Sır, Sur ve Esrar
Serhan Ada - FOL Dergisi, Aralık
1997, Ocak, Şubat, Mart 1998, Sayı:7
Üçlü neredeyse kendiliğinden bir çırpıda geldi. (Paris'te Alev'le
kahve içiyoruz. Bir tarafımızda Bakü, öbür tarafımızda Danimarka.)
Ayaklarım beni köklere götürüyor. Uçağa kadar kalan süreyi hiç bir
zaman benim olmayacak sözcükler arasında geçiyorum. "S" ve
"R" harfleri arasındaki bu tuhaf ilişkiyi çözebilir miyim? Tabi ki
hayır. Yine de sözcüklerin çekiminde ve kitapların tozlu sayfaları arasındayım.
Çok sonraları bu karanlık yolda bana eşlik edecek yazarlardan biri Cioran,
"teşrih edilmiş sözcük... hiçbir şeydir" diyor. Tıpkı
otopsiden sonra cesedin cesetlikten çıkması gibi. Yine de bu üçlüyü
didiklemeye karalıyım; ortaya çıkacak olan şey ne olursa olsun.
"İlk baştan beri ölüyoruz yinede ölüm tazeliğinden birşey
yitirmedi.Sırların sırrı burda gizli."
E.M. Cioran (İtiraflar ve İlençler, Gallimard, 1987)
Türkiye'de sır'ı iki anlamda kullanıyoruz. Birincisi ve ilk anda akla
gelen saklı ve gizli olan, göze görünmeyen şey. İkincisi, saksı
ve çanakların içine kaplanan koruyucu tabaka. Bu çift anlamlı durum
ister istemez saksıdaki sır'ın bileşimini düşündürüyor. Çömlekçilerin
titizlikle sakladıkları ve neredeyse bilinçli ve hesaplı değil, gözkararı
hazırlanan bir sihirli formül. Bu yönüyle sırrın iki yüzü var. Bir yüzde
ona vakıf olan zanaat (ve tabi sanat) erbabı, öbür yüzde ölümler. Bu sırrı
paylaşmak koşula bağlı: Sırı hazırlayanların arasına katılma koşuluna.
(Dikkat edilirse ilk tümcede "sırrı" derken oluşan -i hali ile
ikinci tümcedeki "sırı" biçimindeki -i hali birbirinden farklı.
İlk andaki özdeşliğe karşın bu böyle. Demek ki burada durulamaz, köklere
doğru gitmeli.)
Sırın iki anlamı üzerinde daha fazla akıl yürütüp kalem oynatmadan Doğu'ya
uzanmalı. Arapça imdada yetişiyor. Şemsettin Sami Bey'in 1901 tarihli Mihran
tarafından basılan sözlüğünde sır yukarıda anılan birinci anlamı gösteriyor.
Sırr: "Gizli tutulan, kimseye söylenmeyen." İlk anda
kolayca bu ilk anlama tokuşturduğumuz ikinci anlam için araştırmayı sürdürmek
gerekli.
Sir: "Saksı sir'i. "Cioran'ın sözcük otopsisi hakkında
dediğini tutmayıp Doğu'ya arapçaya gitmenin semeresi. Bu iki farklı sözcük
türkçenin ses uyumuna kurban gitmiş anlaşılan. Nitekim Develioğlu'nun 1970
tarihli osmanlıca sözlüğünde sir yok. Aradan geçen zamanda sır olmuş.
Farkı saptamak, farkı anlamak için yeterli değil. Anlamak, neredeyse olanaksız
olsa da, daha başka şeyler gerektiriyor. Latin dünyasına bakmak gibi. Sır
fransızca glaçure, ingilizce glaze, almanca glasur, latince glacies
(buz) köküne uzanıyor. (Bu yeterli derinlik değil, henüz kurtlara ulaşılamadı.
Ağacın kendisi hakkında ipucu yok.) Buz belki sırın kaygan ve geçirgen özelliğini
anımsatıyor, şu farkla ki, sır için balçığı çok yüksek ateşte pişiriyosunuz.
İtalyanca istenen şeyi en sonunda veriyor. Vetrificazione sözcüğü
bizi cama götürüyor. Cam, Latincesiyle vitrum, speculum bakmak köküyle
ilgili. Demek ki camı ayna yapan sır. Doğu'dan Batı'ya sözcükleri
didikleyerek yapılan yolculuk türkçenin kolaycılığında yapılan
benzetmelerin yanlış değilse de tümüyle yerli yerinde olmadığını gösteriyor.
Nüanslar beliriyor, anlamlar üzerinde yüzyıllar içinde oluşan sis bulutları
biraz olsun aralanıyor. Batı dillerinde sır: secret, latincedeki cernere,
seçmek karar vermek fiilinin akrabası. Yani bu işlemi yapan, gizleyen,
saklayan bir özne var. Çömleğin sırı ise bakmakla ilgili. Sır yaparken
toprak ve suya, ateşin tanıklığında dayanıklılık kazandırılıyor. Çamur
zamanla adı konmamış bir savaşa giriyor. Ancak şiddet, darbe sırın
etkisini yokedebiliyor. Çömlek kırılabiliyor ama sırrını ele vermiyor.
Dayanıklılık denince surlar uzanıyor. Surun sır ile ses aşinalığı dışında
yakınlığı var mı? İkisinin de harcı olduğu biliniyor. İkisininde ayırıcı
olduğu belli. Öteye daha öteye... Hem sur hem sır belli bir yüksekliği gösteriyor.
Benzerlikler üzerine daha çok şey sıralanabilir. Ya farklılıklar? Yine önce
Doğu'ya sonra Batı'ya. Ş.Sami Bey "belirli kalınlığı ve yüksekliği
olan duvar, istihkamat" olarak açıklıyor sözlüğünde. Sur öncelikle
kentle ve savunma ile ilgili. Duvarın eni ve yüksekliği buradan geliyor. Kent
(medina) doğrudan uygarlığa götürüyor. Sur olabilmek için belli
bir mesafe boyunca uzanmalı. Böylece en ve yüksekliğe boy da eklenmiş
oluyor. Sur tam bir hacim bu haliyle. Halbuki sırın böylesi bir üç boyutlu
varlık olduğunu söyleyebilmek zor. Olsa olsa olumsuz anlamda bir eksik hacim
olarak anlatılabilir, inceliğiyle. Batı'da mur (duvar) ile başlayan sözcüklerle
tanımlanan (ingilizcede rampart) sur, latincenin munire, sağlamak, güçlendirmek
fiiline bağlı. Böylelikle güç öğesi anlama girmiş oluyor. Güç gelince
sözcük devletin alanına girmiş oluyor. Surun öznesi devlet, hangi biçimiyle
olursa olsun. Savunma ile saldırı surda karşı karşıya geliyor. İçten
yada dıştan yıkılan sur sırrını ele veriyor. Böyle alındığında
devletin hem güç simgesi hemde kırılma çizgisi. Sur uygarlığın fay hattı.
Berlin, Çin ve Bizans surlarıyla var ve yok oluyorlar. Tarihi yaratıyor, dönüştürüyor
ve yok ediyorlar.
"Sır, 'sözün içinde olup söze yabancı olandır.' Söze yanıt
vermez, 'Ben sır' demez... Ne kendine ne başkasına, ne de herhangi bir şey
ya da kimseye yanıt(hesap? SA) vermez...Sır olmadan tutku olmaz, ama bu tutku
yoksa sır da yoktur"
Jacques Derrida (Tutkular, Gallilée, 1993)
Esrar sırrın çoğulu. Biz bugün sırlar diyoruz. Esrarın anlamında ise
gökyüzünden birşeyler var. Zaman zaman, türetilmiş olan gizem'i de kullanıyoruz.
Köklere gitmek, Bu içiçe geçen ve zaman zaman örtüşüp zaman zaman ayrışan
anlamlar arasında, zorlaşıyor. Etimolojiden bir an için uzaklaşıp sözcüğün
ifade ettiklerine bakmak gerekiyor. Bunun belki de en kestirme yolu Batı'dan Doğu'ya
bir izlek. Bizim bugünkü kullanımda "esrar" dediğimize yakın olan
fransızcada mystére, ingilizcede mistery. Sözlüklerde "bir din veya
mezhep veya tarikatta gizlenip saklanan şey, hikmet" olarak açıklanıyor.
Bu haliyle esrarın tanrısal boyutu açık. Hatta Ortaçağ'da İsa'nın,
havarilerin, giderek meleklerin sahneye çıktığı oyunlara bile bu ad verilmiş.
Esrarda gizlenen şeyin yine sırda (giz) olduğu gibi bir öznesi var. Bu özne
aklı aşan ve ruha seslenmeye çalışan bir özne ve dolayısıyla esrarın
kavranması ve açıklanmasını daha çapraşık bir hale getiriyor. Paylaşmanın
koşulu, o kapalı topluluğun üyesi olmak. Yunanca beklenen ipucunu fazlasıyla
veriyor. Sıra mistikon diyerek tasavvufa el uzatıyor.Üstelik
mysterium da mustés
(tarikat mensubu, mürit) köküne dayanıyor. Bir bakıma sır nekadar dünya
ile ilgili ise esrar bir o kadar gökyüzü ile ilgili. Belki de topraktan yola
çıkarak sırrı, (ta başından bugünkü türkçedeki aynı iki sözcüğün
çağrıştırdığı gibi) varlığını toprak ve suya yani düpedüz balçık
ve çamura yaslayan sıra yakın görmek daha doğru. kökler dalları bir yere
kadar belirliyor. Dil etimolojik kökleri ne olursa olsun anlam -imge- kullanım
üçgeni içinde kendi çarpıklarını düzlüyor. Bu düzleme işleminde sır
giderek öz kardeşi esrardan uzak düşüyor.
Sır hazırlamak tıpkı sur yapmak gibi zorlu iş. Herzaman başarılı
olunmuyor. sur yıkılıyor, sır piştikten sonra çatlıyor. (Alev'in Fırın
Defteri'nde var: "bıktım!") Sur kenti korumak için gitgide yükseliyor,
kalınlaşıyor. Sır ise inceliyor ve hatta saydamlaşıyor. Adeta güçsüzleştikçe
pişiyor ve dayanıklı oluyor. Belki esrar da tam burada.
"Yalnızlık sırrın öbür adı..."
Jacques Derrida (Tutkular Gallilée, 1993)
|