kızılay kavşağından yukarı doğru yürüyen birini düşünelim. Çevresine dikkat etmeden, kafasındakilerle meşgul olarak yürüyen biri. Güven Park'ın yanından geçiyor ve Namık Kemal Okulu'nun yanındaki sokağa sapıyor. Alışkanlıklarının ve ayaklarının onu götürdüğü bir yol bu. Sokakta yürürken birden zihnindeki yoğunluk dağılıyor; adeta uyanmış gibi, kafasını kaldırıyor, çevresine bakıyor. Gördüğü Saraçoğlu Mahallesi'nin konut blokları, ağaç dizisi ve bahçe duvarları. Tanıdık geliyor, yabancı bir yerde uyanmış gibi değil. Eski düşüncelerine yeniden güvenle dönebileceği bir aralık, bir dinlenme anı gibi. Çevresini ve düşüncelerini kendine yaklaştıran, kaldığı yerden yenilenmiş olarak devam edebileceği gibi bir duygu bu. Zihnini meşgul edenlere hiç dönmeyebilir de; çevreye olan ilgisini keyifle sürdürerek, kendini bırakarak ve ıslık çalarak yürümeye devam edebilir. Keyif veren ve rejenere eden bu yatıştırıcılık, tanıdıklıkla, sadelikle ve söz ettiğim anlamdaki bir sıradanlıkla sağlanabiliyor ancak. Aynı senaryoyu bir de Ataköy'ün yeni mahallelerine yerleştirin. Hakim duygu herhalde en hafifinden tedirginlik olacaktır; uyanan, çevreye dikkat etmeye başlayan kişi, bir daha ne güvenle içsel dünyasına dönebilecektir, ne de keyifle çevrenin akışına bırakabilecektir kendini... işte bu iki sıradanlık arasındaki fark, konuşulmaya, düşünülmeye ve üzerinde işlem yapılmaya değer bence...

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1 Mimarlar Odası'nın Kuruluşunun 40. Yıl Etkinlikleri kapsamında, Ankara'da Teoman Aktüre, İhsan Bilgin, Yiğit Gülöksüz ve Doğan Hasol'un katılımıyla 13 Aralık 1994'te gerçekleşen Konut Paneli'ne verilen tebliğ.

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz