reklam

Haberler
Mart 2002 

Postmodern modernizm

Postmodern modernizmSanatı kitleden koparan anlayış modernizmdi. Postmodern sanat bir yanıyla bunu kırmayı, o seçkinci tavrı dışlamayı öngörüyordu. Ama sonuçta büsbütün seçkinci anlayış öne çıktı. Postmodern dönem diye bilinen tarih kendisini görsel sanatlar alanında ilginç bir gelişmeyle göstermişti 1980'lerde.

Dünyanın birçok köşesinde, o sıralarda gelişen teknolojiye bağlı olarak yeni bir görsel yaklaşım ortaya çıkıyordu. Bu, 'yeni'lik hali bir tek tanımın sınırları içine alınamayacak kadar genişti. Çeşitli ve birbirinden farklı ama gene de tümünü birbirine bağlayacak bazı ortak noktalar o dönemin 'postmodern' dönem diye algılanmasına yol açıyordu. Bir yandan gelişen yeni teknolojiler, bir yandan yeni bir aşamaya gelmiş olan kapitalist üretim ilişkileri ve ona bağlı olarak doğan tüketim bilinci ve kültürü bu oluşumu destekliyordu.

Bellek, zaman, mekân arasındaki etkileşimler, 1980'lerin, mesela Irving Sandler'ın, 'Postmodern Dönemin Sanatı' kitabına bakıldığında görüldüğü üzere kimlik, aidiyet gibi olgularla bütünleşerek yepyeni bir görsellik dili yaratıyordu. Bunların tümünden daha önemli olan bir şey de gene o sıralarda su yüzüne çıkıp kendisini gösteriyordu.

Sanatın arka planı felsefe
O dönemde üretilen sanat, kendi içinde saklı öğelerden çok kendi dışındaki düşünce arayışlarına dayanıyordu. Felsefenin ortaya koyduğu açılımlar görselliği yakından ilgilendiriyordu. Bu, sadece 'postmodern' dönemin sorunu değildi. Modernist sanat da, kendisini sanatla sınırlı kalarak ifade etmemişti. Orada da felsefe sanatın arka planını hazırlamıştı.

Bir noktadan sonra, daha derinlemesine bakmak ve anlamaksa söz konusu olan, kübizmi yerli yerine oturtmak için Mach felsefesini de bilmek gerekirdi. Öte yandan, modernist sanat bir manifestolar çağıydı ve dünyanın yıkılıp yeniden kurulmasına yol açan olayların içinde üretilmişti. Bir düşünsel iddiaya dayanmayan bir tek akımdan söz edilemezdi.

Ne var ki iki yaklaşım arasında ciddi fark söz konusuydu. Modernizmin manifestolarını yazan, modernizmin düşünsel arka (belki de ön) planını hazırlayan bütün o çalışmalar öncelikle belli bir akım üretmek iddiasını gösteren sanatçılar tarafından kaleme alınmıştı. O manifestolarda yapılmak istenen işin niteliği, kapsamı ve özellikleri anlatılıyordu. Niye öyle bir anlayışın 'gerekli' olduğu sorusu üstünde duruluyordu. Bu yapılırken de, dönemin, tarihin, toplumsal koşulların irdelemesine gidiliyordu.

Oysa postmodern dönemin sanatıyla o sanatın dışındaki düşünsel yaklaşımlar arasındaki ilişki farklıydı: postmodern sanat doğrudan doğruya ve kendisinden bağımsız üretilmiş belli bir düşünceden yola çıkıyordu. Mimariden resme, edebiyata kadar her alanda, üretilen sanat belli bir felsefi anlayışı 'örneklemek', hatta somutlaştırmak için yapılıyordu adeta. Bu nedenle de sanatı anlamak ya da anlamamak sanatla ilgili bir sorun değildi. Eğer onun dayandığı düşünsel, yorumsal süreçleri bilirseniz bir yapıtı tartışıp irdeleyebiliyordunuz.
Yapısökümcü felsefe iyiden iyiye ortaya çıktıktan ve Derrida bu felsefenin önemli isimlerinden birisi haline geldikten sonra mimari yön değiştirdi. Birçok mimar yapıtını bu felsefenin bağlamında üretmeye başladı. Bu gelişmede, Amerikan üniversite sistemi ve eğitim anlayışı önemli bir rol oynuyordu. Fakat, bir noktadan sonra iş öyle bir noktaya geldi ki, bizzat Derrida'dan felsefi planda söylediklerini görsel dile taşıması ve orada somutlaştırması istendi. Oradan hareketle de yeni üretimlere geçildi. Ondan da fazlası, felsefeciler görsel sanatlar alanında etkin olmaya, sergi düzenlemeye başladılar.

Bu yaklaşım, aynı ölçülerde olmasa bile, edebiyatta da kendisini gösterdi. Postmodern roman biraz da belli felsefi yaklaşımların oluşturduğu 'şablon'lara dönüşmeye başladı. Benzeri konu ve imgelere dayanarak, benzer yazım teknikleriyle iç içe geçirildi, çoğaltıldı. Bugün bu 'model' sorgulanıyor. Ortada bir yanlışlığın olup olmadığı araştırılıyor. Galiba iki nedenden ötürü...

İlki, ortaya çıkan 'kuramsal' bağlam, sanat yapıtının sınırlarını genişletmekte, sanatsal dili, anlatımı özgülleştirmekte (özgünleştirmek değil) önemli bir işlev üstlendi. Fakat, o arada sanatın kendisine ait sorunsalları sanatın dışında bir gözle ele alınmayı zorunlu kıldı. Sanat yapıtını değil, irdelemeler, o yapıtın dayandığı felsefeyi sorgulamaya yöneldi. Bu, kaçınılmazdı; fakat bu kaçınılmazlık sanat yapıtının kendi varlıksal gerçeğini unutmasına yol açtı.
Bunun sonucunda belki de ortaya şöyle bir çelişki çıktı: sanat yapıtı bize dünyaya yeni bir gözle bakmamız için verilmiş bir olanaktır. Sanat, bizim dünyayı algılayışımızı ve onu zihinsel bir gerçek haline getirişimizi etkiler. En önemli işlevlerinden birisi budur. Kübizmin ortaya koyulmasından sonra eğer binaları yeni bir anlayışla inşa etmiş, evlerimizi, hatta masalarımızın üstünü yeni bir anlayışla düzenlemişsek, olmaz denilen bir şeyi yapmaya başlamışsak bu, sanatın algılarımıza getirdiği katkıdan sonradır. Oysa bugün kuram bağlamında ortaya koyulan yaklaşımlar bunu gerçekleştiriyor mu sorusu ortada duruyor.
İkincisi, sanatı kitleden koparan, onu bir 'bilgi nesnesi' haline getiren anlayış modernizmin ta kendisiydi. Bu, Duchamp'ın 'Pisuvar'ından sonraki açılımdı. Oysa postmodern sanat bir yanıyla bunu kırmayı, o seçkinci tavrı dışlamayı öngörüyordu. Oysa sonunda ortaya çıkan felsefe-düşünce-sanat ilişkisi giderek postmodern bir görüntü altında, o dili kullanarak tam tersi bir noktada kristalize oldu ve büsbütün seçkinci, mutlakiyetçi bir bilgi anlayışını öne çıkardı. Sanat yapıtı değil, bilgisi ağırlık kazandı.

Yoksa, diyorum, postmodern denilen şey modernizmin başka görüntü içinde yeniden doğumu muydu ve acaba postmodernitenin bilgiye duyduğu 'susuzluk' sanatın kendisinden kaçışının gizli yolu muydu?

Radikal - HASAN BÜLENT KAHRAMAN - 07.03.2002

Arşiv

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz