reklam

Mimarlık ve Kent Yazılarından
Diyalog 2002 - II > Aykut Köksal

Tarih: 10 Aralık 2002
Yer: Arkitera Forum

 

Yeni Bir Koruma Söylemine Giriş 
Arredamento Mimarlık, Eylül 09, 1998, s.117

İstanbul'un ahşap mimari mirasını koruma çabasının bugün hangi noktaya sürüklendiği açık: Bir yanda, koruma kurullarının son yirmi yıldır sürdürdüğü bir garip koruma anlayışının ürünü olan, pseudo korumacılığın ahşap kolajlı hilkat garibeleri, öte yanda, imara kapalı Boğaz kıyılarında bir imar gerekçesi yaratma tutkusunun gayretkeş çabasıyla hergün bir yenisi ortaya çıkarılan pseudo tarihsel yapılar. Kuşkusuz bu saptamalar ilk kez yapılmıyor, ne var ki her tartışmanın sonunda aynı başlangıç noktasına, yani aynı korumacılık paradigmasına dönüldüğünde sürecin de kendini yinelemekten başka bir yolu kalmıyor. O zaman hem bu paradigmayı sorgulamaya girişmek, hem de bugüne dek yapılmamış bir şeyi yaparak tartışmayı mimarlık bağlamının içine sokmak, geriye kalan tek çıkar yol gibi gözüküyor.

Türkiye'de bugüne dek korumacılık üzerine üretilmiş tüm kuramsal metinler Batı kaynaklı çalışmalara dayanır ve sonuçta korumacılık anlayışı bu yaklaşımın üzerine oturur. Koruma kavramının Batı çıkışlı olduğu düşünüldüğünde bunun kaçınılmaz olduğu söylenecektir. Ne var ki bu yaklaşım, hangi coğrafyada yer alırsa alsın aynı türden her koruma nesnesinin özdeş olduğu varsayımını da içermek zorundadır. Başka bir deyişle, bu yaklaşıma göre, Venedik'teki tarihsel doku ya da tarihsel yapı, İstanbul'daki, giderek Delhi'deki tarihsel doku ya da tarihsel yapıyla, korumacılık bağlamında özdeş gerçeklikler olarak, yani aynı korumacılık paradigmasının sonucu olan koruma politikalarının uygulanabileceği gerçeklikler olarak kabul edilir. Ancak bu bakış, koruma nesnesini, içinde yer aldığı anlam bağlamından da soyutlamak zorundadır, çünkü özdeş olduğu varsayılan tarihsel nesneler, özdeş olmayan anlam bağlamları içinde yer alır. Örneğin, bir ahşap pagoda, Süleymaniye Camisi ya da Paris Notre Dame Katedrali gibi bir koruma nesnesi olarak görüldüğünde, pagodanın ahşaba bağlı yok olma sürecinin, taşıdığı anlamın zorunlu bir boyutu olduğu unutulmuş ve pagoda, içi boşalmış bir dekor nesnesine dönüştürülmüş olur. Kuşkusuz bu soyutlama, müzeografik bir koruma ve ölü bir kültürün belgelenmesi bağlamında kabul edilebilir. Ancak, yaşayan ve kendini sürdüren, yani kendini yeniden üreten bir kültür bağlamı, bu yeniden üretimin asıl belirleyicisi olması gereken 'anlam'ın kaybolmasına karşı durmak zorundadır.

Batı düşüncesinin, nesneyi özneden bağımsız bir anlam bağlamı içinde görmeye başlaması, mimari yapıyı da özneden bağımsız bir anlam çerçevesinde kodlamasına yol açmıştı. Batı'dan kaynaklanan ve yalnızca mimari nesnenin maddi gerçekliğini veri alan korumacılık anlayışının düşünsel temelleri de buradadır. Tam bu noktada, kuramsal açılımı daha ileri götürmeden, İstanbul'un ahşap mimari 'mirasına' gelebiliriz. Osmanlı'nın başkentinde, beş yüzyıla yakın bir geçmişin ardından 20. yüzyıla ulaşabilmiş ahşap yapıların en yaşlısı (birkaç istisna dışında) yüz yaşında bile değildi. Yani İstanbul, Bizans'tan bugüne kendini sürdüren bir kentsel strüktür üzerinde, sürekli kendini yenileyen bir kentti. Kent belleğini bu strüktürle var ediyor, ancak kendini de sürekli yeniden üretiyordu. Başka bir deyişle, yapıların özneyle birlikte ve özneye bağlı değişimi kentin değişmez karakterini oluşturuyordu. İstanbul'un ahşap sivil mimari yapılarının, özne/nesne birlikteliğine dayanan ve doğal olarak, öznenin yok olmasıyla yok olmaya programlanmış bir anlam bağlamıyla tanım kazandığını söylemek yanlış olmaz. Bu bağlam içinde ahşabın geçiciliği, bir neden değil bir 'sonuç' olarak ortaya çıkıyor. İşte İstanbul'un bugüne ulaşabilmiş ahşap mimarlık örneklerinin korunmasına yönelik çalışmaların gelip dayandığı çıkmaz, öncelikle bu anlam bağlamının okunamamasından kaynaklanıyor. Bu tarihsel 'mirasın' korunmasını amaçlayan uygulamaların, bizatihi bu mirasın sahibi olan kentliye rağmen hayata geçirilmek istenmesinin nedenlerinden biri de yine öznenin dışarıda bırakılması, yani bağlamsal bütünlüğün görülememesi değil mi?

Kuşkusuz bunları söylemek, korumayı tümden yadsıma anlamına gelmiyor; yalnızca, korumacılığın genelgeçer olduğu varsayılan normlarını sorgulamak gerektiğini gösteriyor. Bu sorgulamanın ikinci aşamasında ise, artık 'mimarlık'ı da konuya dahil etme zamanının geldiğini söyleyebiliriz. Korumacılığın a priori olarak dışarıda bıraktığı bir alandan söz ediyoruz, yani mimarlığın bugüne ait üretim sürecinden. Belki bu yaklaşım, hayata geçirilebilir ve sürdürülebilir yeni bir koruma söylemi için de çıkış noktası olabilir, üstelik tartışmayı somut bir örnek üzerinde yürütme olanağı da var şimdi: İhsan Bilgin'in Yalman Evi projesi. Öyleyse, İhsan Bilgin'in ne yaptığına bakalım : 'II. grup tescilli' bir evin, Koruma Kurulu'na sunulacak bir projesini hazırlıyor Bilgin. Aslında 'uyması gereken' normlar belirli, yani projenin nasıl olması gerektiği baştan belli. Ancak Bilgin başka bir yol izliyor ve projeyi bu normlarla tanımlanmış koruma bağlamından çıkarıyor, mimarlık bağlamına geçiriyor. Geleneksel korumacılık söyleminin daha tartışmadan dışarıda bırakacağı bir proje bu. Ne var ki, biraz titiz bir okuma, Bilgin'in projesinin, geleneksel Osmanlı evine ilişkin anlam değerlerini, kurulca onaylanmış pek çok projeden daha fazla koruduğunu gösteriyor. Evin bugüne ait programıyla dışarıya (manzaraya) açılan, yani şeffaflığı talep eden son katı ahşap bir strüktürle çözülmüş. Mevcut yapının son iki katı ahşapken, yeni yapı önerisinin ahşap olan tek katı bu. Bir yandan geleneksel malzeme yeni programda kendisine sahtelikten ve biçim sürdürme kaygılarından uzak bir yer bulmuş, bir yandan da Osmanlı evinin dışa açılan şeffaf selâmlık cephesi bugüne ilişkin karşılığını yakalamış. Böylece hem mevcut yapının yarı kâgir izleği kendini sürdürmüş, hem de ahşap ve kâgirin taşıdığı ağırlıkların yer değiştirmesiyle, mimari üretimi bugüne (İhsan Bilgin'e) ait kılan güçlü bir gerilim ortaya çıkmış. Bilgin, mevcut eski yapının cephesini yinelemek yerine ise geleneksel tipolojiyi yeniden üretmeyi yeğlemiş. Sonuçta proje, geleneksel olanı yeniden üretmekle (yorumlamakla) kalmayan, özneyle birlikte değişimin zorunluluğunu da gösteren, yani 'anlam'ı sürdüren bir proje olmuş.

İhsan Bilgin'in Yalman Evi, bir çıkmaz içinde bocalayan korumacılığı yeniden tartışmaya olanak sağlıyor. Bu yaklaşımın getireceği yeni bir koruma anlayışının, kurullara ölçütler sunacak normları taşımadığını, ancak nitelikli bir mimari üretimle var olabileceğini söyleyenler olacaktır. Verilecek yanıt ise kısadır: Bu, tüm mimarlık üretimi için de böyle değil midir?

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz