reklam

Bienalin Kavramsal Çerçevesi "Şiirsel Adalet"
Sanat > Mercek Altında

8. ULUSLARARASI İSTANBUL BİENALİ

8. Uluslararası İstanbul Bienali'nin kuratörü Dan Cameron bu seneki bienalin kavramsal çerçevesi olan "Şiirsel Adaleti" şöyle anlatıyor:

"8. Uluslararası İstanbul Bienali'nin sanatsal çerçevesi Şiirsel Adalet kavramı etrafında şekillendirilecektir. Bienal sergisi, bu deyimi çağdaş sanatta son dönem gelişmelere dair bir araştırma zemini olarak önerirken, görünüşte çelişiyormuş gibi duran şiir ve adalet kavramlarını birbirleriyle ilişkilendirecek bir yaratıcı eylem alanı açımlamayı hedefliyor. Böylelikle, serginin temelinde yatan düşüncenin, kısmen, iki farklı sanat üretim biçimi arasındaki büyük üslup farklılığını yeniden değerlendirme girişimi olduğu ortaya çıkıyor. Bu üretim biçimlerinden ilki dünyayı ve dünya meselelerini öznesi haline getirirken, diğeri izleyicinin iç dünyasına yöneliyor. Bu tür ayrıştırmalar, daha derinlemesine irdelenmeden önce, aşırı iddialara dönüşme riski taşısalar da, yakın zamana kadar bu iki farklı kutbu bir araya getiren sanat eserlerine rastlamak güçtü. Dijital ağlarla örülü bir küresel köye dönüşen dünyanın olanak ve yetersizliklerinin, son yıllarda toplumun tüm katmanlarına sızarak algılanmasıyla birlikte, birçok sanatçı, aynı anda birden fazla bakış açısı içeren ifade biçimlerine yönelmeye başladı. Kullandıkları araçlar ve üslupsal yaklaşımları çok farklı olan bu sanatçılar, çeşitli disiplinler arasında köprü kuran fikirleri bir araya getirerek, ortak bir arzuyu paylaşıyorlar: Dış dünyaya ilişkin olarak dikkatle oluşturdukları bakış açılarını, şiiri insan düşüncesinin zirvesi olarak algılayan felsefi bir sistem üzerine yerleştirme arzusu.

Adalet nedir? Neden bugün acil bir mesele halini almıştır? Bugünün küreselleşmiş dünyasında adalet mümkün olabilir mi? Bu soruları bir araya getirmenin bir yolu, küresel değerler sistemine duyulan ortak inancın temel taşlarından biri olan, 'eğer dünyada birden fazla adalet sistemi varsa bunlardan hiçbirinin mutlak olamayacağı' yolundaki paradoksal ilkedir. Doğruyla yanlışın belirlenmesinde adaletin mutlak bir temel teşkil ettiği Yunan-Roma hukukuna dayalı modern adalet anlayışının kökleri ile açık bir çelişki içinde olan bu ikilem, küresel gidişatın günümüzdeki çalkantılarının son derece etkileyici bir boyutuna işaret etmektedir. Açıkçası, doğru ve yanlış kavramları, bunlar arasındaki farklılık dereceleri ve bu farklılıklar üzerinde uzlaşıldıktan sonra kaçınılmaz olarak yaşanan ihlallere toplumun verdiği tepkiler, bir yerden diğerine önemli farklılıklar gösterir. Aynı toplum veya kültürel grubun içinde bile, bir hukuki düzenlemenin kendisine koşut başka bir hukuki düzenlemenin yetki ve yargılarını dikkate almaması çatışma konusu haline gelebiliyor (örneğin, eyaletler ve federal devlet arasında, ya da dine dayalı ve laik hukuk sistemleri arasında). Bu tür farklılıklar, kamusal yaşamın diğer alanlarında yadırganmazken, gerçek vakalar üzerinden bir çatışma yaşandığında, keskinlik kazanırlar: Bir toplumun yargıladığını, öteki yüceltir. Suç işlendiğine dair görüş birliğine varıldığında bile, adaleti sağlamanın kimi yöntemleri (ölüm cezası gibi), söz konusu suçtan daha barbarca görülebilir.

