
J. Urry, Consuming Places – Mekanları Tüketmek-
metninde, (1) Turizm’in otantik değerlerin ve yaşam biçimlerinin yapay olarak
yeniden üretilip uygun fiyatla paketlenerek “gelişmiş” Batılılara sunulması
olduğunu iddia eder.
Sanayileşmeyle birlikte kentlerde gelişen doğadan
kopuk yeni yaşam tarzının, kentsel alanda, banliyölerde ve kırsal alanda
yarattığı değişim incelenirken; bağlantılı olarak, yerlerin tüketilmesini
düzenleme ve teşvik etmeye yönelik olarak gelişen hizmet sektörünü; bu tüketim
pazarının giderek gelişmesiyle yerlerin, buralarda yaşayan ahalinin ve doğal
çevrenin nasıl dönüştüğünü ve yeniden yapılandırıldığını ortaya koyar.
“Gelişmiş” Batı’nın, “el değmemiş”e olan kibirli ve
modernist merakı sonucu, bir zamanlar tarımsal üretim ve doğaya ev sahipliği
yapan kırsal alanın, seçkinlere ve orta sınıf maceracılara hizmet için kurulmuş
bir doğal ortam simülasyonuna dönüştüğünü gösterir. Kapitalizm, bir dizi
tarihsel durumdan geçti: Liberal, örgütlü ve örgütsüz. Bunların her birinin,
seyahat ve turizmin belirli bir hakim konfigürasyonuna eşlik ettiğini gördük.
Kapitalizm öncesi toplumlarda ise, seyahat biçimi, “örgütlü bir keşif”ten
ibaretti.
Kapitalizmin ilk evresi olarak adlandırabileceğimiz
liberal dönem, zenginlerin bireysel seyahatlerinin ağırlıkta olduğu bir devirdi.
Daha sonraki “örgütlü kapitalizm” dönemi, “örgütlü kitle turizmi”nin yaşam
bulduğu bir süreç oldu. Çılgınca yaşadığımız “örgütsüz kapitalizm” döneminin ise
“turizmin sonu” olduğu yönünde ciddi iddialar var.
Bu iddianın sahipleri, artık turizmin hiçbir yerde
olmadığını, yine de her yerde varlığını koruduğunu belirtirler. Örgütsüz
kapitalizm, kültürün, tüketimin, küreselin, yerelin ve çevre kaygısının
egemenliğini gerektirirken, aynı zamanda bunların hepsi çağdaş seyahat ve
konukseverliği de nitelendirmektedir. Örgütsüzleşmiş kapitalizm, özgüllüğün
dağılması nedeniyle turizmin çağdaş toplumsal ve kültürel yaşantıyı ele geçirip
örgütlediği çağ olarak değerlendiriliyor. İnsanlar, zamanlarının çoğunda, ya
gerçekten devinen ya da çoklu göstergeler ve elektronik imajların inanılmaz
akışkanlığı aracılığıyla simüle edilmiş devinimi yaşayan turistlerdir.
İmaj satın almak olağanüstü yaygınlaşmıştır ve bu,
görsel malın satın alınıp tüketilmesinin artık turizme özgü pratiklerle sınırlı
olmadığı anlamına geliyor. Neredeyse toplumsal yaşamın tüm yönleri
estetikleşmiştir. Bunun anlamı, görsel tüketimin pek çok farklı bağlamlarda ve
kültürlerde oluşabildiğidir. Paradigmatik bir örnek alırsak, Kanada’da West
Edmond alışveriş merkezinin tanıtım materyali bunu çok açık biçimde
göstermektedir:
Bir hafta sonu ve aynı çatı altında... Disneyland’ı,
Malibu Beach’i, Bourbon Street’i, San Diego Zoo’yu, ve Beverly Hills’teki rodeo
gösterilerini ziyaret etmeyi düşleyin... kendi türünde dünyanın en büyük
alışveriş kompleksi olarak gösterilen Alışveriş Merkezi, 110 dönümlük bir alanı
kaplamakta ve 628 mağaza, 110 restoran, 19 tiyatro... 19 kat yüksekliğinde bir
cam kubbesi olan beş dönümlük bir su parkını içermektedir... Merkezin dört
denizaltı ile eksiksiz kılınmış yapay gölünü düşünün...
Fantasy Hotel, odalarını çeşitli izleklere
ayırmıştır: Bir kat klasik Roma odalarını, bir başkası “1001 Gece” Arap
odalarını, Polinezya odalarını... barındırmaktadır. “Yeni orta sınıflar”ın, bu
tür tüketim rollerinde başı çektikleri görülmesiyle birlikte, son yıllarda
görsel tüketim olağanüstü biçimde yaygınlaşmış ve kapsamlı hale gelmiştir. Bu
durum, toplumsal ve kültürel “farksızlaşma” olarak adlandırılan durumu
yansıtmaktadır.
Modern dönem, dikey ve yatay farklılaşma dönemiydi;
her birinin kendine özgü değerlendirilme yaklaşımları ve tarzları olan, yüksek
ile aşağı kültür, bilim ile yaşam, yüce sanat ile popüler zevkler gibi çoklu
ayırımlar taşıyan, çok ayrı kurumsal, normatif ve estetik alanların gelişimini
içeriyordu.
Postmodernizm ise ayrımsızlaşmayı içerir. Her bir
alanın ve onları yönlendiren ölçütlerin ayırt ediciliğinde bir dağılma yaşanır.
İletişim araçlarının ve gündelik yaşamın estetikleşmesinin etkileri
yaygınlaşırken bir iç patlama oluşur. Kültürel alanların yüceliği giderek
azalır. “Yüksek kültür”den alışveriş mağazalarının olduğu “yüksek cadde”ye doğru
bir kayma vardır. Kültürel nesneler ile onları izleyenler arasındaki kimi
ayrımlar dağılır. Ve sonuçta postmodernizm temsiliyetler ile gerçeklik
arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırır, çünkü göstergeleri ya da imajları giderek
daha çok tüketiyoruz.
Görsel tüketimin önemi, West Edmonton Alışveriş
Merkezi’nde rastlanan başka-yerdeliğe ait kentsel peyzajlar gibi “temalı”
ortamların üretimine yönelik yaygın eğilimde görülebilir. Özellikle Dünya
Bankası, Inter-American Kalkınma Bankası, Birleşik Devletler Kalkınma Programı,
Amerikan Eyaletleri Örgütü ve Avrupa Birliği gibi uluslararası kuruluşların rolü
nedeniyle, bu tüketici seçenekleri çeşitliliği, dünyanın her yerinde, ziyaret
edilebilen olağanüstü sayıdaki ülkede de görülebilmektedir.
Şimdilerde, Britanya’da bile, olağanüstü tatil
seçeneklerine rastlanmaktadır. Yabancı Düşmanı Hafta Sonları, Mahmur Tatili,
Cinayet Hafta Sonları, Futbol Hafta Sonları, Grantham’de Sıkıcı Hafta Sonları
gibi..
Ve sonuç olarak son birkaç onyılda, ziyaret edilen
müzelerin çeşitliliğinde de inanılmaz bir artış olmuştur. Auschwitz’de kalem
müzesi, Bergen’de cüzam müzesi, Amsterdam’da seks müzesi, Londra’da diş müzesi,
Nelson Mandela’nın kaldığı tutukevi hücresini içeren Robben adası müzesi... Bu
seçenek artışı, kısmen tüketicilerin geliştirdiği bazı direniş türlerinden
köklenmektedir. Özellikle nüfusun daha varlıklı kesimini oluşturan gençler
açısından, tüm tüketicilere görece benzer biçimde davranıldığı kitle
tatillerinin popülerliği azalmıştır.
Paketleşme ve standartlaşmayı kapsayan “eski
turizm”den, bölünmüş, esnek ve kişiye göre ayarlanmış “yeni turizm”e doğru bir
kaymadan söz ediliyor. Sonuçta seyahat ve turizm, modern ve postmodern özneyi
dönüştürmektedir. Bu durum, yeni ulaşım teknolojileri, toplumsal olarak
örgütlenen seyahatin yeni biçimleri, estetik bir düşünümün –reflexivity- artışı,
seyahat endüstrisinde “yorumlama”nın gelişimi, tüketimin doğasındaki değişimler
ve “turizmin sonu”yla ilişkili olarak gösterilmiştir.
Çağdaş özne kaçınılmaz olarak zamanının çoğunu
turist pratikleri dediğimiz şeyle geçirir. Postmodernitede toplumsal ve kültürel
yaşamın çoğu alanı ayrımsızlaştırılır. İşte tam da bu nedenle, turizm hiçbir
yerdedir, yine de her yerdedir. Post-Fordist tüketim döneminde, tüketiciler
giderek egemen duruma gelir ve üreticiler çok daha fazla tüketici-yönelimli
olmak zorundadır. Tüketici seçimlerinin büyük değişkenliği, daha az yinelenen
ziyaretleri getirirken, alternatif görünüm ve çekiciliklerin çoğaltılmasını
zorunlu kılar.
Tüketici deviniminin artışı, iletişim araçlarında
alternatif tatiller ve çekiciliklere ilişkin çok daha fazla enformasyonu gerekli
kılar. Tıpkı “Minicity” projesinin kuruluş motivasyonları içinde bulunan
alternatif çekicilikler gibi. lk kapsamlı örneği, Hollanda’da 1950’lerde, yani
günümüzden yarım yüzyıl önce kurulan bu tür minyatür kentlerden, çeşitli
ülkelerde, 50 kadar örnek bulunuyor. Son örnekse İstanbul’daki “Miniatürk”.
Düzenleyicileri tarafından, “çokkültürlülüğü küresel
pazara sunan, tasarlanmış bir turistik mekan” olarak tarifleniyor.
Kullanıcılarının iki ana gruptan oluştuğu düşünülebilir.
Birincisi İstanbul’un yerlisi olmayan, yurtdışından
veya Türkiye’nin başka bölgelerinden gelen turistler.
İkincisi ise İstanbul’da yerleşik olan, kendisini
İstanbullu olarak gören veya görmeyen kullanıcılar. Bu parkların eğitici
yönlerinden yarar uman kullanıcılar da salt meraklılar da her iki grubun içinden
çıkacaklar.
Antalya Minicity’nin kurulacağı yer, yaklaşık 55
dönüm büyüklüğünde ve kent içindeki konumu ona ticari bir avantaj sunuyor. Zira
bu alan, Antalya’nın gelişmekte olan “yeni kültürel merkez”inin tam içinde. Hem
eski merkezden, hem Kemer yönünden, hem de Alanya yönünden kolayca
ulaşılabiliyor.
Tasarım fikrinin ana ölçütlerinden birini,
düşündükçe sancıya dönüşen sıkı bir paradoks oluşturuyor. Bir “işletme”
dayatması olarak, Minicity’nin tüketici turistin dikkatini çekmesi, bilindik
hale gelmesi, hatta ünlenmesi, işaretleşmiş bir anıta dönüşmesi istenirken, aynı
zamanda da “iç” ile “dış”ın görsel ilişkisinin kopması gerekiyor. Tasarlanan,
aynı anda hem mahfuz, hem de kışkırtıcı olmalı.
Başlangıçta karşıtmış gibi görünen bu motivasyonlar,
birbirlerinden koşullanarak beslendikçe ve kişisel olarak çok önemsediğimiz bir
başka ölçütle birleşince tasarım fikri usulca ışımaya başlıyor:
Bu parkta, sergilenen birçok ürün var ve “mimari” bu
ürünlerin kendi varlıklarından daha baskın olmamalı. Olabildiğince kendisini yok
etmeli, geride kalmalı. Özel parkı kamusal alandan ayıran ara yüz, bildik
yapısal kodlardan arınmalı. Hemen vasatlaşma tehlikesini gözeterek, tüm kolay
tüketilenlerin akıbetini unutmadan..
Ana yaklaşım, güney yönünden. Ziyaretçi girişi
buradan olacak. Bu girişin dışında kalan bölümlerin de parkın dışarıdan
görülmesini engelleyecek biçimde kapatılması gerekiyor. Parkın ilk algısı
bağlamında, “kapatılan”dan çok, “kapatan nesnenin kendisi” öne çıkıyor. Bu
nesnenin nasıl forme edileceği, parkın 200 metre uzunluğundaki güney yüzü hesaba
katıldığında, daha da çetrefil bir mesele olarak beliriyor. Hem “kapatma” hem de
“örtme” zorunluluğu ile biçimlenerek kendi spesifikliğini oluşturan bir kabuk,
ana yapı elemanını oluşturuyor. İç’teki kapalı mekanların arka yüzü zaman zaman
yırtılarak kabuğun geçirgenliğini sağlıyor.
İç mekanların önündeki güverte-teras, iç’teki ilk
sirkülasyonun da örgütleyicisi. Güverteye ulaşım ise, gezinti senaryosunun ilk
ayağı olan bir tünelle sağlanıyor.
İklimsel özellikleri, Antalya’yı, gündüz çok
“ışıklı” bir kent haline getiriyor. Bu coğrafyanın kalıcı ve geçici
kullanıcıları - Antalyalı’lar ve turistler- gün içinde ister istemez bu çok
ışıklı ortamı yaşıyorlar. Bir açık hava müzesi olması itibarı ile, park da aynı
ışıklı atmosfere sahip. Karanlık ve serin tünel, alınan yapısal önlemler ile,
ziyaretçiye daha işin başında bir “kopma” olanağı sağlıyor. Gezinti senaryosu da
bu kopma ile eşzamanlı olarak başlıyor.
Tünel içindeki dijital medya, bir yandan iç’teki
dünyaya ait ipuçlarını hazırlarken diğer taraftan da izleyiciyi bir enformasyon
bombardımanı ile baş başa bırakıyor. Karanlığa gözleri yavaş yavaş alışan
ziyaretçiler, bu loş ambiyans sayesinde, “hikaye” ile dolaysız ve konsantre bir
ilişkiye giriyor. Şimdi artık, deniz, güneş, plaj ve kumsaldaki animasyonların
yerini “başka türlü” bir performans almıştır. Mimari mekan bu başka-türlülüğe
sadece aracılık ediyor. Bu, kendi kensini yok ederken, performansı forse eden
bir aracılık durumu.
İlk enformasyon bombardımanından nasibini alan
ziyaretçi, tünelin sonunda, bu kere, içteki maketler dünyasına yukarıdan
bakabileceği güverteye ulaşıyor. Az eğimli bir rampa ile, maketler bölgesine
iniyor ve hikayenin devamı olan bu dünya ile yüzleşiyor. Önceden tasarlanan bir
senaryoya uygun olan güzergahı kat ediyor. Arada bazı gereksinimlerini
karşılayabileceği bir “nefeslenme” yeri var. Güzergahın sonunda yeniden
güverteye ulaşıyor. Az önce izlediği hikayeyi sindirirken, diğer
gereksinimlerini gideriyor, ayırıcı ve örtücü kabuğun altında kalan mekanlarda
ve sadece o mekanlardan ulaşılan dış platformlarda tüketmeye devam ediyor.
Yukarıda özetlenen mimari kurgu ve bu kurgunun forme
ettiği yapısal mekanlar, burada oluşacak senaryoya sadece bir “aracı” olabilir.
Başka bir deyişle, bu tür motivasyonlar içeren bir mimarlık, ancak kendisinin
hazırladığı kabuğun içinin, sıkı bir konteksle doldurulması şartıyla
anlamlanacak. Zaten giriş bölümünde özetlemeye çalıştığımız “yeni turizm
motivasyonları” da, yarım yüzyıl öncesinin ölçütleri ile kurulmuş bir Madurodam
örneğinin çok ötesinde, farklı ve bugüne ait bir bağlamın içerilmesini elzem
hale getiriyor.
Alternatif görünüm ve çekiciliklerin tasarlanması,
bu parkı benzerlerinden bir kademe öteye götürecek ve spesifikleştirecek. Hız,
devinim, değişebilme gibi özelliklerin “dijital medya” ile görselleştirilmesi,
deneyimlerin dönüştürülebilmesini olanaklı kılacak. Kalıcı ve geçici olanın,
sanal ile gerçek olanın, aydınlıkla karanlığın, akışkanla durağanın, antik ile
modernin, bu konteks üzerinden yaratılma potansiyelini taşıyan gerilimin, bu
parkı ünikleştirebileceği umuluyor. Kurgunun yavanlaşmadan tamamlanması,
projenin bu aşamasında, mimar tasarımcı ile birlikte çalışması, yön vermesi ve
dolaşım senaryosunun ortaya çıkmasında katkı koyması söz konusu olacak başka bir
belirleyicinin varlığına bağlı. Zira sözü edilen senaryonun sofistikasyonu,
mimari formasyonunun ötesinde, bir donanımı zorunlu kılıyor. Mimar tasarımcı, bu
noktada geri çekilecek, bekleyecek ve hikayenin sonu için meraklanacaktır.
Bu hikayenin hiçbir zaman onun düşlediği derinliğe
ulaşamayabileceğini de hissederek...
» Projeye ait fotoğrafları
görmek için tıklayın.
|