Köşe Yazısı

Mimarca DeÄŸinmeler 8

Yazan: Gürhan Tümer Tarih: 21 Eylül 2006
Çevreye Uymak ya da Uymamak
Günümüzde çevre çok önemli, çevre sorunları çok önemli. Çevrenin bozulmasını önlemek, bozulan çevrelerin onarılmasını saÄŸlamak için, çok çok çalışanlar ve bol bol konuÅŸanlar var. Onlara “çevreciler” deniliyor. Onların karşısında ise, doÄŸal olarak, doÄŸanın kirlenmesine, çevrenin bozulmasına aldırmayanlar, bu sorunlara kayıtsız, “bigâne” kalanlar var. Bu ikisi arasında savaÅŸ var.

Evet, çevre sorunları, ÅŸu 21. yüzyılda da çözülmemiÅŸ durumdadır ve her gün, her yıl biraz daha çetrefil hâle gelmektedir ama, bu, o sorunların çağımıza, günümüze özgü oldukları anlamına gelmez. Bu sorunlar, insanların karşısına, deÄŸiÅŸik zamanlarda, deÄŸiÅŸik biçimlerde çıkan “kadim” sorunlardır.

ÖrneÄŸin, Vitruvius, bundan yaklaşık 2.000 yıl önce kaleme aldığı “Mimarlık Üzerine On Kitap”ta, yeni bir yerleÅŸmenin kuruluÅŸundan söz ederken, “Çok saÄŸlıklı bir arazinin seçimi öncelik taşır. Bu arazi yüksek olmalı, sis ve kırağı yapmamalı, ne fazla sıcak, ne de fazla soÄŸuk olmamalı, […] ayrıca, çevresinde bataklıklar bulunmamalıdır,” gibi öneriler geliÅŸtirmiÅŸtir. Vitruvius’dan yaklaşık 1.500 yıl sonra, Rönesans döneminde yaÅŸamış olan çok ünlü bir baÅŸka mimar, Leon Battista Alberti de, aynı adı taşıyan kitabında, aynı konuya, benzer biçimde deÄŸinmiÅŸtir.

Aslında, çevre sorunu bir bütündür ama, yine de, onu birkaç gruba ayırabiliriz. ÖrneÄŸin, yukarıdaki satırlarda, konuya, “çevre kirliliÄŸi” baÄŸlamında deÄŸindim ve o baÄŸlamda örnekler verdim. O yoldan ilerlemeyi sürdürürsek, ekoloji bilimi, “sürdürebilirlik” kavramı devreye girecektir.

Konunun bu yönü, elbette ki büyük önem taşımaktadır ama, ben bu yazımda, baÅŸka bir yol tutturacağım ve mimari yapıtların, içinde bulundukları doÄŸal ya da yapay çevreyle, mimari kavramlar ölçüt alındığında nasıl bir iliÅŸki kurduklarına deÄŸineceÄŸim.

Kimi mimarların çevre bilinci yüksektir. Bunların yaptıkları binalar, çevrelerine, az ya da çok uyarlar. Bu uyum, bir binanın, içinde bulunduÄŸu çevrede fazla “sırıtmamasından”, o çevreyle neredeyse hiç fark edilmeyecek kadar bütünleÅŸmesine uzanan, geniÅŸ bir yelpazeye dağılmıştır.

ÖrneÄŸin, Wright’ın “Åželâle Evi”, konsol bölümündeki, beyaz renkli yatay bantlarının doÄŸaya biraz yabancı olmasına karşın, yine de, çevresiyle, içinde bulunduÄŸu doÄŸa parçasıyla hayli uyumludur.

Mimar olmayan, ama mimarlıkla yakından ilgilenen, özellikle de Osmanlı Mimarisi’ne karşı büyük bir hayranlık besleyen edebiyatçı, yazar Nihad Sami Banarlı, “BoÄŸaz ve Köprü” baÅŸlıklı bir gazete makalesinde, Osmanlılar’ın her binayı, yörenin doÄŸasına, “tabii mimarisine uygun” olarak yaptıklarını, bunun büyük bir zafer olduÄŸunu yazar. Banarlı, baÅŸka bir yazısında, Rumelihisarı’nı örnek göstererek, bu ilginç savını daha bir somutlar:

“Rumelihisarı’na bakınız. Muazzam âbide orada yok gibidir. Hem askeri mimarimizin bir ÅŸaheseri hâlinde, bakışlarımızın semasına yükselir; hem sonsuz ustalıkla yerleÅŸtirildiÄŸi yamaçların çizgilerine, âhengine uyarak, sanki o yamacın kendi parçasıymış gibi durur […] Sanki Tanrı BoÄŸaz’ı yaratırken, Hisar’ı da bugünkü yükseliÅŸiyle beraber yaratmış gibidir.”

