İstanbul Arkeoloji
Müzeleri Palatium Magnum Büyük Saray Bölgesi Kazı Buluntuları Sergisi
İstanbul
Arkeoloji Müzeleri’nde sergilenmekte olan İstanbul Arkeoloji Müzeleri Büyük
Saray (Palatium Magnum) Bölgesi Kazı Buluntuları Sergisi’nde, 1997-2001 kazılarında
ortaya çıkarılan, M.Ö. 5. yy’dan Cumhuriyet Dönemi’ne kadar aydınlatma
gereçleri; kutsal objeler; Roma, Bizans ve Osmanlı Dönemleri’ne ait bronz,
gümüş ve altın sikke örnekleri ve mühürler; çeşitli malzemelerden yapılmış
takılar ve giysi aksesuarları ile çeşitli tekniklerde yapılmış Bizans çanak
çömlekleri; Milet, İznik, Kütahya ve Çanakkale işi Osmanlı kapları; Çin
ve Avrupa porselenleri yer almaktadır. Bunların yanısıra Bizans öncesi döneme
ait Frig fibulası tipinde bir fibula (M.Ö. 8. yy. – 7. yy.), M.Ö. 7. yy.
– 4. yy’lara tarihlenen Yunan çanak çömlek parçaları; Roma ve Geç Roma
Dönemleri’ne ait koku şişeleri, çanak çömlekler ve figürün parçaları
da sergilenen eserler arasındadır.
Bizans Öncesi İstanbul
‘Kentlerin Kraliçesi’ İstanbul, tarih süreci içerisinde coğrafi konumu
ve buna bağlı olarak gelişen önemiyle uygarlıklar merkezi olmuştur.
Kent ve çevresindeki en erken yerleşim izleri günümüzden yaklaşık 400.000
yıl önce Yarımburgaz Mağarası’nda tespit edilir.
Antik kaynaklarda İstanbul kenti Byzantion olarak adlandırılır ve bu adlandırma
baı efsanelere dayanır. Efsanelerden birine göre, Argos kralı İnakhos’un
kızı olan İo, Argos kentindeki Hera Tapınağı’nın rahibesidir. Birgün
Tanrı Zeus, İo’yu görüp ona aşık olur. Kocasının İo’ya aşık olduğunu
öğrenen Hera kıskançlığa kapılır. Tanrı Zeus sevgilisini Hera’nın
gazabından korumak için inek biçimine sokar. Hera ineğin kendisine
verilmesini ister ve başına nöbetçi olarak da bin gözlü dev Argos’u
diker. Zeus, Hermes’i göndererek devi öldürtür. Hera bu kez ineğe bir at
sineği musallat eder. İo, at sineğinden kaçarken İstanbul Boğazı’nı geçerek
karşı kıyıyı çıkar. Bundan dolayı da İstanbul Boğazı “İnek Geçidi”
anlamına gelen Basphoros adını alır. İo, Haliç’i geçtikten sonra bir kız
çocuk dünyaya getirir. Kızın deniz tanrısı Poseidon’dan Byzas adlı bir
oğlu olur. Byzas büyüyünce Byzantion’u (Byzas’ın Yeri) kurar.
Bir
diğer rivayete göre Megaralı kolonistlerin reisi olan Byzas, bugünkü
Sarayburnu’nda kenti M.Ö. 667’de kurmadan önce, ünlü Delphi Tapınağı’nda
kenti nerede kuracağını danışan Byzas’a, kâhinler “körler ülkesi karşısında”
kurmasını söylerler. Kâhinler böylece Sarayburnu’ndaki güzelliği
farkedemeyip Kalkhedon’da (Kadıköy) kent kuranları kör olarak nitelerler.
Tarihçi Herodot da Kalkhedonlular’ın kör olmaları gerektiğini, “gözleri
kör olmasaydı ellerinin altında bu kadar güzel bir yer dururken, gidip o
kadar güzel olmayan bir yeri” seçmeyeceklerini söyler.
Karadeniz ticaret yolu üzerinde
yer alan kent kısa sürede ticaret ve balıkçılık ile zenginleşir ve gelişir.
Büyük Saray bölgesindeki kazı buluntuları arasında yer alan Frig Dönemi’ne
ait fibula, Arkaik Dönem’e ait ithal Doğu Yunan, Korinth ve Attika keramiği
örnekleri de bu ticaret ve zenginliği işaret etmektedir.
Byzantion
ve Kalkhedon kentleri M.Ö. 512’de Pers egemenliğine girer. M.Ö. 500’deki
İonia İhtilali’nde ise Byzantion kenti tahrip edilir. M.Ö. 478’de Atina
egemenliğine geçen ve Attika Deniz Birliği’nin en zengin üyesi olduğu
anlaşılan Byzantion, bu yüzyılın sonlarında sikke basımına geçer.
Büyük İskender Dönemi’ne
kadar, Atina ve Sparta egemenlikleri arasında el değiştiren kent bu dönemde
bağımsız kalır. M.Ö. 146’dan itibaren Roma’ya bağlanır. M.Ö.
74’ten sonra Bithynia Eyaleti’ne katılır. 192-196 yılları arasında
Pescennius Niger ve Septimus Severus arasında çıkan taht kavgaları sonucunda
Pescennius Niger taraftarı olan Byzantion, tahta çıkan Septimus Severus tarafından
tahrip edilerek ve tüm hakları elinden alınarak cezalandırılır. 197’de
Septimus Severus kente eski haklarını iade eder. 330 yılında I. Konstantinus
tarafından Konstantinopolis adıyla yeni başkent olarak ilan edilen kent
tekrar önem kazanır.
Erken
dönemlerden itibaren surla çevrili olduğu bilinen kentin çekirdeği, bugünkü
Topkapı Sarayı’nın kapladığı alan ve Sarayburnu’ydu. Topkapı Sarayı’nın
bulunduğu bölge olan akropoliste; Zeus, Apollon, Artemis ve Aphrodite tapınakları
vardı. Sarayburnu’nda ise Poseidon Tapınağı, Athena Ekbasia Sunağı ve
limanlar yer almaktaydı. Kent içinde spor sahaları, stadyum, agora, hamamlar,
tiyatro, Thrakion adlı büyük meydan ve üst düzey devlet yöneticilerinin
oturduğu bir alan bulunmaktaydı. Hellenistik Dönem’de büyüyen kent Roma Dönemi’nde
bugünkü Eminönü ve Fatih ilçelerinin bulunduğu alana kadar yayılmıştı.
Bizans Döneminde İstanbul
Roma İmparatorluğu’nun başkent Roma’dan idaresi zorlaşır ve I.
Konstantinus Byzantion’u (Konstantinopolis) İmparatorluğun ikinci merkezi
ilan eder. Yeni başkent 11 Mayıs 330 tarihinde törenle açılır. 395 yılında
Theodosius, İmparatorluğu resmen ikiye ayırır. Önceleri işbirliği içinde
olan Doğu ve Batı Roma’nın bağlantıları zamanla zayıflar; 5. yy’ın
sonlarında Germenler’in idaresine geçen Batı Roma ortadan kalkar. Modern
tarihçilerin “Bizans” adını verdiği Doğu Roma İmparatorluğu, Roma
devlet ve hukuk sisteminin Hıristiyanlık ve Grek Kültürü ile kaynaştığı
yeni bir kimlikle bin yıllık bir süreçte varlığını sürdürür.
İmparatorluğun ekonomik, askeri, kültürel ve dini merkezi olan
Konstantinopolis’te, 4.-5. yy’larda imar faaliyetlerine devam edilir. Hıristiyanlığın
4. yy’da devletin resmi dini olarak kabul görmesi ile kilise ve manastırların
yapımına başlanır. Heraclius (610-641) döneminde devletin resmi dili Grekçe
olur.
I.
Justinianus (527-565) dönemi, Bizans İmparatorluğu’nun en geniş sınırlara
sahip olduğu ve “Bizans’ın 1. Altın Çağı” olarak adlandırılan dönemdir.
Bu dönemde, 532 yılında çıkan “Nika Ayaklanması” sırasında yangınlarla
hasar gören kentin merkezindeki Büyük Saray’ın bazı bölümleri,
Zeuksippos Hamamları, Hagia Eirene (Aya İrini) Kilisesi yeniden yapılır,
tahrip olan II. Theodosius’un (402-450) yaptırdığı bazilika yerine Hagia
Sophia (Ayasofya) Kilisesi (532-537) inşa edilir.
İmparatorluk,
7-8. yy’larda Avarlar Bulgarlar, Persler ve Araplar tarafından yapılan saldırılarla
topraklarının bir bölümünü kaybeder; büyük deprem ve veba salgınları
sonucu zor bir dönem geçirir. III. Leon’un (717-741) başlattığı “İkonaklazma”
(Aziz resimlerinin yasaklanması ve ikonaların kaldırılması) hareketi
(726-842) kent ve imparatorlukta iç karışıklıklara sebep olur. Bu dönemde
Theophilus (829-842) devlet yönetimini düzeltir ve kent surlarının onarımını,
Büyük Saray’ın önemli bölümlerinin inşasını gerçekleştirir. İkonaklazma
Hareketi’nin sona ermesi ve askeri alanda kazanılan başarılarla
“Bizans’ın 2. Altın Çağı” olan Makedonya Hanedanı’nın (867-1056)
iktidar dönemi başlar.
1071 yılında yapılan Malazgirt Savaşı sonrasında Anadolu topraklarının büyük
bir bölümü Selçuklular tarafından fethedilir.
Konstantinopolis, 4. Haçlı Seferi’nde hedef alınır ve kent Latinler tarafından
işgal (1204-1261) edilir. İşgal süresince büyük bir yıkıma uğrayan
kent, Palailogoslar Dönemi’nde (1280-1350) Latinler’den geri alınır.
Bizans’ın son yüzyılından güçlenen Osmanlı Devleti’nin fetihleri ile
imparatorluk toprakları giderek küçülür, iç savaşlar, şiddetli depremler
ve veba salgınları yaşanır.
Kentin merkezi konumundaki
Augusteion meydanı çevresinde Million, Senato, Pittakia, Khalke Kapısı,
Hagia Sophia, Zeuksippos Hamamları, Büyük Saray ve Mese Caddesi yer almaktaydı.
Şehrin en önemli caddesi olan Mese; Augusteion’un batısında yer alan
Million Anıtı’ndan başlar Forum Konstantin ve Forum Theodosius’u geçtikten
sonra ikiye ayrılır, kollardan biri Edirnekapı’ya ulaşırken diğeri Forum
Bovis ve Forum Arkadius’u geçerek Porto Auera’da (Altın Kapı – Ana Tören
Kapısı, şimdiki Yedikule Kapısı) son bulurdu. Bizans Devri’nde, halka ait
evler yamaçlara birbirini kapatmayacak biçimde kurulur, memur, işçi, tüccar
ve aşağı tabakadan halka ait evler, kentin güney yarısında yer alırdı.
İş ve ticaret merkezleri ise Mese civarındaydı.
Şehrin su ihtiyacı kemerler (Bozdoğan Kemeri), açık hava sarnıçları
ve çok sayıda kapalı sarnıç ile sağlanırdı.
İmparator Justinianus zamanında 500 bine çıkan nüfus, imparatorluğun son
zamanlarında 50 bine kadar düşmüştü.
Büyük Saray ve Mimarisi
330 yılında Konstantinopolis’i başkent olarak ilan eden I. Konstantinus,
kentin yeniden yapılanması faaliyetleri ile birlikte, eski başkent
Roma’daki örnekler doğrultusunda, imparatorluk sarayı inşasını başlatır.
“Büyük
Saray” anlamına gelen “Palatium Magnum” ya da “Mega Palation” olarak
da adlandırılan saray kompleksi, şimdiki Sultanahmet Camii’nin bulunduğu
yerden Marmara kıyısına kadar uzanan yaklaşık 100.000 m2’lik bir alanı
kaplamaktaydı. Denize dik inen bu alan üç ana terastan meydana gelmekte, küçük
yapılar için oluşturulan ara teraslar ile bu sayı altıya ulaşmaktaydı.
Bizans kaynaklarına göre Büyük Saray, kuzeybatıda Hippodrom ve Zeuksippos
Hamamı, kuzeydoğuda Augusteion Meydanı, Ayasofya ve Senato Binası ile çevreleniyor,
doğuda ve güneyde ise denize kadar uzanıyordu. I. Konstantinus (307-337)
tarafından yaptırılan ve 10. yy sonuna kadar çeşitli ilavelerle genişletilen
Büyük Saray duvarlarla çevrili olup, bahçe ve gezinti alanlarının arasına
dağılmış birbirinden bağımsız, imparatora ait yatak odaları, taht ve tören
salonları, kilise ve şapeller, muhafız koğuşları, imalathaneler, depolar,
ahırlar gibi yapılardan oluşmaktaydı.
I.
Konstantinus ve ardılı II. Konstantinus Dönemleri’nde Büyük Saray üst
terasta yer almaktaydı. Bu alanda imparator ve imparatoriçeye ait mekanlar,
kiliseler ve bir vaftizhane binasından oluşan Daphne Sarayı, Büyük Saray’ın
ana girişi Khalke Kapısı, Khalke’den geçilerek girilen Skholai (Saray
muhafızlarının koğuşları), Khalke yakınında yer alan ve saray
hapishanesi olarak kullanılan Noumera, önemli bir kabul salonu olan
Akkoubiton, imparatorluk meclislerinin toplantı salonları, saray törenleri ve
elçi kabullerinde kullanılan Kabul Salonu (Magnaura Sarayı) bulunmaktaydı.
Büyük
Saray’ın ana girişini oluşturan Khalke (Bakır Kapı) Büyük Saray ile
Augusteion Meydanı arasında bir nevi hol durumundaydı. I. Konstantinus tarafından
yaptırılmış, 532 yılındaki yangından sonra I. Justinianus (527-565) tarafından
yeni bir plana göre tekrar inşa ettirilmişti. I. Basileios (867-886) duvarlarını
renkli mermer levhalar ile süsletmiş, I. Romanos (920-944) burada Soter
Khristos tes Khalkes Şapeli’ni yaptırmıştı. İoannes Tzimiskes (969-976)
bu şapeli büyüterek mozaiklerle süsletmiş, kendisi için bir mezar yaptırarak
buraya gömülmüştü.
2.
terasta büyük bahçeler, II. Theodosius tarafından yaptırılan bir oyun
sahası (Tsykanisterion), dinlenme ve eğlence alanları yer alıyordu.
Deniz kıyısında olan 3. terasta ise Büyük Saray’ın bir bölümü olan ve
II. Theodosius’un yaptırdığı Boukoleon Sarayı ile Boukoleon Limanı yer
almaktaydı.
İmparator
I. Aleksios Komnenos Dönemi’nde (1081-1118), Mangana Sarayı ve Blakherna
Sarayı önem kazanmış, Büyük Saray yalnızca resmi ikametgah ve toplantı
yeri olarak kullanılmıştı. Latin istilası sırasında (1204-1261) kentteki
pek çok yapı gibi burası da yağmalanmıştı. O yıllarda bazı bölümleri
yıkılan saray daha sonra bütünüyle terk edilmişti.
Osmanlı Döneminde Büyük
Saray Bölgesi
Tarihi yarımada Osmanlı Dönemi’nde de önemini korumaya devam eder. İstanbul’u
başkent yapan II. Mehmed (Fatih), Büyük Saray’ın hemen yakınında Topkapı
Sarayı’nın inşasını başlatır. Topkapı Sarayı da Büyük Saray gibi,
surlarla çevrilmiş bir bahçe içerisinde birbirinden bağımsız yapılardan
oluşur.
İstanbul fethedildiğinde, tamamen bakımsız olan Büyük Saray harap durumdadır.
Bu dönemde saray alanı bir süre boş olarak kalır, yıkıntıları bir ara
hapishane olarak da kullanılır. Ardından yeni başlayan yapılaşmayla kalıntılar
büyük binalar, evler, cami ve mescitler (Sultan Ahmet Camii, Akbıyık Mescidi
gibi) altında kaybolur. Yeni inşaatlar yapılırken, sarayın varolan bazı bölümleri
kullanılmaya devam edilir. 17.. yy’da bu alanda ileri gelenlerin konaklarının
da bulunduğu bilinmektedir.
16-17. yy’daki kaynaklara göre
Ayasofya yakınındaki eski bir kilisenin içine saraya ait vahşi hayvanlar
yerleştirilerek Aslanhane olarak kullanılır. Büyük Saray’ın Khalke Kapısı
adı verilen girişinde yer alan İsa Kilisesi, kesin olmamakla birlikte Osmanlı
Dönemi’nde Aslanhane’ye dönüştürüldüğü söylenen kilisedir. Bu yapının
adeta bir hayvanat bahçesi gibi kullanıldığını gösteren bir minyatür “Şehname-i
Selim Han” adlı eserde bulunmaktadır. Mısır’dan getirilen bir suaygırı
başının Aslanhane’de bir sehpa üzerinde teşhir edilmesini konu alan bu
minyatürde bu yaratığı hayretle izleyen İstanbullular görülür.
18.
yy yazarlarından İnciciyan’a (1758-1833) göre; Aslanhane, Ayasofya ile At
Meydanı (Hippodrom) yakınındaydı ve binanın üst katında nakkaşlara ait
odalar bulunmaktaydı. Evliya Çelebi de (1611-1682?) ‘Aslanhane’nin üst
katlarında hücreler bulunduğunu ve saray nakkaşlarının burada barındıklarını”
söyler. II. Mehmed Devri’nden beri, vahşi hayvanların bulunduğu bu yapının
üst katında nakkaşlar çalışmaktaydı. Yapının üst katının tamiriyle
ilgili ve 1527-1528 yıllarına tarihlenen bir belge, nakkaş atölyelerinin
erken dönemden itibaren burada olduğunu gösterir.
Belgelerde,
Hassa Nakkaşhanesi’nden de sözedilmektedir. Hassa Nakkaşhanesi’nin
yerinin belirlenmesindeki en önemli kaynak Şair Vehbi tarafından yazılan
Sultan III. Ahmed’in şehzadeleri Mahmud ve Süleyman’ın sünnet düğününün
anlatıldığı Surname’dir. Şair Vehbi, eserinde padişahın alayları
seyretmek için Aslanhane’nin yanında olan Nakkaşhane’ye geldiğini anlatır.
Bu bilgiler, binanın üst katlarının dışında, Aslanhane’nin yanında bir
diğer Nakkaşhane’nin olduğunu göstermektedir. Kanuni Dönemi’nde (16.
yy) yaşamış olan Matrakçı Nasuh’un İstanbul tasvirinde Aslanhane olarak
belirlenen Bizans kilisesinin sol yanında ve ona bitişik altı taş duvarlı,
üstü kemerli, kiremit çatılı yapı muhtemelen Hassa Nakkaşhanesi’dir.
Fetihten sonra bu bölgede eski yapıların kalıntılarından da faydalanmak
suretiyle bir ‘Cebehane’ de yapılmıştır. Barut ve silah deposu olarak
kullanılan bu yapı aynı zamanda kışla ve imalathane işlevi de görüyordu.
İnciciyan 1802’de Nakkaşhane’nin yandığını, 1804’de de
Cebehane’nin genişletilebilmesi için yıkıldığını söyler. 1808’de
Alemdar Mustafa Paşa Ayaklanması sırasında 16 Kasım gecesi çıkan yangında
Cebehane de tamamen yanmıştır.
Sultan
Abdülmecid döneminde, bu yapıların arsalarını da içine alan geniş bir
alanda Darülfünun Binası (Üniversite) inşasına başlanmıştır.
Darülfünun Binası (Üniversite)
Eski Adliye Sarayı
Sultan Abdülmecid (1839-1861) tarafından İsviçreli mimar G.T. Fossati’ye
(1809-1883) “Darülfünun (Üniversite)” olarak yaptırılan bina
Ayasofya’nın doğu tarafında yer almaktaydı. Binanın, 130.000 kuruşa mal
olacağı ve iki yılda tamamlanacağı planlanmış, fakat yıllarca süren inşaat,
belgelere göre, ancak 1854’de bitirilebilmişti.
Bina, merkezi avlulu iki kare blok ile bunları birleştiren bir giriş bölümünden
oluşan üç katlı kagir bir yapıydı. Girişi “U” biçiminde, bir tören
avlusu oluşturacak şekilde geri çekilmişti. Kuzey ve güney cephelerinde İon
düzeninde, başlıklı ve iki kat yükseklikte plasterler bulunuyordu. Bu kısımlar
basık bir alınlıkla sonlanmaktaydı.
Tarihi
yarımadanın en önemli noktasında yer alan bina, boyutları ve kütlevi yapısı
ile çevredeki tarihi yapılardan farklı bir mimari üsluba sahipti.
Bina bitmiş olmasına rağmen Darülfünun açılmamış; bilindiği kadarıyla
ilk olarak Kırım Savaşı (1854-1854) sırasında İstanbul’a gelen Fransız
askerleri için hastane olarak kullanılmıştı. 1863’de konferans şeklinde
serbest derslere başlanmış, 1864’de Maliye Nezareti’ne, sonra da Adliye
Evkaf Nezareti’nin kullanımına verilmişti. 1876’da İlk Mebusan ve Ayan
Meclisleri burada açılmış; büyük tören salonu Meclis-i Mebusan toplantı
salonu olmuştu. 1878’de II. Abdülhamid’in meclisi kapatmasıyla bina 30 yıl
hizmet dışı kalır, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte
Meclis-i Mebusan yine bu binada toplanır.
Darülfünun
Binası daha sonra İstanbul Adliyesi olarak kullanılır ve 3-4 Aralık 1933
gecesi yanarak harap olur. Büyük kısmı yanmış olan Adliye Sarayı’nın
kalıntıları kısa bir süre sonra tamamen ortadan kaldırılır.
Darülfünun Binası’nın yanında, 1916-1918 yıllarında yapımına başlanan
Sultanahmet Cezaevi’nin Tevkifhane Sokak’a açılan girişi üzerindeki
mermer kitabede, ‘Dersaadet Cinayet Tevkifhanesi 1337’ yazısı okunur.
1982’ye kadar kullanılan cezaevi binası, kapatıldıktan sonra bir süre boş
olarak kalmış ardından restore edilerek otel olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Alana Ait Diğer Çalışmalar
Ayasofya’nın güneydoğusunda, Sultanahmet Eski Cezaevi (bugünkü Four
Seasons Oteli) bahçesinde yer alan çalışma alanı yaklaşık 17.000 m2’lik
bir alanı kaplamaktadır. Bizans Dönemi’nde Pittakia ve Palatium Magnum’un
bir kısmını kapsayan alan, Augusteion, Hippodrom ve Ayasofya’ya yakınlığı
sebebiyle, önemlidir. Büyük bir meydan olan Pittakia, halkın imparatora
dileklerini belirttiği ve adalet istediği bir yerdi. Herhangi bir suçlamayla
karşılaşan kişilerin sığındığı Hagios Nikolaos Şapeli de yine burada
bulunmaktaydı.
Sultan Abdülmecid (1839-1861) devrinde Darülfünun (Üniversite) Binası
olarak yapımına başlanan, daha sonra ise Adliye Sarayı olarak kullanılan
yapının temeli kazılırken Hippodrom’un ortasında yer alan bronz burmalı
sütuna ait yılan başlarından birinin üst çenesi ve İmparator
Arkadius’un (395-409) karısı Eudoksia’nın gümüş heykeline ait olan yazıtlı
kaide günışığına çıkarılmıştır.
3 Haziran 1912 yangınından sonra, Alman araştırmacı T. Wiegand ve İsviçreli
mimar E. Mamboury Büyük Saray bölgesinde görülen kalıntıları incelemiş,
bu çalışmaların sonuçları fotoğraf, plan ve kesitleriyle beraber 1934 yılında
yayınlanmıştır.
Fransız
P. Lemerle, 1936-1937 yıllarında, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü
gözetiminde Eski Adliyi Sarayı arsasında yaptığı sondajlarda bazı duvar
kalıntılarına rastlamıştır. Bunların rölöveleri, o tarihlerde Arkeoloji
Müzeleri mimarı olan, A. Saim Ülgen tarafından çizilmiş, 1964 yılında
ise Semavi Eyice tarafından yayınlanmıştır.
Bu alanda İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nce 1997-1998 sezonunda
başlatılan kazı çalışmalarında, 15-16. yy’a tarihlenen ve 6 kubbeli
bedesten tipinde bir Osmanlı yapısı ile birbiriyle bağlantılı mekanlardan
oluşan ve Bizans Dönemi’ne tarihlenen bir yapı kompleksi ortaya çıkarılmıştır.
Bu mekanlardan birinde 7. yy’a ve 10. yy’a tarihlenen freskler mevcuttur.
Kazı alanında yapılan diğer çalışmalar,
Eski Adliye Binası’nın oturduğu alan, Sultanahmet Eski Cezaevi bahçesi ve
kapalı mekanların doğusunda kalan alan olmak üzere 3 ana kısımda
toplanabilir.
Eski
Adliye Binası’nın oturduğu alanda, binanın temelleri; avlu ve zemin döşemeleri
tarafından tahrip edilen, henüz işlevi saptanamayan Bizans Dönemi’ne ait
yapı kalıntıları, daha önce P. Lemerle tarafından tespit edilen sarnıç,
5-6. yy’a tarihlenen mozaik döşeme parçaları ve gömü alanı ortaya çıkarılmıştır.
Sultanahmet
Eski Cezaevi bahçesinde yapılan çalışmalarda, üst kotlarda Geç Osmanlı Dönemi’ne
tarihlenen duvar parçaları ve su sistemleri saptanmıştır. Daha alt
seviyelerde ise bir kısmını E. Mamboury’nin de tespit ettiği ve Senato
Binası olarak adlandırdığı Bizans Dönemi’ne ait yapı kalıntıları
tespit edilmiştir.
Kapalı mekanların doğusunda kalan alanda ise Osmanlı Dönemi’ne ait bir
sarnıç ve çeşmesi ile arnavut kaldırımı bir avlu ve sokak günışığına
çıkarılmıştır.
İstanbul
Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nce 02.12.1997 tarihinde başlatılan ve
Enternasyonel Turizm A.Ş. tarafından finanse edilen kazılar halen devam
etmektedir.
Arkitera
|