İlk bakışta, belli adalet sistemlerinin algılanışındaki duyarlılığın, pazarlama ve telekomünikasyon alanlarındaki küreselleşme olgusu sonucunda arttığı izlenimi doğabilir. Ancak gerçek bundan daha karmaşıktır. Tanım itibariyle küreselleşme, aynı ürünün farklı kültürel özelliklere göre yeniden biçimlendirilmiş reklam ve dağıtım programları yoluyla, dünya çapında dağıtımını yapan tek-kültürlü bir olgudur. Adaletin uluslararası prensiplerini geliştirme çabalarının kaynağında ise, aksine, öncelikli olarak yerel medeni hukuk ve ceza hukuku standartları vardır; öyle ki, insanlığa karşı bir suç işlenmiş olduğu ancak suça karşı yerel bir tepki oluştuğunda kabul edilebilir hale gelir. Siyasi kriz ortamlarında adaletin uluslararası prensiplerinin uygulanması, hiçbir bireyin ya da grubun hukuk dışı davranamayacağı mesajını yayarken, buna koşut olarak uluslararası aktivizm sistemlerinin gelişimi, küresel sorunların bir ulusun sınırları içinde tutulamayacağı biçiminde, aynı derecede güçlü başka bir mesajı yayıyorlar. Bu düşünme tarzının etkileri özellikle ekoloji, nüfus artışı, kadın sorunları, göçmen, tutuklu ve sığınmacı hakları, AIDS'in dünya çapındaki etkisi ile sanat, edebiyat ve müzik gibi yaratıcı ifade alanlarında yoğunlukla ortaya çıkıyor. Bu örneklerin ilk öbeğine baktığımızda, mevcut ulusal ve uluslararası bilgi odaklarının bu meselelerin çözümünde yetersiz kalmasının, aktivist ve savunmacı grupların ortaya çıkışına yol açtığını görüyoruz. Bu grupların temel özelliği, üyelerinin, kendi ülkelerinin yerleşik parametreleri dışında faaliyet göstermeleridir. Sivil girişimler tarafından kurulan savunmacı grupların en çok tanınan üçünün, Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü), World Wildlife Fund ve Greenpeace'in başarıları, acil durumlara -ister Sri Lanka'da, ister A.B.D.'de meydana gelsin- karşılık vermelerine olanak tanıyan güçlü uluslararası bağlar geliştirmiş olmalarında yatmaktadır. Bazı vakalarda bu gruplar, etkinliklerini daha resmi başka kurumlarla da ilişki kurarak sürdürüyorlar. Örneğin, ormanların hızla yok edilmesi ya da düşünce suçu veya diğer suçlardan hüküm giyenlerin gördüğü kötü muamele, bu gruplar tarafından kamu önünde yeterince teşhir edildikten sonra, uluslararası mahkemeler tarafından dava konusu yapılabilmektedir.

Şiirsel Adalet başlığı, aynı adı taşıyan edebiyat yönteminden esinlenerek ortaya çıktı. Bu yöntemde, bir karakterin veya grubun başına gelenler, aynı karakter veya grubun daha önce yaptıklarıyla belirgin bir ironik benzerlik taşır. Bir romanda katilin cinayete kurban gitmesi önceki durumunun bariz bir sonucu olacağı için, tam anlamıyla şiirsel adalet sayılmaz. Ama, eğer katil kazara daha önce başkalarını öldürdüğü silahla ölürse, şiirsel adalet yerini bulmuş olur. Böylece, sadece işlenen suç cezalanmış olmaz, aynı zamanda cezalandırmanın araç ve kapsamı tanrısal bir mesaja dönüşerek, ölümlülerin yıkıcı kibrinden sakınılması uyarısı, aynı ölümlülerin açıkça anlayacakları bir dilde iletir.

Buradaki kullanımda ise, Şiirsel Adalet kavramındaki iki sözcüğün tekrar birbirlerinden yalıtılması, ardından da daha yoğun bir ilişki içinde yeniden birleştirilmesi amaçlandı. Daha önce değindiğimiz adalet kavramından sonra, şiiri buradaki kapsamı içinde, dile bir tanrısallık hissi kazandırma girişimi olarak tanımlayabiliriz. Yazar şiir yoluyla, sözcükler arasında yerleşik tasvir, öyküleme ve belagat geleneklerinin ötesine taşan bir biçimde ilişkiler kurmaya, hatta mümkünse, şiiri üreten zaman ve mekanın özünü yakalamaya çalışır. Ancak şiir burada bitmez. Şiirde asıl ulaşılmaya çalışılan, tüm insan bilgi ve deneyiminin, fizik ve metafiziğin, geçmiş ve geleceğin yalnızca sözcükler yoluyla çağrıştırılmasıdır. Bu çabayı algılayan şiir okuru, şiirin içinde bildik bir dilin bilinmedik bir dil haline geldiğini duyar; çünkü söylenen, duyulan ve çabucak unutulan bildik sözler, olabilecek en uzun süre hafızada takılıp kalsınlar diye yeniden işlenmişlerdir. Gündelik olan ile ebedi olanı bütünleştirme arzusu, şiirin görsel sanatlar alanına yakınlığına işaret eder. Görsel sanatlar da aynı sonuca, gündelik deneyimden çıkan malzeme ve imgeleri kalıcı bir kültürel yankı elde etmek amacıyla yeniden düzenleyerek varmaya çalışır.

Şiirle adaleti ilişkilendirmeyi en zorunlu kılan dürtü, manevi unsurun tüm potansiyel tezahürleriyle birlikte değer kaybına uğratılmasına duyulan tepkidir. Bu değersizleştirme çağdaş Batı toplumunun öylesine çarpıcı bir özelliği ki, günümüz sanatı maddi ve manevi alanların her ikisinin de eşit derecede yaşamsal ve son tahlilde ayrılmaz olduklarında ısrar eden bir tutumu benimsiyor. Gerçek olanın yalnızca elle tutulur olandan ibaret olduğunu kabul etmeye, bireyin iç dünyasına ait deneyimlere hiç dokunmayıp, bunların varlığını yadsımaya fazlasıyla hazırız. Maddi evrenin egemenliğinin çağdaş sanattaki yansıması, sanatı sadece sosyal ve siyasi bir araç olarak gören, sanatçının rolünü maddi dünyada daha önce gözden kaçmış ya da yanlış algılanmış durumlara dikkat çekmek olarak tanımlama eğilimi şeklinde ortaya çıkıyor. Bu düşünce ve deneyim biçiminin, son dönemlerin en çarpıcı sanat eserlerini üretmiş olduğunu teslim etmekle birlikte, elle tutulur, gözle görülür olanın, hissedilen ve hayal edilen karşısındaki önceliğini abartma eğilimi taşıdı. Sonuçta, çağdaş sanat üretiminde genel bir duygulanım sığlığının hakim olduğu, bir tür materyalist araçsallığın kültürel otorite konumlarını değiştirmek ya da güçlendirmek yönünde atılan en iyi niyetli adımlara bile hükmettiği izlenimini ediniyoruz. Aynı zamanda, çağdaş sanat alanında, çoğu insanın çağdaş sanata karşı duyduğu kopukluk hissini değiştirecek en ideal araçların neler olabileceğine ilişkin bir mücadele başlamış bulunuyor. Sanatın en temel kültürel anlamları üzerine sürdürülen bu mücadelenin en önemli etmenlerden biri, sanatçı, küratör ve eleştirmenlerin, çağdaş yaşamı bireyin bilinci ile şeyler, eylemler ve bunların sonuçlarının yer aldığı dış dünya arasında sürekli bir diyalog olarak betimlemekte uğradıkları başarısızlıktır. 8. Uluslararası İstanbul Bienali'nin en önemli amaçlarından biri, sanatın yaşamın bu iki cephesini uzlaştırmak için bir araç olması hedefine kendini adamış ve eserleri bu adanmışlığı yansıtan sanatçıların fikirlerini tartışmaya açan, canlı ve hareketli bir kamusal forum yaratmaktır.

Küratörlük sürecinin bu aşamasında sorulması gereken en anlamlı soru belki de, 'Sanat ve şiirin gerçeklik değerleri ile jeopolitik alanın gerçeklik değerlerini uzlaştırma çabasının anlamı nedir?' sorusudur. Başta yer alan tartışmada, son dönemlerde aktivist gruplar ve/veya mağdurlar arasındaki bağları güçlendirmeye çabalayan uluslararası örgütlerin ortaya çıktığını, bunun nedeninin de ulus temelli kimliklerin dünya sorunlarını yapıcı ve anlamlı bir biçimde çözmek için gereken işbirliği türlerine ciddi sınırlamalar getirmesi olduğu söylendi. Bienaller ve diğer küresel sergiler, izleyicinin geçici bir süre için de olsa, tüm dünyanın dokunulabilir bir temsilini tek bir çatı (ya da bir dizi çatı) altında yaşayabileceği bir ortam yaratırlar. Kültürel izler taşıyan bir dizi temsilden bir diğerine geçerken, insan dünyanın olanca farklılıkları arasında dolaşmış olur. Böylece hayalgücü, kendi kültürünün güzel, anlamlı ve iyi saydığı her şeyi aşan bir alanda seyre çıkar. Bu tür temsil biçimlerinin, bireyin dünyaya ilişkin görüşlerinin oluşumuna fazla katkıda bulunamayacak kadar özgünleştikleri iddia edilebilir. Ancak bu küresel sergi sistemleri henüz görece yeni oldukları için, bu girişimlerin ne tür kalıcı etkiler bırakacakları hakkında konuşmak için henüz çok erken. Bugün dünya hakkında bildiğimiz bir şey varsa, o da kültürel farklar hakkında uzlaşma sağlama yetisinin azalmayacağı, tam tersine artacağı ve birbirini anlamak için gerekli bağları tasarlama görevinin sonuçta belli bir grup (ve ümit edelim ki) aydınlık insana düşeceğidir. Şimdilik, insan bilincinin evrimi hala bir dönüm noktasında bulunuyor ve tarihsel olarak toplumun düşünce ve deneyiminin yeni sınırlarını keşfeden ve kuran öncülerden olan sanatçı, üzerinde yaşayan herkes için hem gerçek hem de mecazi anlamda aynı yer olabilen bir dünya hayal etmek için, belki de elimizdeki en iyi umut kaynağı. Bu hayal ediş, belki de şiirin son damıtılması, hatta özüdür."

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz