Postmodern modernizm
Sanatı
kitleden koparan anlayış modernizmdi. Postmodern sanat bir yanıyla bunu kırmayı,
o seçkinci tavrı dışlamayı öngörüyordu. Ama sonuçta büsbütün seçkinci
anlayış öne çıktı. Postmodern dönem diye bilinen tarih kendisini görsel sanatlar alanında
ilginç bir gelişmeyle göstermişti 1980'lerde.
Dünyanın birçok köşesinde, o sıralarda gelişen teknolojiye bağlı
olarak yeni bir görsel yaklaşım ortaya çıkıyordu. Bu, 'yeni'lik hali bir
tek tanımın sınırları içine alınamayacak kadar genişti. Çeşitli ve
birbirinden farklı ama gene de tümünü birbirine bağlayacak bazı ortak
noktalar o dönemin 'postmodern' dönem diye algılanmasına yol açıyordu. Bir
yandan gelişen yeni teknolojiler, bir yandan yeni bir aşamaya gelmiş olan
kapitalist üretim ilişkileri ve ona bağlı olarak doğan tüketim bilinci ve
kültürü bu oluşumu destekliyordu.
Bellek, zaman, mekân arasındaki etkileşimler, 1980'lerin, mesela Irving
Sandler'ın, 'Postmodern Dönemin Sanatı' kitabına bakıldığında görüldüğü
üzere kimlik, aidiyet gibi olgularla bütünleşerek yepyeni bir görsellik
dili yaratıyordu. Bunların tümünden daha önemli olan bir şey de gene o sıralarda
su yüzüne çıkıp kendisini gösteriyordu.
Sanatın arka planı felsefe
O dönemde üretilen sanat, kendi içinde saklı öğelerden çok kendi dışındaki
düşünce arayışlarına dayanıyordu. Felsefenin ortaya koyduğu açılımlar
görselliği yakından ilgilendiriyordu. Bu, sadece 'postmodern' dönemin sorunu
değildi. Modernist sanat da, kendisini sanatla sınırlı kalarak ifade etmemişti.
Orada da felsefe sanatın arka planını hazırlamıştı.
Bir noktadan sonra, daha derinlemesine bakmak ve anlamaksa söz konusu olan,
kübizmi yerli yerine oturtmak için Mach felsefesini de bilmek gerekirdi. Öte
yandan, modernist sanat bir manifestolar çağıydı ve dünyanın yıkılıp
yeniden kurulmasına yol açan olayların içinde üretilmişti. Bir düşünsel
iddiaya dayanmayan bir tek akımdan söz edilemezdi.
Ne var ki iki yaklaşım arasında ciddi fark söz konusuydu. Modernizmin
manifestolarını yazan, modernizmin düşünsel arka (belki de ön) planını
hazırlayan bütün o çalışmalar öncelikle belli bir akım üretmek iddiasını
gösteren sanatçılar tarafından kaleme alınmıştı. O manifestolarda yapılmak
istenen işin niteliği, kapsamı ve özellikleri anlatılıyordu. Niye öyle
bir anlayışın 'gerekli' olduğu sorusu üstünde duruluyordu. Bu yapılırken
de, dönemin, tarihin, toplumsal koşulların irdelemesine gidiliyordu.
Oysa postmodern dönemin sanatıyla o sanatın dışındaki düşünsel yaklaşımlar
arasındaki ilişki farklıydı: postmodern sanat doğrudan doğruya ve
kendisinden bağımsız üretilmiş belli bir düşünceden yola çıkıyordu.
Mimariden resme, edebiyata kadar her alanda, üretilen sanat belli bir felsefi
anlayışı 'örneklemek', hatta somutlaştırmak için yapılıyordu adeta. Bu
nedenle de sanatı anlamak ya da anlamamak sanatla ilgili bir sorun değildi. Eğer
onun dayandığı düşünsel, yorumsal süreçleri bilirseniz bir yapıtı tartışıp
irdeleyebiliyordunuz.
Yapısökümcü felsefe iyiden iyiye ortaya çıktıktan ve Derrida bu
felsefenin önemli isimlerinden birisi haline geldikten sonra mimari yön değiştirdi.
Birçok mimar yapıtını bu felsefenin bağlamında üretmeye başladı. Bu
gelişmede, Amerikan üniversite sistemi ve eğitim anlayışı önemli bir rol
oynuyordu. Fakat, bir noktadan sonra iş öyle bir noktaya geldi ki, bizzat
Derrida'dan felsefi planda söylediklerini görsel dile taşıması ve orada
somutlaştırması istendi. Oradan hareketle de yeni üretimlere geçildi. Ondan
da fazlası, felsefeciler görsel sanatlar alanında etkin olmaya, sergi düzenlemeye
başladılar.
Bu yaklaşım, aynı ölçülerde olmasa bile, edebiyatta da kendisini gösterdi.
Postmodern roman biraz da belli felsefi yaklaşımların oluşturduğu 'şablon'lara
dönüşmeye başladı. Benzeri konu ve imgelere dayanarak, benzer yazım
teknikleriyle iç içe geçirildi, çoğaltıldı. Bugün bu 'model' sorgulanıyor.
Ortada bir yanlışlığın olup olmadığı araştırılıyor. Galiba iki
nedenden ötürü...
İlki, ortaya çıkan 'kuramsal' bağlam, sanat yapıtının sınırlarını
genişletmekte, sanatsal dili, anlatımı özgülleştirmekte (özgünleştirmek
değil) önemli bir işlev üstlendi. Fakat, o arada sanatın kendisine ait
sorunsalları sanatın dışında bir gözle ele alınmayı zorunlu kıldı.
Sanat yapıtını değil, irdelemeler, o yapıtın dayandığı felsefeyi
sorgulamaya yöneldi. Bu, kaçınılmazdı; fakat bu kaçınılmazlık sanat yapıtının
kendi varlıksal gerçeğini unutmasına yol açtı.
Bunun sonucunda belki de ortaya şöyle bir çelişki çıktı: sanat yapıtı
bize dünyaya yeni bir gözle bakmamız için verilmiş bir olanaktır. Sanat,
bizim dünyayı algılayışımızı ve onu zihinsel bir gerçek haline getirişimizi
etkiler. En önemli işlevlerinden birisi budur. Kübizmin ortaya koyulmasından
sonra eğer binaları yeni bir anlayışla inşa etmiş, evlerimizi, hatta
masalarımızın üstünü yeni bir anlayışla düzenlemişsek, olmaz denilen
bir şeyi yapmaya başlamışsak bu, sanatın algılarımıza getirdiği katkıdan
sonradır. Oysa bugün kuram bağlamında ortaya koyulan yaklaşımlar bunu gerçekleştiriyor
mu sorusu ortada duruyor.
İkincisi, sanatı kitleden koparan, onu bir 'bilgi nesnesi' haline getiren
anlayış modernizmin ta kendisiydi. Bu, Duchamp'ın 'Pisuvar'ından sonraki açılımdı.
Oysa postmodern sanat bir yanıyla bunu kırmayı, o seçkinci tavrı dışlamayı
öngörüyordu. Oysa sonunda ortaya çıkan felsefe-düşünce-sanat ilişkisi
giderek postmodern bir görüntü altında, o dili kullanarak tam tersi bir
noktada kristalize oldu ve büsbütün seçkinci, mutlakiyetçi bir bilgi anlayışını
öne çıkardı. Sanat yapıtı değil, bilgisi ağırlık kazandı.
Yoksa, diyorum, postmodern denilen şey modernizmin başka görüntü içinde
yeniden doğumu muydu ve acaba postmodernitenin bilgiye duyduğu 'susuzluk'
sanatın kendisinden kaçışının gizli yolu muydu?
Radikal - HASAN BÜLENT KAHRAMAN - 07.03.2002
|