reklam

Haberler
Temmuz 2002 

İstanbul Arkeoloji Müzeleri Palatium Magnum Büyük Saray Bölgesi Kazı Buluntuları Sergisi

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde sergilenmekte olan İstanbul Arkeoloji Müzeleri Büyük Saray (Palatium Magnum) Bölgesi Kazı Buluntuları Sergisi’nde, 1997-2001 kazılarında ortaya çıkarılan, M.Ö. 5. yy’dan Cumhuriyet Dönemi’ne kadar aydınlatma gereçleri; kutsal objeler; Roma, Bizans ve Osmanlı Dönemleri’ne ait bronz, gümüş ve altın sikke örnekleri ve mühürler; çeşitli malzemelerden yapılmış takılar ve giysi aksesuarları ile çeşitli tekniklerde yapılmış Bizans çanak çömlekleri; Milet, İznik, Kütahya ve Çanakkale işi Osmanlı kapları; Çin ve Avrupa porselenleri yer almaktadır. Bunların yanısıra Bizans öncesi döneme ait Frig fibulası tipinde bir fibula (M.Ö. 8. yy. – 7. yy.), M.Ö. 7. yy. – 4. yy’lara tarihlenen Yunan çanak çömlek parçaları; Roma ve Geç Roma Dönemleri’ne ait koku şişeleri, çanak çömlekler ve figürün parçaları da sergilenen eserler arasındadır.

Bizans Öncesi İstanbul
‘Kentlerin Kraliçesi’ İstanbul, tarih süreci içerisinde coğrafi konumu ve buna bağlı olarak gelişen önemiyle uygarlıklar merkezi olmuştur.
Kent ve çevresindeki en erken yerleşim izleri günümüzden yaklaşık 400.000 yıl önce Yarımburgaz Mağarası’nda tespit edilir.
Antik kaynaklarda İstanbul kenti Byzantion olarak adlandırılır ve bu adlandırma baı efsanelere dayanır. Efsanelerden birine göre, Argos kralı İnakhos’un kızı olan İo, Argos kentindeki Hera Tapınağı’nın rahibesidir. Birgün Tanrı Zeus, İo’yu görüp ona aşık olur. Kocasının İo’ya aşık olduğunu öğrenen Hera kıskançlığa kapılır. Tanrı Zeus sevgilisini Hera’nın gazabından korumak için inek biçimine sokar. Hera ineğin kendisine verilmesini ister ve başına nöbetçi olarak da bin gözlü dev Argos’u diker. Zeus, Hermes’i göndererek devi öldürtür. Hera bu kez ineğe bir at sineği musallat eder. İo, at sineğinden kaçarken İstanbul Boğazı’nı geçerek karşı kıyıyı çıkar. Bundan dolayı da İstanbul Boğazı “İnek Geçidi” anlamına gelen Basphoros adını alır. İo, Haliç’i geçtikten sonra bir kız çocuk dünyaya getirir. Kızın deniz tanrısı Poseidon’dan Byzas adlı bir oğlu olur. Byzas büyüyünce Byzantion’u (Byzas’ın Yeri) kurar.

Bir diğer rivayete göre Megaralı kolonistlerin reisi olan Byzas, bugünkü Sarayburnu’nda kenti M.Ö. 667’de kurmadan önce, ünlü Delphi Tapınağı’nda kenti nerede kuracağını danışan Byzas’a, kâhinler “körler ülkesi karşısında” kurmasını söylerler. Kâhinler böylece Sarayburnu’ndaki güzelliği farkedemeyip Kalkhedon’da (Kadıköy) kent kuranları kör olarak nitelerler. Tarihçi Herodot da Kalkhedonlular’ın kör olmaları gerektiğini, “gözleri kör olmasaydı ellerinin altında bu kadar güzel bir yer dururken, gidip o kadar güzel olmayan bir yeri” seçmeyeceklerini söyler.

Karadeniz ticaret yolu üzerinde yer alan kent kısa sürede ticaret ve balıkçılık ile zenginleşir ve gelişir. Büyük Saray bölgesindeki kazı buluntuları arasında yer alan Frig Dönemi’ne ait fibula, Arkaik Dönem’e ait ithal Doğu Yunan, Korinth ve Attika keramiği örnekleri de bu ticaret ve zenginliği işaret etmektedir.

Byzantion ve Kalkhedon kentleri M.Ö. 512’de Pers egemenliğine girer. M.Ö. 500’deki İonia İhtilali’nde ise Byzantion kenti tahrip edilir. M.Ö. 478’de Atina egemenliğine geçen ve Attika Deniz Birliği’nin en zengin üyesi olduğu anlaşılan Byzantion, bu yüzyılın sonlarında sikke basımına geçer.

Büyük İskender Dönemi’ne kadar, Atina ve Sparta egemenlikleri arasında el değiştiren kent bu dönemde bağımsız kalır. M.Ö. 146’dan itibaren Roma’ya bağlanır. M.Ö. 74’ten sonra Bithynia Eyaleti’ne katılır. 192-196 yılları arasında Pescennius Niger ve Septimus Severus arasında çıkan taht kavgaları sonucunda Pescennius Niger taraftarı olan Byzantion, tahta çıkan Septimus Severus tarafından tahrip edilerek ve tüm hakları elinden alınarak cezalandırılır. 197’de Septimus Severus kente eski haklarını iade eder. 330 yılında I. Konstantinus tarafından Konstantinopolis adıyla yeni başkent olarak ilan edilen kent tekrar önem kazanır.

Erken dönemlerden itibaren surla çevrili olduğu bilinen kentin çekirdeği, bugünkü Topkapı Sarayı’nın kapladığı alan ve Sarayburnu’ydu. Topkapı Sarayı’nın bulunduğu bölge olan akropoliste; Zeus, Apollon, Artemis ve Aphrodite tapınakları vardı. Sarayburnu’nda ise Poseidon Tapınağı, Athena Ekbasia Sunağı ve limanlar yer almaktaydı. Kent içinde spor sahaları, stadyum, agora, hamamlar, tiyatro, Thrakion adlı büyük meydan ve üst düzey devlet yöneticilerinin oturduğu bir alan bulunmaktaydı. Hellenistik Dönem’de büyüyen kent Roma Dönemi’nde bugünkü Eminönü ve Fatih ilçelerinin bulunduğu alana kadar yayılmıştı.

Bizans Döneminde İstanbul
Roma İmparatorluğu’nun başkent Roma’dan idaresi zorlaşır ve I. Konstantinus Byzantion’u (Konstantinopolis) İmparatorluğun ikinci merkezi ilan eder. Yeni başkent 11 Mayıs 330 tarihinde törenle açılır. 395 yılında Theodosius, İmparatorluğu resmen ikiye ayırır. Önceleri işbirliği içinde olan Doğu ve Batı Roma’nın bağlantıları zamanla zayıflar; 5. yy’ın sonlarında Germenler’in idaresine geçen Batı Roma ortadan kalkar. Modern tarihçilerin “Bizans” adını verdiği Doğu Roma İmparatorluğu, Roma devlet ve hukuk sisteminin Hıristiyanlık ve Grek Kültürü ile kaynaştığı yeni bir kimlikle bin yıllık bir süreçte varlığını sürdürür.
İmparatorluğun ekonomik, askeri, kültürel ve dini merkezi olan Konstantinopolis’te, 4.-5. yy’larda imar faaliyetlerine devam edilir. Hıristiyanlığın 4. yy’da devletin resmi dini olarak kabul görmesi ile kilise ve manastırların yapımına başlanır. Heraclius (610-641) döneminde devletin resmi dili Grekçe olur.

I. Justinianus (527-565) dönemi, Bizans İmparatorluğu’nun en geniş sınırlara sahip olduğu ve “Bizans’ın 1. Altın Çağı” olarak adlandırılan dönemdir. Bu dönemde, 532 yılında çıkan “Nika Ayaklanması” sırasında yangınlarla hasar gören kentin merkezindeki Büyük Saray’ın bazı bölümleri, Zeuksippos Hamamları, Hagia Eirene (Aya İrini) Kilisesi yeniden yapılır, tahrip olan II. Theodosius’un (402-450) yaptırdığı bazilika yerine Hagia Sophia (Ayasofya) Kilisesi (532-537) inşa edilir.

İmparatorluk, 7-8. yy’larda Avarlar Bulgarlar, Persler ve Araplar tarafından yapılan saldırılarla topraklarının bir bölümünü kaybeder; büyük deprem ve veba salgınları sonucu zor bir dönem geçirir. III. Leon’un (717-741) başlattığı “İkonaklazma” (Aziz resimlerinin yasaklanması ve ikonaların kaldırılması) hareketi (726-842) kent ve imparatorlukta iç karışıklıklara sebep olur. Bu dönemde Theophilus (829-842) devlet yönetimini düzeltir ve kent surlarının onarımını, Büyük Saray’ın önemli bölümlerinin inşasını gerçekleştirir. İkonaklazma Hareketi’nin sona ermesi ve askeri alanda kazanılan başarılarla “Bizans’ın 2. Altın Çağı” olan Makedonya Hanedanı’nın (867-1056) iktidar dönemi başlar.
1071 yılında yapılan Malazgirt Savaşı sonrasında Anadolu topraklarının büyük bir bölümü Selçuklular tarafından fethedilir.
Konstantinopolis, 4. Haçlı Seferi’nde hedef alınır ve kent Latinler tarafından işgal (1204-1261) edilir. İşgal süresince büyük bir yıkıma uğrayan kent, Palailogoslar Dönemi’nde (1280-1350) Latinler’den geri alınır.
Bizans’ın son yüzyılından güçlenen Osmanlı Devleti’nin fetihleri ile imparatorluk toprakları giderek küçülür, iç savaşlar, şiddetli depremler ve veba salgınları yaşanır.

Kentin merkezi konumundaki Augusteion meydanı çevresinde Million, Senato, Pittakia, Khalke Kapısı, Hagia Sophia, Zeuksippos Hamamları, Büyük Saray ve Mese Caddesi yer almaktaydı. Şehrin en önemli caddesi olan Mese; Augusteion’un batısında yer alan Million Anıtı’ndan başlar Forum Konstantin ve Forum Theodosius’u geçtikten sonra ikiye ayrılır, kollardan biri Edirnekapı’ya ulaşırken diğeri Forum Bovis ve Forum Arkadius’u geçerek Porto Auera’da (Altın Kapı – Ana Tören Kapısı, şimdiki Yedikule Kapısı) son bulurdu. Bizans Devri’nde, halka ait evler yamaçlara birbirini kapatmayacak biçimde kurulur, memur, işçi, tüccar ve aşağı tabakadan halka ait evler, kentin güney yarısında yer alırdı. İş ve ticaret merkezleri ise Mese civarındaydı. 
Şehrin su ihtiyacı kemerler (Bozdoğan Kemeri), açık hava sarnıçları ve çok sayıda kapalı sarnıç ile sağlanırdı.
İmparator Justinianus zamanında 500 bine çıkan nüfus, imparatorluğun son zamanlarında 50 bine kadar düşmüştü.

Büyük Saray ve Mimarisi
330 yılında Konstantinopolis’i başkent olarak ilan eden I. Konstantinus, kentin yeniden yapılanması faaliyetleri ile birlikte, eski başkent Roma’daki örnekler doğrultusunda, imparatorluk sarayı inşasını başlatır.

“Büyük Saray” anlamına gelen “Palatium Magnum” ya da “Mega Palation” olarak da adlandırılan saray kompleksi, şimdiki Sultanahmet Camii’nin bulunduğu yerden Marmara kıyısına kadar uzanan yaklaşık 100.000 m2’lik bir alanı kaplamaktaydı. Denize dik inen bu alan üç ana terastan meydana gelmekte, küçük yapılar için oluşturulan ara teraslar ile bu sayı altıya ulaşmaktaydı.
Bizans kaynaklarına göre Büyük Saray, kuzeybatıda Hippodrom ve Zeuksippos Hamamı, kuzeydoğuda Augusteion Meydanı, Ayasofya ve Senato Binası ile çevreleniyor, doğuda ve güneyde ise denize kadar uzanıyordu. I. Konstantinus (307-337) tarafından yaptırılan ve 10. yy sonuna kadar çeşitli ilavelerle genişletilen Büyük Saray duvarlarla çevrili olup, bahçe ve gezinti alanlarının arasına dağılmış birbirinden bağımsız, imparatora ait yatak odaları, taht ve tören salonları, kilise ve şapeller, muhafız koğuşları, imalathaneler, depolar, ahırlar gibi yapılardan oluşmaktaydı.

I. Konstantinus ve ardılı II. Konstantinus Dönemleri’nde Büyük Saray üst terasta yer almaktaydı. Bu alanda imparator ve imparatoriçeye ait mekanlar, kiliseler ve bir vaftizhane binasından oluşan Daphne Sarayı, Büyük Saray’ın ana girişi Khalke Kapısı, Khalke’den geçilerek girilen Skholai (Saray muhafızlarının koğuşları), Khalke yakınında yer alan ve saray hapishanesi olarak kullanılan Noumera, önemli bir kabul salonu olan Akkoubiton, imparatorluk meclislerinin toplantı salonları, saray törenleri ve elçi kabullerinde kullanılan Kabul Salonu (Magnaura Sarayı) bulunmaktaydı.

Büyük Saray’ın ana girişini oluşturan Khalke (Bakır Kapı) Büyük Saray ile Augusteion Meydanı arasında bir nevi hol durumundaydı. I. Konstantinus tarafından yaptırılmış, 532 yılındaki yangından sonra I. Justinianus (527-565) tarafından yeni bir plana göre tekrar inşa ettirilmişti. I. Basileios (867-886) duvarlarını renkli mermer levhalar ile süsletmiş, I. Romanos (920-944) burada Soter Khristos tes Khalkes Şapeli’ni yaptırmıştı. İoannes Tzimiskes (969-976) bu şapeli büyüterek mozaiklerle süsletmiş, kendisi için bir mezar yaptırarak buraya gömülmüştü.

2. terasta büyük bahçeler, II. Theodosius tarafından yaptırılan bir oyun sahası (Tsykanisterion), dinlenme ve eğlence alanları yer alıyordu.
Deniz kıyısında olan 3. terasta ise Büyük Saray’ın bir bölümü olan ve II. Theodosius’un yaptırdığı Boukoleon Sarayı ile Boukoleon Limanı yer almaktaydı.

İmparator I. Aleksios Komnenos Dönemi’nde (1081-1118), Mangana Sarayı ve Blakherna Sarayı önem kazanmış, Büyük Saray yalnızca resmi ikametgah ve toplantı yeri olarak kullanılmıştı. Latin istilası sırasında (1204-1261) kentteki pek çok yapı gibi burası da yağmalanmıştı. O yıllarda bazı bölümleri yıkılan saray daha sonra bütünüyle terk edilmişti.

Osmanlı Döneminde Büyük Saray Bölgesi
Tarihi yarımada Osmanlı Dönemi’nde de önemini korumaya devam eder. İstanbul’u başkent yapan II. Mehmed (Fatih), Büyük Saray’ın hemen yakınında Topkapı Sarayı’nın inşasını başlatır. Topkapı Sarayı da Büyük Saray gibi, surlarla çevrilmiş bir bahçe içerisinde birbirinden bağımsız yapılardan oluşur.
İstanbul fethedildiğinde, tamamen bakımsız olan Büyük Saray harap durumdadır. Bu dönemde saray alanı bir süre boş olarak kalır, yıkıntıları bir ara hapishane olarak da kullanılır. Ardından yeni başlayan yapılaşmayla kalıntılar büyük binalar, evler, cami ve mescitler (Sultan Ahmet Camii, Akbıyık Mescidi gibi) altında kaybolur. Yeni inşaatlar yapılırken, sarayın varolan bazı bölümleri kullanılmaya devam edilir. 17.. yy’da bu alanda ileri gelenlerin konaklarının da bulunduğu bilinmektedir.

16-17. yy’daki kaynaklara göre Ayasofya yakınındaki eski bir kilisenin içine saraya ait vahşi hayvanlar yerleştirilerek Aslanhane olarak kullanılır. Büyük Saray’ın Khalke Kapısı adı verilen girişinde yer alan İsa Kilisesi, kesin olmamakla birlikte Osmanlı Dönemi’nde Aslanhane’ye dönüştürüldüğü söylenen kilisedir. Bu yapının adeta bir hayvanat bahçesi gibi kullanıldığını gösteren bir minyatür “Şehname-i Selim Han” adlı eserde bulunmaktadır. Mısır’dan getirilen bir suaygırı başının Aslanhane’de bir sehpa üzerinde teşhir edilmesini konu alan bu minyatürde bu yaratığı hayretle izleyen İstanbullular görülür.

18. yy yazarlarından İnciciyan’a (1758-1833) göre; Aslanhane, Ayasofya ile At Meydanı (Hippodrom) yakınındaydı ve binanın üst katında nakkaşlara ait odalar bulunmaktaydı. Evliya Çelebi de (1611-1682?) ‘Aslanhane’nin üst katlarında hücreler bulunduğunu ve saray nakkaşlarının burada barındıklarını” söyler. II. Mehmed Devri’nden beri, vahşi hayvanların bulunduğu bu yapının üst katında nakkaşlar çalışmaktaydı. Yapının üst katının tamiriyle ilgili ve 1527-1528 yıllarına tarihlenen bir belge, nakkaş atölyelerinin erken dönemden itibaren burada olduğunu gösterir.

Belgelerde, Hassa Nakkaşhanesi’nden de sözedilmektedir. Hassa Nakkaşhanesi’nin yerinin belirlenmesindeki en önemli kaynak Şair Vehbi tarafından yazılan Sultan III. Ahmed’in şehzadeleri Mahmud ve Süleyman’ın sünnet düğününün anlatıldığı Surname’dir. Şair Vehbi, eserinde padişahın alayları seyretmek için Aslanhane’nin yanında olan Nakkaşhane’ye geldiğini anlatır. Bu bilgiler, binanın üst katlarının dışında, Aslanhane’nin yanında bir diğer Nakkaşhane’nin olduğunu göstermektedir. Kanuni Dönemi’nde (16. yy) yaşamış olan Matrakçı Nasuh’un İstanbul tasvirinde Aslanhane olarak belirlenen Bizans kilisesinin sol yanında ve ona bitişik altı taş duvarlı, üstü kemerli, kiremit çatılı yapı muhtemelen Hassa Nakkaşhanesi’dir.
Fetihten sonra bu bölgede eski yapıların kalıntılarından da faydalanmak suretiyle bir ‘Cebehane’ de yapılmıştır. Barut ve silah deposu olarak kullanılan bu yapı aynı zamanda kışla ve imalathane işlevi de görüyordu. İnciciyan 1802’de Nakkaşhane’nin yandığını, 1804’de de Cebehane’nin genişletilebilmesi için yıkıldığını söyler. 1808’de Alemdar Mustafa Paşa Ayaklanması sırasında 16 Kasım gecesi çıkan yangında Cebehane de tamamen yanmıştır.

Sultan Abdülmecid döneminde, bu yapıların arsalarını da içine alan geniş bir alanda Darülfünun Binası (Üniversite) inşasına başlanmıştır.

 

Darülfünun Binası (Üniversite) Eski Adliye Sarayı
Sultan Abdülmecid (1839-1861) tarafından İsviçreli mimar G.T. Fossati’ye (1809-1883) “Darülfünun (Üniversite)” olarak yaptırılan bina Ayasofya’nın doğu tarafında yer almaktaydı. Binanın, 130.000 kuruşa mal olacağı ve iki yılda tamamlanacağı planlanmış, fakat yıllarca süren inşaat, belgelere göre, ancak 1854’de bitirilebilmişti.
Bina, merkezi avlulu iki kare blok ile bunları birleştiren bir giriş bölümünden oluşan üç katlı kagir bir yapıydı. Girişi “U” biçiminde, bir tören avlusu oluşturacak şekilde geri çekilmişti. Kuzey ve güney cephelerinde İon düzeninde, başlıklı ve iki kat yükseklikte plasterler bulunuyordu. Bu kısımlar basık bir alınlıkla sonlanmaktaydı.

Tarihi yarımadanın en önemli noktasında yer alan bina, boyutları ve kütlevi yapısı ile çevredeki tarihi yapılardan farklı bir mimari üsluba sahipti.
Bina bitmiş olmasına rağmen Darülfünun açılmamış; bilindiği kadarıyla ilk olarak Kırım Savaşı (1854-1854) sırasında İstanbul’a gelen Fransız askerleri için hastane olarak kullanılmıştı. 1863’de konferans şeklinde serbest derslere başlanmış, 1864’de Maliye Nezareti’ne, sonra da Adliye Evkaf Nezareti’nin kullanımına verilmişti. 1876’da İlk Mebusan ve Ayan Meclisleri burada açılmış; büyük tören salonu Meclis-i Mebusan toplantı salonu olmuştu. 1878’de II. Abdülhamid’in meclisi kapatmasıyla bina 30 yıl hizmet dışı kalır, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte Meclis-i Mebusan yine bu binada toplanır.

Darülfünun Binası daha sonra İstanbul Adliyesi olarak kullanılır ve 3-4 Aralık 1933 gecesi yanarak harap olur. Büyük kısmı yanmış olan Adliye Sarayı’nın kalıntıları kısa bir süre sonra tamamen ortadan kaldırılır.
Darülfünun Binası’nın yanında, 1916-1918 yıllarında yapımına başlanan Sultanahmet Cezaevi’nin Tevkifhane Sokak’a açılan girişi üzerindeki mermer kitabede, ‘Dersaadet Cinayet Tevkifhanesi 1337’ yazısı okunur. 1982’ye kadar kullanılan cezaevi binası, kapatıldıktan sonra bir süre boş olarak kalmış ardından restore edilerek otel olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Alana Ait Diğer Çalışmalar
Ayasofya’nın güneydoğusunda, Sultanahmet Eski Cezaevi (bugünkü Four Seasons Oteli) bahçesinde yer alan çalışma alanı yaklaşık 17.000 m2’lik bir alanı kaplamaktadır. Bizans Dönemi’nde Pittakia ve Palatium Magnum’un bir kısmını kapsayan alan, Augusteion, Hippodrom ve Ayasofya’ya yakınlığı sebebiyle, önemlidir. Büyük bir meydan olan Pittakia, halkın imparatora dileklerini belirttiği ve adalet istediği bir yerdi. Herhangi bir suçlamayla karşılaşan kişilerin sığındığı Hagios Nikolaos Şapeli de yine burada bulunmaktaydı.
Sultan Abdülmecid (1839-1861) devrinde Darülfünun (Üniversite) Binası olarak yapımına başlanan, daha sonra ise Adliye Sarayı olarak kullanılan yapının temeli kazılırken Hippodrom’un ortasında yer alan bronz burmalı sütuna ait yılan başlarından birinin üst çenesi ve İmparator Arkadius’un (395-409) karısı Eudoksia’nın gümüş heykeline ait olan yazıtlı kaide günışığına çıkarılmıştır.
3 Haziran 1912 yangınından sonra, Alman araştırmacı T. Wiegand ve İsviçreli mimar E. Mamboury Büyük Saray bölgesinde görülen kalıntıları incelemiş, bu çalışmaların sonuçları fotoğraf, plan ve kesitleriyle beraber 1934 yılında yayınlanmıştır.

Fransız P. Lemerle, 1936-1937 yıllarında, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü gözetiminde Eski Adliyi Sarayı arsasında yaptığı sondajlarda bazı duvar kalıntılarına rastlamıştır. Bunların rölöveleri, o tarihlerde Arkeoloji Müzeleri mimarı olan, A. Saim Ülgen tarafından çizilmiş, 1964 yılında ise Semavi Eyice tarafından yayınlanmıştır.
Bu alanda İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nce 1997-1998 sezonunda başlatılan kazı çalışmalarında, 15-16. yy’a tarihlenen ve 6 kubbeli bedesten tipinde bir Osmanlı yapısı ile birbiriyle bağlantılı mekanlardan oluşan ve Bizans Dönemi’ne tarihlenen bir yapı kompleksi ortaya çıkarılmıştır. Bu mekanlardan birinde 7. yy’a ve 10. yy’a tarihlenen freskler mevcuttur.

Kazı alanında yapılan diğer çalışmalar, Eski Adliye Binası’nın oturduğu alan, Sultanahmet Eski Cezaevi bahçesi ve kapalı mekanların doğusunda kalan alan olmak üzere 3 ana kısımda toplanabilir.

Eski Adliye Binası’nın oturduğu alanda, binanın temelleri; avlu ve zemin döşemeleri tarafından tahrip edilen, henüz işlevi saptanamayan Bizans Dönemi’ne ait yapı kalıntıları, daha önce P. Lemerle tarafından tespit edilen sarnıç, 5-6. yy’a tarihlenen mozaik döşeme parçaları ve gömü alanı ortaya çıkarılmıştır.

Sultanahmet Eski Cezaevi bahçesinde yapılan çalışmalarda, üst kotlarda Geç Osmanlı Dönemi’ne tarihlenen duvar parçaları ve su sistemleri saptanmıştır. Daha alt seviyelerde ise bir kısmını E. Mamboury’nin de tespit ettiği ve Senato Binası olarak adlandırdığı Bizans Dönemi’ne ait yapı kalıntıları tespit edilmiştir.
Kapalı mekanların doğusunda kalan alanda ise Osmanlı Dönemi’ne ait bir sarnıç ve çeşmesi ile arnavut kaldırımı bir avlu ve sokak günışığına çıkarılmıştır.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nce 02.12.1997 tarihinde başlatılan ve Enternasyonel Turizm A.Ş. tarafından finanse edilen kazılar halen devam etmektedir.
Arkitera

Arşiv

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz