Hişt hişt! Sait Faik Beyoğlu’nda...
Türk
edebiyatının usta hikayecisi ve yalnız adamı Sait Faik, ölümünden 49 yıl
sonra açılan ‘arşiv sergisi’ ile bir zamanlar hüzünlü adımlarla dolaştığı
Beyoğlu’na yeniden geldi. Sergi, fotoğrafları, eserleri ve özel eşyaları
ile hikâyecinin ‘iç dünyasına’ ışık tutuyor.
Burgazada’dan kalkar, İstanbul’a gelirdi. Köprüde biraz eğleşir,
sonra bir kahveye oturup çay içerdi, simitle... Simidin masaya dökülen
susamlarını avucuna doldurup atıverirdi ağzına. Sırtında o eski paltosu
yahut balıkçı ceketi, başında keten şapkası... Beyoğlu’na çıkar;
Nisuaz Pastanesi’nde yahut Cumhuriyet’te, ‘dokunulmayan’ yalnızlığı
içinde otururdu, buraların adamı olmayan biri gibi. Taksim Bahçesi’nde,
bir yağmurlu gecede, ‘ada’lı yalnızlığını sürükleyerek dolaşırdı
kimi zaman. Balıkların, kuşların, otların, bulutların dostu ve ‘yazıcı’sı
olarak Beyoğlu’nun kalabalığında kaybolup giderdi sonra. Burgazada’nın
ne kadar ‘yerli’siyse Beyoğlu’nun, şaşaanın, gösterişin, protokolün
o kadar ‘yabancı’sıydı...
Çantasından neler çıktı...
Sait Faik Abasıyanık, ölümünden 49 yıl sonra yeniden Beyoğlu’na geldi dün.
Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi’nde açılan ‘Bir Usta Bir Dünya –
Sait Faik Abasıyanık Arşiv Sergisi’, hikâyecinin olta takımını, keten
şapkasını, kurşunkalemle defter sayfalarına yazdığı metinleri,
pasaportunu, fotoğraflarını, mektuplarını ve daha ‘iç dünyasına ışık
tutacak’ pek çok şeyi, onun bir zamanlar ürkek ve yabancı adımlarla yürüyüp
geçtiği bu cadde üzerinde Sait Faik dostlarının ve okurlarının ziyaretine
açıyor. ‘Edebiyat arkeolojisi’ denebilecek bir çalışmayla oluşturulan
serginin açılış kokteylinde; entelektüel, kravatlı beyler ve şık
bayanlar arasında, ister istemez Sait Faik’i ve bu mekânın ona ne kadar
‘yabancı’ olduğunu düşündüm.
Yaşıyor olsaydı böyle bir mekâna, bu sergiye gelir miydi? Sanmam... Bir
keresinde onu bir dernek toplantısına davet etmişlerdi de toplantının yapıldığı
binanın kapısındakilere kendisinin ‘hikâye muharriri’ Sait Faik olduğuna
inandıramadığı için içeri alınmamıştı. O da üstelemeden çekip gitmişti.
Öyle biriydi o, kılık kıyafetiyle ‘dilenci kılıklı’, sıradan;
minnetsiz, iletişim kurma konusunda beceriksiz, isteksiz ve de yalnız... Fakat
adaya gitti mi bambaşka bir adam oluyordu. Bahçıvanların, balıkçıların,
bakkalın, kahvecinin dostu, onlardan biri... Hiç hazzetmediği kimseler, belki
de entelektüellerdi.
Sait Faik hiç şüphesiz Türk hikâyeciliğinin köşe taşlarından
biridir. Bir şarkının güzelliği, kalıcılığı nasıl dillere düşüp yıllar
boyu söylenmesiyle ölçülüyorsa, bir edebiyat eserinin değerini belirleyen
ölçütlerden biri de okuyanların zihninde her daim tazeliğini koruyor olmasıdır.
Sait Faik’in ‘unutulmazlar’ arasına girmiş ne çok hikâyesi vardır.
Semaver, Havuz Başı, Son Kuşlar, Hişt Hişt, Dülger Balığının Ölümü,
Simitle Çay, Haritada Bir Nokta, Lüzumsuz Adam, Mahalle Kahvesi... Her biri
insanın insanla ve tabiatla olan ilişkisini en can alıcı yerinden yakalamış;
Türkçenin bütün sadeliğini ve şiirselliğini duyuran hikâyelerdir. Yalnız
konuları ve anlatış biçimleri değildir bu hikâyeleri zaman karşısında
dayanıklı kılan; hikâyecinin insanda keşfettiği damar ve onu anlatırken
hissettirdiği ‘hakiki insan kokusu’dur. Sait Faik, hepimizin içinde saklı
duran ‘sıradan insan’ı; içli, gamlı, neşeli ve sevgi dolu insanı anlatır.
Nedir istediği? Aslında bugün de arzulayıp durduğumuz bir dünyadır: Sait
Faik, “Haksızlıkların olmadığı bir dünya istiyordu. İnsanların mesut
olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya... Hırsızlıkların,
başkalarının hakkına tecavüz edenlerin, istismar edenlerin olmadığı;
para için ar, namus, haya ve hayatın satılmadığı bir dünya... İçinde
iyi şeyler söylemeye selâhiyetler kıvranan bir adamın, korkmadan, yanlış
tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya...”
Bu dünyayı çağırmak için bir tek silahı vardı elinde, yazmak... Bir
keresinde ‘yazmayacağım’ diye söz vermişti. Sonra dayanamamış, tütüncüye
koşup bir kağıt kalem almış ve kalemi çakıyla yontup öptükten sonra
‘yazmasam deli olacaktım’ demişti. Yazmasa deli olurdu! Çünkü ancak
yazarken mutlu oluyor; mutlu olmak için yazıyordu. Başkaca beklediği de
yoktu. Öyle olmasa “Kişi kendi kendisini tartabilseydi şu edebiyat ve
gazetecilik alanında kaç kişi kalırdı?.. Yirmi senedir yazı yazarım; iyi
kötü. Ne beni överlerse yutarım, ne de söverlerse fazla yüksünürüm.”
diyebilir miydi? Bu yüzden yazarlığını ispat edemediği de olmuştu. “Bir
yerde lazım oldu da mesleğimi sordular. Doğrusu epey çekinerek, ama gururla
“yazıcı” dedim. Mesleğimi bir kağıdın meslek hanesine kaydedeceklerdi.
Benden yazıcılığımı ispat edecek bir vesika istediler. “Efendim birkaç
hikaye kitabım var” diyecek oldum... O resmi kağıtta meslek haneme
‘yok’ yazdılar.”
İlk kez sergilenen fotoğraflar
Sergi salonunun duvarlarını süsleyen, çoğu ilk kez günışığına çıkmış
fotoğraflarının da ‘söylediği’ gibi, Sait Faik avare, yalnız ve garip
bir adamdı. ‘Kolayca yaklaşılabilecek bir insan değildi.’ İnancı var mıydı,
yok muydu, Marksist miydi, solcu muydu, eşcinsel miydi?.. Şimdi bir anlamı,
önemi var mı bütün bunların? Bir tek şey var gerçek olan: Onun, hikâyede
açtığı ve yine yalnız kendisinin yürüdüğü çiçekli yol... Okurlarını
sevmeye, haksızlıklara karşı durmaya, tabiatın ‘dilini’ keşfetmeye çağıran
hikâyeleri...
Bu ‘arşiv sergisi’, YKY’nin geçtiğimiz yıl özenli bir baskıyla ve
asıllarına sadık kalarak yayımladığı ‘bütün yapıtları’ ile
birlikte düşünüldüğünde Sait Faik’in, eserinin ve kişiliğinin ana
renkleri belirginlik kazanıyor. Yazarın dergilerde, müsveddelerde kalmış
hikâye, yazı ve mektuplarından oluşan on eseri daha YKY tarafından önümüzdeki
dönemde yayımlanacak. Bunlar da ortaya çıktığında, ‘yalnız adam’ın
bütün yazı macerası ve ‘yazı’nın ardına gizlediği yarı gölgeli
portresi olanca açıklığıyla gün yüzüne çıkacak. Dileğimiz, yaşamlarına
ait pek çok ayrıntı hâlâ ortaya çıkarılmamış ve eserlerinin sağlıklı
basımları yapılamamış olan başka yazarların, şairlerin mesela Mehmet
Akif, Ömer Seyfettin’in, Refik Halid’in, A. Şinasi Hisar’ın, Asaf Hâlet
Çelebi’nin de böyle bir çalışma sonunda, günümüzün edebiyat ortamına
‘yeniden doğması’...
Sait Faik’i yeniden Beyoğlu’nda görmek isteyen ‘dostları’ ve onun
hikâyelerinin ardındaki ‘insan’ portresini tanımak isteyen genç okurları,
Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezi’ndeki arşiv sergisini 15 Şubat’a kadar
gezebilirler.
Zaman
|