reklam

Atilla Yücel ile Söyleşi
Diyalog 2002
> Doruk Pamir

Tarih: 19 Şubat 2002
Yer: Arkitera Forum

ATİLLA YÜCEL VE DORUK PAMİR İLE DORUK PAMİR ÜZERİNE
Arredamento Dekorasyon, Sayı:11, 1992 

Doruk Pamir otuz yılı bulan meslek yaşamı ve önemli bir kesimi yurtdışındaki programlar için tasarlanmış çok sayıda projesi ile, üzerinde ciddi bir incelemeye çoktan hak kazanmış bir mimar. Derginin bu sayısının Doruk Pamir profiline yer vermesini bu bakımdan doğru bir seçim olarak görüyorum. Bu profili çizmeye çalışacak eleştirel değerlendirme yazılarını ben dostum Doruk Pamir ile yapacağımız bir söyleşiyle renklendirmeyi yeğledim. Sanırım, mimarın kendi deneyimine ve kendi görüşlerine getireceği kişisel yorumlar tasarım ürünlerinin görsel belgeleriyle birleştiğinde okuyucuda bütünleşik bir izlenim bırakmaya yardımcı olacaktır.

Söyleşiye geçmeden önce, Doruk Pamir'e yöneltilmesinde yarar olacağını düşündüğüm soruları da belirleyen ve Doruk Pamir'i kişi ve mimari olarak özgünleştiren bazı temel özelliklere kısaca değinmeyi yararlı buluyorum. Doruk Pamir'i günümüz Türk mimarları içinde farklılaştıran önemli bir özelliğin belirli bir uluslararası kimlik olduğunu düşünüyorum. Genellikle dışa kapalı bir meslek ortamı içinde Pamir gerek formasyon, gerekse meslek pratiği ve ilişkileriyle bu "yerliliği" yırtabilen az sayıda mimardan biri. ODTÜ'nün kuruluş yıllarındaki öğrenim ve öğretim deneyimi; gençlik yıllarından başlayarak girdiği birçok uluslararası yarışma; ABD'de öğrenci, hoca ve mimar olarak geçirdiği yıllar boyunca gelişen kavram ve ilişki dağarı; yurtdışında -bu kez Doğu'da Bangladeş'te- inşa etme fırsatı bulması; Ağa Han Kurumu çerçevesinde kurduğu mesleki/akademik ilişkiler ona birçok uygulamacı Türk meslektaşına oranla çok daha yoğun bir enternasyonal düşünce ve tasarım ortamı sağlamıştır. ABD, Avrupa ve Doğu'yu kapsayan (son yıllarda buna galiba eski Sovyet İmparatorluğu da eklendi) bu enternasyonal referans çevresinin onun mimari düşüncesini de etkilediğini sanıyorum. Böyle bir enternasyonal bağlam içinde Pamir mimarisinin temel özelliğini teşkil eden ana eksen Modernizm kavramında odaklanıyor. Meslek yaşamının değişik evreleri -daha ayrıntılı ve dikkatli bir analizde- belirli farklılıklar içerseler de, bu ev-reler arasında ciddi bir süreklilik izleniyor ve Modernizm bu sürekliliğin harcını oluşturuyor. Bu Modernizm yer yer -ve önemli ölçüde- teknolojik ifadelerle dışa vuruluyor. Bazen de mimar, Modernizm sonrasının çoğulcu ifadeciliğinden etkilenerek tarihsel ve yerel göndermelere başvurmaktan çekinmiyor. Ancak, mimari kurgusunun temelini Pamir hep net ve belirleyici bir rasyonalizme dayamaktan hiçbir zaman uzak kalmadı ve bu rasyonalizm, Modernizm'in rasyonalizm anlayışı oldu.

Mimar Doruk Pamlr için söylenebilecek bir üçüncü özellik, bir ölçüde yine bu rasyonalizm kavramına bağlanabilecek bir husus ve onun profesyonel tavrına ilişkin: Pamir hızlı tasarlayan bir mimar. Tasarladığı birçok büyük ölçekli yapıdaki kurgu sadeliği ve üretim süre ve süreci özellikleri bu akılcılığı gösteriyor. Bunun yanı sıra mimarisinin müşteri beğeni ve tercihlerinden fazla etkilenmemesi dikkati çeken bir başka profesyonel özellik. Bu ödünsüz tavra karşılık -tasarladığı çok sayıda proje arasında uygulayabildiklerinin sayısı az da olsa- müşterileriyle iyi ilişki kurmayı bildiği söylenebilir. Bütün bu profesyonel özellikler ilginç bir rasyonel bütün ortaya koyuyor ve bunu en iyi değerlendirecek kişi, herhalde mimarın kendisi.

Son olarak değinmek istediğim konu, hep büyük projeleri ile tanınan Pamir'in az bilinen küçük tasarımları: Pul dizayncısı, lamba tasarımcısı veya tören alanı düzenleyicisi olarak Doruk Pamir'in bu tasarımlarını tanımak, onun tasarım dünyasına ışık tutmak için ihmal edilmemesi gereken bir bilgi.Bütün bu bilgiyi tasarımcının kendi değerlendirmesi ile izlemek, aşağıdaki söyleşinin amacını oluşturdu.

Atilla Yücel: Her tasarımcının ürününe yaptığı etkilerle bezenmiş bir yaşamı vardır. Bunda çocukluk anılarının, ailenin ve gördüğü eğitimin basamaklarıyla gelişen bir etkilenme olsa gerek. Mimar Doruk Pamir'in formasyonunu etkileyen ve onu böyle bir yaşama iten etkilerden başlasak ne dersin?

Doruk Pamir: Şöyle birşey bu: Bazı kişiler ta çocukluğundan beri bir mesleğe karşı özlem duyarlar. Ve sonunda da o mesleğe girerler. Benim ise, liseyi bitirene kadar mimar olacağım diye bir tutkum yoktu. Ancak, çok küçük yaştan itibaren mimariye karşı büyük ilgi ve sevgim vardı. Bunun başlangıcı 1942 yılında Ankara'da, bugünkü Opera binasında -ki, o zaman Sergi Salonu'ydu- açılmış olan "Yeni Alman Mimarisi Sergisi"yle oldu. Dört yaşındaydım ve iki-üç kez bu sergiyi dolaştım, oradaki maketlerle resimler, özellikle de maketler beni çok etkiledi. Speer, Troost gibi mimarlar ve Breker gibi heykeltraşların yapıtları mimarlıkla ilk tanışmam olarak sayılabilir. Sergi sonrasında evde kendi kendime maketler yapmaya gi-riştiğimi hatırlıyorum. Ancak, bu bir oyundu ve benim mimar olacağım diye bilinçli bir düşüncem yoktu. Bu maket yapma merakı devam etti ve model uçak yapmaya dönüştü. Maket ve oyuncak merakı hala büyük tutkularımdan biri.

A. Yücel: Kütüphanedeki lokomotiflerden belli [Gülüşmeler].

D.Pamir: Liseye geldiğimde herhalde mühendis olacağım diye düşünüyordum. Ve uçak mühendisi olmak istiyordum. Bir anımı nakledeyim. Liseyi bitirdikten sonra Cornell Üniversitesi Mühendislik Bölümü'ne kabul edildim. Ancak, devir DP devriydi ve babamın CHP ile olan yakınlığı nedeniyle bana döviz vermediler. Şöyle ki, 22 kişi mezun olmuştuk. Bunlardan 20'si yurtdışında okumak için müracaat etti, 19'una döviz verildi, bir tek ben ala-madım. Üstelik, hasbelkader sınıf birincisiydim. Belki de isabet oldu. Bu teşebbüsüm sonuçsuz kalınca, bende ortada kaldım!

Buraya hemen bir saplama yapayım. Çok mutlu bir çocukluk dönemim oldu. Ailemin bana gösterdiği ilgi ve tanıdıkları olanaklar olağanüstüydü. İyi resim yapardım; bunlar sanat resimleri değildi, daha ziyade illüstrasyon niteliğinde figüratif resimlerdi. Bu yeteneğimi kullanmayı düşünerek, o zamanki Güzel Sanatlar Akademisi imtihanlarına katıldım. Burada da bir anım var. 0 zamanlar üç konudan sınanılıyordu. Bunlar resim, matematik ve kompozisyondu. Fen bölümünden mezun olduğum için, matematikten tam not aldım, iyi re-sim yaptığım için, yanılmıyorsam, ondan da tam not aldım. Ancak, kompozisyon imtihanında bize 'kitabın yararları hakkında yazın' dediler. Klasik methiyeler düzmek istemedim ve becerebildiğim kadar konuyu mizah biçiminde ele aldım: İnce kitapların sallanan masaların ayaklarının altına konulabileceği, küçük ve kalın kitapların geceleri kavga eden kedilere fırlatılabileceği gibi yararlarından bahsettim. Hiç hoşgörülü adamlar değillermiş, bana beş verdiler. [Gülüşmeler] Ve Akademi'ye ikincilikle kabul edildim. Tam bu sırada Ankara'da, bugünkü Orta Doğu Teknik Üniversitesi -o zamanki adıyla Orta Doğu Teknoloji Enstitüsü-kurulmuş ve ilk öğrencilerini kabule başlamıştı. Ailem Ankara'da olduğundan, bu yeni okula girmek bana daha uygun geldi. Yine ilk olarak açılan Mimarlık Bölümü'ne kabul edildim. 0 zamanki niyetim, bir sömestr sonra açılacak olan Mühendislik Bölümü'ne yatay geçiş yapmaktı. Ancak, birinci sömestrin sonuna geldiğimde kesinlikle mimar olmaya karar vermiştim.

ODTÜ'de ilk öğrencilerdik. Uluslararası bir öğretim kadrosu vardı ve bu kadro mimarlığı bize herhangi bir meslek olarak değil, adeta bir din gibi öğrettiler. Neredeyse her projeyi bir ulvi manifestoymuş gibi ele almamız isteniyordu. Bir mimari çözüm, bizce aynı zamanda bir ahlak sorunuydu. Bir diğer özellik jüri sisteminin olmasıydı. Burada yaptığımız çalışmaları hocalar ve sınıf arkadaşlarımızın önünde belirli bir mantık çerçevesi içinde savunmamız öğretildi.
ODTÜ'den mezun olduktan sonra bir bursla ABD'ye, Massachusetts Institute of Techno-logy'ye gittim. Ve oradan mimarlık yüksek lisans derecesini aldım. Bu sırada Harvard Üniversite-si'nde beni son derece etkileyen Serge Cherma-yeff ile çalışmak istedim. Bu nedenle Harvard Üniversitesi'ne müracaat ettim. Üniversiteye kabul edildim. Ancak, Chermayeff o sırada üniversiteyle bozuştuğundan ders vermiyordu; dolayısıyla, talebesi olamadım. Ancak, hoş bir rastlantı sonucu, bir ahırın eve dönüştürülmesi projesinde kendi-siyle birlikte çalıştım. Aradaki büyük yaş farkına rağmen, arkadaşım diyebileceğim bir insandır ve beni mimari düşünce açısından en çok etkileyen kişi olmuştur.

1962 yılında Türkiye'ye döndükten sonra ODTÜ'de öğretim üyesi oldum ve büyük bir hırsla yarışmalara girmeye başladım. Her defasında da ilk elemede atıldım. [Gülüşmeler] 0 günkü kabullenilmiş mimari yaklaşımların çok dışında ve daha başka bir gramerle tasarım üretiyorduk. Bu, sade benim için değil, aynı devrelerde mezun olmuş ODTÜ'lü mimarlar için de geçerliydi. Ancak, domuzcasına bir inatla tutumumuzu devam ettirdik. Hemen burada söyleyeyim ki, bu büyük bir idealizm falan değildi; sadece öyle yaptığımız zaman daha keyifliydik. İlk defa şans Mersin Sahil Şeridi yarışmasında bize güldü. Konu bir kentsel tasarım konusuydu ve Türkiye'de bu nitelikte bir proje ilk defa yarışmaya çıkıyordu. Dolayısıyla, alışılmış ve benimsenmiş bir yaklaşım tarzı ortada yoktu. Böyle bir ölçekte proje düzenleme alışkanlığı da olmadığından, büyük bir rahatlıkla Kemal Güngör Aran ile birlikte hazırlamış olduğumuz öneri birinci ödülü aldı.