Banarlı’ya göre, Osmanlı Mimarisi’nin, doÄŸal çevreyle bu kadar büyük bir uyum içinde olduÄŸunu ortaya koyan tek örnek Rumelihisarı deÄŸildir. “Türk, Bizans’ın farkında bile olmadığı” BoÄŸaziçi’nin “yamaçlarına köÅŸkler, kıyılarına yalılar yapmış, fakat sanki hiçbir ÅŸey yapmamış gibi, BoÄŸaz’ı yine kendi tabii renkleri ve çizgileriyle, hür ve bâkir bırakmıştır.”

BoÄŸaziçi yalılarını, kendine özgü, büyüleyici bir dille anlatan Abdülhak Åžinasi Hisar da, o yalıların çevreyle kurdukları sıkı iliÅŸkiyi, BoÄŸaziçi’nin doÄŸasıyla nasıl bütünleÅŸtiklerini ÅŸu sözcüklerle dile getirir:

“[…] Yalılar, bulundukları noktalara o kadar uyarlardı ki, ruhlarıyla, bulundukları yer arasındaki râbıtalar [baÄŸlantılar], âdeta gözle sezilirdi. Öyle ki, bu yalılar buralara hâriçten getirilmiÅŸ malzemelerle rasgele yapılmış deÄŸil, fakat, kendi hususiyetlerine göre, bulundukları noktada hasıl olmuÅŸ [meydana gelmiÅŸ, oluÅŸmuÅŸ] ve konmuÅŸ, büyük, içli ve ruhlu mahlûklara benzerlerdi.”

YumuÅŸak bir malzemeden, ahÅŸaptan yapılan ve eninde sonunda, küçük yapılar sınıfına giren yalıların, BoÄŸaziçi’nin peyzajı içinde eriyip gitmelerini anlamak daha kolaydır. Rumelihisarı’nın ise, boyutlarının büyüklüÄŸüne, malzemesinin sertliÄŸine karşın, aynı özelliÄŸe sahip olması, ÅŸaşırtıcı, anlaşılması, açıklanması daha zor bir durumdur.

Ancak, ÅŸunu söyleyebilirim: Binanın, çevresiyle, o çevreyi oluÅŸturan doÄŸayla, böylesine, bütünleÅŸmesini, Tasavvuf Felsefesi’ndeki “Vahdet-i vücud”, bir baÅŸka deyiÅŸle, “VarlıkbirliÄŸi” kavramına, yani bütün varlıkların tek bir varlık olduÄŸuna ve yine Tasavvuf’un içinde yer alan ve Tanrı’yla, onda yok olacak kadar bütünleÅŸme anlamına gelen “Fenâ fillah” kavramına inanan ve böyle düÅŸündüÄŸü, böyle hissettiÄŸi için, “Ene’l-Hak” (Ben Tanrı’yım) diyen ve onu anlayamayanlar, onun Tanrı’yla yarıştığını sananlar tarafından, türlü iÅŸkencelerle öldürülen ünlü mutasavvıf Hallac-ı Mansur’a benzetiyorum.

Bu, madalyonun bir yüzü. Madalyonun öteki yüzünde ise, çevreye, doÄŸaya pek fazla ya da hiç aldırmayanlar var. Bunların arasında, ünlü mimarlar da var.

ÖrneÄŸin, daha önce de belirttiÄŸim gibi, Åželâle Evi’ni, çevresiyle, “Vahdet-i vücud” ya da “Fena fillâh” düzeyinde olmasa da, büyük ölçüde bütünleÅŸtiren Wright’ın, New York’taki Guggenheim Müzesi’ni yaparken, aynı kaygıyı duyduÄŸunu söylemek zordur. O binanın, o çarpıcı formunu alırken, çevresinden esinlenmediÄŸi besbellidir.

Mies van der Rohe de, 1965 yılında kendisiyle bir söyleÅŸi yapan Katharine Kuh’a, önemli olanın, yapının kendisi olduÄŸuna, iyi tasarlanmış bir yapının, uygun görülecek herhangi bir yere konulabileceÄŸine inandığını söylemiÅŸtir ki, bu sözlerinden, Mies’in, çevreyi pek önemsemediÄŸi, onun, tasarımın önde gelen girdilerinden biri olduÄŸunu düÅŸünmediÄŸi sonucu çıkmaktadır.

Le Corbusier’nin ise, bu konudaki tutumu, oldukça karmaşıktır. Bu ünlü mimar, açılan yarışmayı, çevrilen çeÅŸitli dolaplar nedeniyle kazanamayan “Palais des Nations” binasından söz ederken, yarışmaya katılan öteki tasarımlarda, “Uluslar Sarayı”nın, Alp DaÄŸları’nın, göllerin oluÅŸturduÄŸu peyzajın ortasına, bomba gibi düÅŸtüÄŸünü, kendi önerisinin ise, “ulu aÄŸaçlarla dolu bir ormanın içinde, yeÅŸilliklerin arasında, tek bir yabangülünü bile rahatsız etmeksizin zemine bastığını” söyler.

Le Corbusier’nin tasarladığı ve inÅŸa ettiÄŸi en ünlü binalardan biri olan Villa Savoye da, aynı özelliÄŸe sahiptir. O, arsaya, narin bacakları üzerinde konmuÅŸ, hem de, geçici olarak konmuÅŸ, az sonra havalanıp gidecekmiÅŸ gibi duran bir ÅŸeye, diyelim ki bir uzay aracına benzemektedir. Bu, onun doÄŸayla uzak, eÄŸreti bir iliÅŸki kurduÄŸu anlamına gelir.

Kaldı ki, Le Corbusier, bu tutumunu, kuramsal yapıtlarında da savunmuÅŸ, konunun kapsamını daha da geniÅŸleterek, kentin de, insanoÄŸlu tarafından oluÅŸturulduÄŸunu, dolayısıyla, doÄŸadan farklı bir varlık olduÄŸunu ileri sürmüÅŸtür.

Sonra, Sedefkâr Mehmet AÄŸa’nın, Sultanahmet Camii’nin kubbelerini tasarlarken, iki adım ötesindeki Ayasofya’yı ezmemeye dikkat ettiÄŸi ya da, çelikten yapılan, 300 metre yüksekliÄŸindeki Eiffel Kulesi’nin, ayaklarının altında uzanan ve onun yüksekliÄŸiyle baÅŸ edemeyen kâgir yapılardan oluÅŸan Paris’e uyum saÄŸlamak için çabaladığı, ter döktüÄŸü ileri sürülebilir mi?

San Marco Meydanı’nın Halleri
Dünyanın dört bir yanında birçok kent, birçok meydan var.
Örnekse, iÅŸte Londra’daki, Amiral Nelson’un, 56 metre yükseklikteki bir sütunun tepesinde duran heykelinin çevresindeki Trafalgar Meydanı; iÅŸte Paris’teki Büyük Fransız Ä°htilâli sırasında, Kral XVI Louis’nin kafasının giyotinde kesiliÅŸine tanık olmuÅŸ, akan kanları görmüÅŸ; ÅŸimdi ise, tam ortasındaki dikilitaÅŸla, o görkemli Champs-Elysées’nin bir ucunu tutmuÅŸ olan Concorde Meydanı; iÅŸte yine aynı kentte, aynı bulvarın öteki ucunda yer alan ve ortasında, Mısır’dan getirilmiÅŸ bir dikilitaÅŸ deÄŸil de, Fransa’da yapılmış bir zafer takı bulunan Etoile Meydanı; iÅŸte, hem Çar Korkunç Ä°van’ın Aziz Basileus Katedrali’ne, hem de Lenin’in mumyasına ev sahipliÄŸi yapan gizemli Kızıl Meydan; iÅŸte Fas’ın MarrakeÅŸ kentindeki, müÅŸterilerini açıkta traÅŸ eden berberlerin, dur durak bilmez akrobatların, yılan oynatıcılarının ve benzeri renkli kiÅŸilerin mekânı olan El Fna Meydanı ve iÅŸte, varlığını, hem Bizans, hem de Osmanlı döneminde korumuÅŸ, her iki dönemde de, hem büyük ÅŸenlikleri, düÄŸünleri, eÄŸlenceleri , hem de büyük katliamları ister istemez yaÅŸamış olan Sultanahmet Meydanı ya da öteki adıyla At Meydanı ya da bir baÅŸka adıyla Hipodrom.

Ve nihayet, işte Venedik ve işte Piazza San Marco ve hemen yanıbaşındaki Piazetta.

Evet, bu meydan, hiç kuÅŸkusuz, dünyanın en güzel, en zarif kent meydanlarının başında gelir. O meydanın tuhaf bir çekiciliÄŸi vardır. Ben, onun bu çekiciliÄŸini, Mona Lisa’nın gülümsemesinin tuhaf çekiciliÄŸine benzetiyorum.

Åžimdi sözü ÅŸuraya getirmek istiyorum:
Modernizm’in akılcılığını, düz çizgiciliÄŸini, dik açıcılığını pek kabullenemeyen, OrtaçaÄŸ kentlerinin eÄŸri-büÄŸrü sokaklarını, kare, dikdörtgen ya da daire gibi düzgün geometrik biçimlere sahip olmayan, irili ufaklı meydanlarını unutamayan Avusturyalı mimar ve sanat tarihçisi Camillo Sitte, 1889 yılında yayınlanan, “Der Stadtebau nach seinen künstlerischen Grundsatzen” adlı kitabında, o çok ünlü ve dediÄŸim gibi çok zarif Venedik Meydanı’nı bol bol övdükten sonra, o mekânın, Modernizm’in ilkelerine göre tasarlanmış olsaydı, nasıl berbat olacağını, ne kadar sevimsizleÅŸeceÄŸini, ne kadar tatsızlaÅŸacağını söyler.

Bilmiyorum ne demeli bu iÅŸe?
Acaba haklı mı Sitte? Acaba Modernizm’in mayasında bulunan rasyonellik, o meydanın, onu ziyarete gelenlere yönelttiÄŸi, gizemli Mona Lisa gülümsemesinin silinmesine neden olur mu? Acaba Sitte haksızlık mı yapıyor bu evrensel akıma? Yoksa, öyle bir San Marco ile böyle bir San Marco, iki ayrı tadı içeren iki ayrı meydan demek de, Sitte, elmalarla armutları toplayarak, beni ÅŸaÅŸkına mı çeviriyor?

Tuvalet Mimarlığı
“Tuvalet mimarlığı” deyip geçmemelidir, biraz durmalıdır üzerinde, çünkü bu konu, mimarlığın önemli konularından biridir. Kimi tasarımlarda, tuvaletlerin nerelere yerleÅŸtirilecekleri büyük bir sorun olur.

ÖrneÄŸin, mimarın gizlediÄŸini sandığı, ama gerçekte öyle olmayan, dışarıya bir hayli açık olan, “vista veren” tuvaletleri kullanmak durumunda bir çok kez kaldım ve çok utandım. Sonra, bir öÄŸrencim, stüdyoda baÅŸarılı bir tasarım yapmıştı. Tasarladığı yapının ön cephesinde, o hareketli cepheyi dengeleyen, yani biçimsel açıdan uygun olan bir kule yükseliyordu. Gelgelelim, bu kule, o çok katlı binanın tuvaletlerini içeriyordu. Bu iÅŸlevin öyle bir binada o kadar vurgulanmasının doÄŸru olup olmadığını uzun süre tartışmıştık.

AÅŸağıdaki satırlarda ise, tuvalet-mimarlık iliÅŸkilerine, daha baÅŸka açılardan, daha dolaylı olarak deÄŸineceÄŸim. Åžöyle ki:
Hayvanbilimcilerin “termit” olarak adlandırdıkları beyaz karıncaların yuvaları, yalnızca hayvanbilimciler için deÄŸil, mimarlar için de ilginçtir, çünkü aslında yerin altında yaÅŸayan bu yaratıkların yuvaları, yerden birkaç metre yüksekliÄŸe ulaÅŸabilmektedir. Termitlere her tür konforu saÄŸlayan bu yuvalardan burada söz açmamın nedeni, bu hayvanların, onları inÅŸa ederken, malzeme olarak kendi dışkılarını kullanmalarıdır.

Ä°nsanlar ise, evlerini tezekle inÅŸa etmiyorlar ama, içinde yaÅŸadıkları mekânları tezekle ısıtıyorlar.

Åžimdi de, yine tuvalet-mimarlık iliÅŸkisi baÄŸlamında, iki ünlü romandan iki alıntı yapacağım.

Bu alıntıların birincisini, 1483-1553 yılları arasında yaÅŸamış olan Fransız yazarı François Rabelais’nin kaleme aldığı, “La vie inestimable du grand Gargantua, père de Pantagruel, jadis composée par l’abstracteur de quinte essence” gibi çok uzun bir adı olan, ama kısaca “Gargantua” olarak bilinen romanından seçtim. Kitabın o satırlarında, bir dev, kocaman bir dev olan Gargantua’nın, Paris’i Paris yapan binalardan biriyle, Notre-Dame Katedrali ile kurduÄŸu, tuhaf, ama konumuz açısından son derece ilginç iliÅŸki, ironik bir dille sergilenmektedir:
“[Parisliler], Gargantua’nın peÅŸine düÅŸüp öyle rahatsız ettiler ki onu, Notre Dame Kilisesi’nin kuleleri üstünde dinlenmek zorunda kaldı. Oraya çıkıp da, çevresinde bunca insanı görünce, ÅŸöyle dedi açıkça:

‘Sanırım bu serseriler beni karşılamalarına teÅŸekkür etmemi, kendilerine bir armaÄŸan sunmamı istiyorlar. Hakları var. Ben biraz ÅŸarap ikram edeyim bari onlara, ama yalancıktan bir ÅŸarap.’

Sonra, gözlerinin içi gülerek, o güzel önlüÄŸünü çözdü […] öyle zorlu bir çiÅŸ yaÄŸmuruna tuttu ki onları, kadınları ve çocukları saymazsak ikiyüzaltmışbindörtyüzonsekiz kiÅŸi boÄŸuldu.”

Ä°kinci alıntıya gelince, o, ünlü bir Ä°ngiliz yazarın, Jonathan Swift’in, ünlü bir romanından, “Gulliver’in Gezileri” nden. BilindiÄŸi gibi, gezilerinin birinde, Gulliver’in yolu, boyları 10-15 cm dolaylarında olan minik insanların, Lilliputlar’ın ülkesine düÅŸer. Orada, Gulliver’in başına çok tuhaf iÅŸler gelir. Bunlardan biri de, bu parmak kadar insanların parmak kadar hükümdarının, parmak kadar sarayında meydana gelen yangını, pek tuhaf bir biçimde söndürmesidir:

“Ä°mparatoriçe Hazretleri’nin dairesinde, roman okurken uyuya kalmış bir maiyet bayanının dikkatsizliÄŸi yüzünden yangın çıkmıştı […] Zavallı halk, ellerinden geldiÄŸi kadar acele ediyor ve bana yüksük büyüklüÄŸünde olan kovaları veriyordu; ama yangın o kadar ÅŸiddetliydi ki, bunların pek faydası olmuyordu […] Durum acıklı ve umutsuzdu; bu görkemli saray, muhakkak kül olacaktı.[…] O anda aklıma bir fikir geldi ve hemen bir çare buldum. O akÅŸam, “glimigrin” denen çok lezzetli bir ÅŸaraptan bol bol içmiÅŸtim. Bu ÅŸarap bol idrar söktürürdü; bereket versin, daha dışarı da çıkmamıştım […] Öyle bol su döktüm ve bunu öyle uygun yerlere boÅŸalttım ki, üç dakika içinde yangından eser kalmadı ve bu yüce yapı, […] yok olmaktan böylece kurtulmuÅŸ oldu.”Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin
Buraya yazacağınız görüşleriniz, Arkitera Forum bölümüne yansımayacak, sadece yazara ulaşacaktır. * İşaretli alanlar mutlaka doldurmanız gereken alanları belirtmektedir.
Sizin:
Adınız, Soyadınız *
E-Posta Adresiniz *
MesleÄŸiniz *
Telefon Numaranız Adres seçimi:
Adresiniz
Mesajınız:

ÝPUCU: sayý iki, sayý iki, büyük harf "T", küçük harf "u", sayý 9, sayý iki

Lütfen sol imajdaki resimde görülen dizgiyi yandaki kutucuğa giriniz.
Köşe Yazısı Arşivi
Dönem içindeki köşe yazarlarının listesi aşağıdadır. Yazısını okumak istediğiniz yazarı listeden seçiniz. Bütün yazarların listesini görmek için buraya tıklayınız