Ondan sonra bir sürü mimarlık yarışmasında yine en başta atılmaya devam ettim. Diğer bir deyişle, uzun süre büyük bir inatla "Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya" çalıştık, galiba hala da çalışıyoruz. Bu arada ev ve aile yaşamım bir anlamda mimarlık çabalarımla özdeşleşmişti. Eşim Melis büyük bir özveriyle bu pek alışılmamış düzene destek verdi.

A.Yücel: Sana bir seri sual yöneltmek istiyorum. Bunlardan birincisi, profesyonel yaşamında görebildiğim kadarıyla projelerinde taviz vermeyen bir tutumun var. Ve yine görebildiğim kadarıyla, işverenlerinle büyük sorunlar çıkarmadan bunları gerçekleştirebiliyorsun. Bunu nasıl yapıyorsun? Ikincisi, büyük kapsamlı projeleri çok süratle gerçekleştiriyorsun. Diğer bir deyişle, hızlı bir düşünme tarzın ve bunun arkasında bir rasyonelin var. Bunu nasıl be-ceriyorsun? Üçüncüsü, bazı önemli projelerinde değişik reaksiyonlar alıyorsun. Örneğin, bir yerel yönetim, ayrıca meslek örgütü, İstanbul'da bir projeni yaptırmamak için büyük çabalar gösteriyor; diğer bir yerel yönetim, örneğin, Ankara'daki Kültür Köprüsü için büyük alkış vererek bunu gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu çelişkiyi nasıl değerlendiriyorsun?

D.Pamir: Off, çok uzun bir sual! Hemen sonuncudan cevaplandırmaya başlayayım. Anladığım kadarıyla, İstanbul'daki, üzerinde büyük görültüler koparılan TUTlM Kulesi'ni kastediyorsun. Konu, bence, mimari değil, politik bir kan davası. Ve burada proje "tepişmeye" platform oluşturan bir öge. Biliyorsun, yapılmasını istedikleri, 24.5 metre yüksekliğinde hantal bir kitle. Bizim önerdiğimiz ise, 100 metreye varan ince uzun bir kule. Bu, doğrudan doğruya bizim tarafımızdan ısrarla önerilmiş bir çözüm. Diğer alternatiften çok daha pahalı ve satış rantabilitesi çok daha düşük olmasına rağmen, bunu konumunun özelliğj nedeniyle yatırımcı ve işverene kabul ettirdik. Değişik ortamlarda birçok kez tekrar ettiğim bir önerim var: İki alternatifin siluet olarak çizimlerini yanyana koyalım. Biz kulenin daha doğru olduğuna inanıyor ve altına imzamızı koyuyoruz. Diğer alternatifin daha iyi olduğuna inananlar da onun altına imzalarını koysunlar. Bakalım, kimlerin torunları hangi-siyle iftihar edecek...

Ankara'ya gelince -ki, işverenin niteliği büyük önem taşıyor- hemen burada bir konuya değin-mek istiyorum. Bir yapının iyi veya kötü olmasından mimar tek başına sorumlu değildir. Yapılar işveren, mimar, uygulayıcı ve kullanıcının ortak ürünüdür. Bunlar arasında asgari müşterekte kültürel bir koalisyon olmadığı zaman işler tekler. Ankara'da şu ana kadar ilk üç unsur arasında bu koa-isyonun olduğuna inanıyorum. Bu da çok keyif verici birşey.

Büyük kapsamlı projeleri kısa zamanda gerçekleştirmekle ilgili soruna gelince.. Galiba, bunun yanıtı gerçekleşememiş veya kabul görmemiş yüzlerce proje deneyiminde yatıyor. Zannetmiyorum ki, Türkiye'de mekrekare olarak bizim kadar gerçekleşmemiş projesi olan bir ikinci mimar olsun. Tabii ki, bu mutlu bir durum değil; ancak, yapılmamış da olsalar, tasarlanmış olan projelerin insana büyük bir katkı ve birikim getirdiği yadsınamaz.

Üçüncü ya da ilk sualine gelelim şimdi. Mimar-işveren ilişkisine gelince, işler pek de göründüğü kadar günlük-güneşlik değil. Bir-iki kez hazırlamış olduğumuz projeden üzülerek ismimizi geri aldığımız oldu. Başarılı ilişkilerimizde ise, galiba, işverene neden bir projeyi öyle yaptığımızı sabırla anlatmaya çalışmamız ve iknaya çaba göstermemiz. Hemen burada okuldan almış olduğumuz jüri terbiyesinin büyük rolü olduğunu söyleyebilirim.

A. Yücel: Mimarlık yaşamın boyunca yapmış olduğun projelere baktığımda belki bazı ufak değişimler dışında bir lisan tutarlılığı izliyorum. Mesela, bazı mimarlarda görülen zaman için-deki taban tabana zıt tavırlar senin projelerinde fazla izlenmiyor. Bunu nasıl açıklarsın? Seni gençliğinde etkileyen başka mimarlann kimliği böyle bir tutarlılığın kaynağını teşkil etmiş ola-bilirmi?

D.Pamir: Yine sondan cevap vermeye çalışalım. Beni etkileyen mimar sayılamayacak kadar çok. Hemen birkaçını sıralayayım. Senin de zaman zaman ifade ettiğin gibi, Louis Kahn, kuşkusuz, beni çok etkilemiş bir mimar. Bu arada öğrenciliğimde beni çok etkileyen kişiler arasında Pei, Catalano ve Sert'i sıralayabiliriz. Türkiye'den ise Seyfi Arkan büyük saygı duyduğum bir mimar ve binaları beni hala heyecanlandırıyor. Bir de beni her defasmda etkileyen bir yapı, Ankara Garı. Bunda belki tarafsız olamayacağım; çünkü, mimarı kayınpederimdi. Ve inanıyorum ki, bu yapıdan çok şey öğrenebiliriz.

Projelerdeki dil bütünlüğüne gelince, bunun bir nedeni, modern öğretinin büyük bir kısmınm hala geçerli olduğuna inanmam olabilir. Ufak tefekdeğişimleri ise, modalara bağlayabilirim. Kim ne derse desin, mimarlıkta da "moda" vardır ve bunlardan etkilenmek hiç de ayıp değildir.

A.Yücel: Bir defasında yaptığın mimarlığın monoblok bir felsefeye dayanmadığını ifade et-miştin. Buna karşılık, düşünsel ilgilerin ve bir akademik geçmişin var. Sözünü ettiğin prag-matik tavrı biraz açıklar mısın?

D.Pamir: Ben mimarlığın herhangi bir bilim dalı gibi az-çok izole olarak kendi kuralları ve kanalı içinde gelişip değişimlere uğradığına pek inanmıyorum. Bana göre, mimari yaklaşımlar ve akımlar sosyal, siyasal ve ekonomik durum veya düzenlerle adeta özdeşleşmiş gibi. Tabii, buna düşünce ve bilimsel akımları da ilave edebiliriz. Diğer bir deyişle, mimarlık içinde bulunulan sistemin bir aynası. Bunun sonuçlarını yeni bir tasarım felsefesi veya mimarlık ideolojisi gibi kabul etmek veya anlatmak bana biraz safdillik gibi geliyor. Galiba, bu bütün sanat dalları için de geçerli.

A.Yücel: Temelde mimarlığının ana çizgisi Modernist bir tutumu ve bu arada teknolojist ifadelere eğilimli bir tavrı yansıtıyor. Ancak, bu arada -Dakka'daki yapının da dışında- bazı son devre yapılarında birtakım tarihı atıflar da izlemekteyiz. Bunu nasıl açıklarsın?

D.Pamir: Çok haklısın. Bunun nedeni belki iki gerçekten kaynaklanıyor. Birincisi, Amerika'nın Vietnam Harbi'ni kaybetmesi sonucu o toplumu herhalde biraz morallendirmek için geçmişteki ihtişam ve zaferleri anımsatan "tarihçi" yaklaşımın palazlanması. E tabii, bir süper güç aksırırsa, bütün dünya nezle oluyor. Dolayısıyla, bu tarihçilik değişik yorum ve uygulamalarla gündeme geliyor. Ben de, kuşkusuz, bundan nasibimi almışımdır. Ancak, bir de Türkiye'ye özgü bir durum daha var. Galiba, Cumhuriyet'ten bu yana ilk defa bir impa-ratorluğun mirasçısı olduğumuzu yavaş yavaş bilinçli olarak düşünmeye başladık. Bu gerçeği dışlamak yerine yararlanma yollarını aramak, galiba akıllıca bir tutum olacak.

Bendeki etkisine gelince, iki proje aklıma geliyor. Birincisi, uygulanmış olan Bahçeşehir Tanıtım Merkezi. Bu, bilinçli olarak 'acaba bir külliyenin günümüze çevirisi yapılabilir mi' merakından kaynaklandı. Yapının bir vadide olması çatı görünümüne önem kazandırıyordu. Lafın kısası, tanımlanabilecek her işlevsel mekana kendi kubbesini vermek. Bunu bazı yerlerde, strüktürel veya mekansal olmasa da yaptık. Herhalde, Post-Modernizm'in getirdiği sorumsuzluktan yararlanarak... [Gülüşmeler] Bir de kubbe yerine piramit kullanmak, işte sana birazcık da "Trenton"un etkisi. [Gülüşmeler] Cephelerdeki bantlar ise küfeki ve tuğla ikilisinin bir yansıması idi. Bacalara gelince, tam anlamıyla sululuk... [Gülüşmeler] Aman yahu, herzaman mimarlık o kadar da ciddi ve çatık kaşlı birşey olmamalı.

Diğer örnek olarak, TUTİM'i düşünebiliriz. Bunun sağır yüzeylerinde tuğlanın yerini yine mat tuğla rengi, küfekinin yerini ise yarı-parlak titanyum rengi metal giydirme alıyor. Bunu bilinçli olarak yapmıştık. Bu arada bu proje ile ilgili bir anım var. Ön proje üstünde çalışırken bir Amerikalı mimar dostumla tartışıyorduk. Adam, "yahu, bu bina ancak bir Türk gökdeleni olur" dedi. Tabii, ne kastettiyse! [Gülüşmeler] Şaka biryana, ben bu yargıya bilinçli olarak yaptığımız renkli bantlardan vardığını sandım ve sordum. "Ha, o da var; ama, esas neden çelik kafesler, bana kuvvetle bir eski Istanbul evini anımsatıyor" dedi. Doğrusu bu lafa çok keyiflendim; çünkü, böyle birşey kesinlikle düşünmemiştik. Belki de içgüdü ile yapılmış bir atıftı; bilemeyeceğim. Ama, bir kültür birikiminin şu veyahut bu biçimde güncelliğe bilinçsiz olarak yansıması beni pek sevindirmişti.

A. Yücel: Sana bir sorum daha var: Bir tarafta son derece büyük boyutlu ve kapsamlı projeler üzerinde çalışırken, diğer tarafta Ağa Han Ödül Töreni için 1983'te yaptıkların gibi bir posta pulu veya bir lamba ölçeğindeki tasarımları -izlediğim kadarıyla- keyif duyarak yapıyorsun. Bu yapıtlarını da bilenlerin sayısı fazla değil. Bu ilgini biraz açar mısın?

D.Pamir: Doğru, bunları yapmaktan büyük zevk alıyorum. Nedeni, galiba biraz eğitimimden, biraz da mimarlık yaşantımdan kaynaklanıyor. Mimarlık eğitimim 50'lerin sonu ve 60'ların başına rastlıyor. Bu sıralarda endüstriyel tasarım ve grafik konuları adeta mimarlık ile özdeşti. Ayrıca, mimarlık eğitimimizin aşağı yukarı ilk yılının tümü "Temel Tasarım" denilen bir uğraşıya ayrılıyordu. Grafik ve ufak nesneler tasarlamak eğitimin bölünmez bir parçasıydı. Evvelce de bahsettiğim gibi, maket ve oyuncak merakımın da bunda kuvvetli etkisi mutlaka var. Sonra, Amerika'da okurken Kepes gibi dünyayı etkilemiş bir görsel sanatçı hocam olmuştu. Bütün bunlar birleşince bu konuları insan sevmeye başlıyor. Sonra unutma ki, idollerimiz olan zamanın "kahraman mimarlar"ının tümü yapıların yanısıra bu işlerle de haşır-neşir.

İnsanın kendi kendini irdelemesi çok zor; ama, galiba evvelce üstünde durduğumuz birçok yapı projesini gerçekleştirememenin ister sıkıntısı de, ister kompleksi de, yapımı nispeten kendi olanakların ve kontrolün içinde olan ve yine nispeten çok kısa sürede gerçekleşebilen konulara insanı hemen itiyor. Bir de bu uğraşılara merak ve sevgin varsa, doğal olarak kaçınılmaz oluyor.

Bu arada bir de otobüs boyama deneyimimlz var. Bosfor Turizm'in Ankara bürosunun iç tasarımını yapmıştık. Sonra İstanbul Genel Müdürlük katını Yücel Lugal ile birlikte yaptık. Bu arada şirketin sahibi olan Feyyaz Tokar'la aşk-nefret ilişkisine dayanan bir dostluk kurduk. Aşk-nefret diyorum, çünkü Feyyaz'ın İstanbul'u yaparken herşeye karışma gibi bir özelliği vardı. Ha bak, Ankara'yı yaparken şirketin yetkilisi olarak bize muhatap olan bir Gürol Subaşı'nı burada büyük bir saygıyla yadetmek isterim. Böylesine uygar bir işveren temsilcisi ile çalışmak gerçekten olağanüstü bir şanstı. Neyse, konuya döneyim, o sıralarda Bosfor filosunu genişletme kararı alınmıştı. Eski otobüslerin üstündeki grafik düzenleme, laf aramızda, bize biraz "kelek" geliyordu. Hani, şu eski "Pan Amerikan" yazısı esintili, herhalde sürat ve rüzgarın etkisiyle hafif yana yatmış harflerden oluşan bir yazı ile yazılmış "BosforTurizm" ibaresi. Ancak, Bosfor'un, yanılmıyorsam Mengü Ertel tarafından tasarlanmış bir de amblemi vardı. Ortagonal düzendeki bir küçük "b" içine Boğaz haritasının negatif olarak girmesiyle oluşmuş, gerçekten kaliteli bir amblem. Biz de zaten ortagonal çizgilerin hakim olduğu o zamanın 0302'sine bu amblemi bir süper-grafik olarak yerleştirip, yine o zamanın soylu bir yazı karakteri olarak ve de pek sevdiğimiz orta-helvetica ile "Bosfor" yazısını yazıp, gümüş ve Kline mavisi bir otobüs önerisi hazırladık. Bunu Tokar'a bir yılbaşı armağanı olarak sunduk. Artık bilmem, beğenmiş gibi gözüküp aldı ve derhal uygulatacağını söyledi. Uygulattı da. Ancak, ufak bir değişimle. Otobüsleri gördüğümüzde hafif bir şok geçirdik. Renkler tamamdı; ancak, eski "süratli yazı" muhafaza edilmiş, bununla da yetinilmeyip, o canım amblem de yatık bir B haline dönüştürülüp yazıya uydurulmuştu! Sen çok yaşa Feyyaz, e mi... Bu otobüs hikayesi biraz uzadı ama, ilgili bir anıyı da sana anlatmadan geçemeyeceğim. Doğru mu, yanlış mı, günahı anlatanların boynuna! Bizim otobüsler Bursa'da boyanırken, parti otobüsüyle ilgili olarak sayın Ecevit fabrikaya uğramış ve bizimkinin grafiğini pek beğenmiş, derhal gidip boyacı ustasını kutlamış. [Gülüşmeler] Evet, bu da otobüs maceramız.

A. Yücel: Otobüs macerasından sözederken sık sık "biz" dedin. Doruk Pamir'den sözediyoruz burada. Ama, Doruk Pamir'in mimarlık macerasının değişik aşamalarına omuz vermiş başka isimler, ortaklar ya da benzeri işbirliklerini akla getiriyor bu "biz" deyimi. Bu konuya bir açıklık getirmek ister misin?

D.Pamir: Bu konuyu önemle vurgulamak isterim. Mimarlık, kollektif bir çaba. Eğer bugün şöyle veya böyle, birtakım mimarlık ürünleri yalnızca benimle özdeşleştirilirse, bu çok yanlış olur. Otuzyıl gibi bir süre boyunca bilfiil birlikte çalıştığımız, sayıları belki yüze yaklaşan mimar ve öğrenci-mimarlar ile başlangıçta Kemal [Aran], sonra sırasıyla Fahrettin Ayanlar, Ercüment Gümrük ve Murat İlter gibi gerçek anlamda ortaklar olmasaydı veya onların yerine başkaları olsaydı, ne Doruk Pamir günah ve sevaplarıyla şimdiki Doruk Pamir olabilirdi, ne de Stüdyo 14'ün ürünleri.

A. Yücel: Türkiye'de mimarlık yapmanın hiç de kolay olmadığı, birçok mimar tarafından dile getirilen bir gerçek. Bu konuda birşeyler söylemek ister misin? Özellikle yaptığı birçok önemli projeyi gerçekleştirme olanağı bulamamış bir mimar olarak...

D.Pamir: Bir alay sosyal ve ekonomik neden bu gerçeğin dibinde yatıyor. Bunlar birçok mimar tarafından da sık sık dile getirilmekte. Örneğin, işverenin eğitimsizliği, çevre önceliklerinin ve yatırımının bir anlam taşımaması, berbat işçilik, kentlerin hala köylü nüfusundan oluşması ve bir sürü diğer neden... Hepsi de doğru. Sonuç olarak, standart bir sürü mimari öge birer hırpanilik veya daha doğrusu hırtlık anıtı halinde çevremizi bezemiş durumda.

Tamam, çevredeki uygulama çapaçulluğu devam ediyor; ancak, bunlar daha eğitimli işverenlerce, daha büyük paralar ayrılarak çok rafine bir işçilikle gerçekleştirilseydi ne olurdu? Kuşkusuz, daha uygar, daha sevimli, daha yaşanır bir ortamımız olurdu. Olurdu ama, orada da kalır ve yine de orta şekerli bir çevre olmaktan ileri gidemezdi. Acaba bu gerçek anlamda "insanlarca yapılmış düzeyli bir çevre" olmaya yeterli midir? Kanımca hayır. Bana göre, uygar çevre sadece teknolojik donanımı tam, her yönden eli-yüzü doğru yapılar ve diğer kent ögelerinin gerçekleşmesiyle bitmiyor. Kanımca, gerçek uygar çevrenin kurgusunda bu yukarıdakilere ilaveten çok önemli bir özellik var: 0 da yapısal veya kentsel ölçekte serüven tutkusu ve bu serüvenlerin hiç olmazsa bir bölümünü gerçekleştirme potansiyeli. Galiba, Türkiye'deki en büyük eksiklik bu maceracılık kültüründen yoksunluk. Yapısal ve çevresel maceralar, bırak gerçekleşmiş olmayı, fikir projesi düzeyinde bile yok denecek kadar az. Bunun nedenlni açıklayacak kadar sosyoloji veya toplum psikolojisi bilgim yok; ama, bu bir gerçek.

Mesela, yarışmaları ele alalım. Bence, biryarışmanın esas nedeni, denenmiş ve yorgun çözümlerden usanma sonucu yeni, bilinmeyen şeyleri arama olanağını sağlamak, diğer bir deyişle, ileriye dönük maceralar içln start vermektir. Ancak, bizde bu kurum neredeyse her defasında denenmiş, merkezi hoşnut edebilecek, sanki bir anlamda "mediokrite konsensüs"ünü pekiştlrmek için işleyen bir mekanizma. Çoğu kez yarışmacılar bazı temel varsayımları en pragmatik biçimde kullanma hünerini sergileme, jüriler ise daha çok vasat bir üniversitenin hocaları kişiliğlne bürünüp, bu sanki bir anlamda öğretilmiş bilgileri notlama sürecine dönüştürüyorlar. Sonucu kanıtlanmamış ve bilinmeyen hertürlü macera teşebbüsü ise daha ilk anda öğütülüp safdışı ediliyor. Bu arada bana ilginç gelen bir izlenimim de, arada bir böyle bir maceraya kalkışan yarışmacıların tavrı. Daha baştan onlar da nasıl olsa önerilerinin hiçbir zaman kabul edilmeyeceğine inanmış görünüyorlar ve amaçlarına inatla asılmıyorlar. Sanki şan olsun diye yapılmış bir davranış izlenimini bende uyandırıyor. Bunu birazcık daha açmaya çalışayım. Bir öneri görüyorsunuz, son derece radikal bir kavram veya şaşırtıcı bir biçim denemesinden yola çıkmış. Ancak, biraz daha dikkatle bakıldığında bu ilk kıvılcımın dışında, bunun nasıl gerçekleşebileceğine dair en ufak bir ipucu yok. Adeta ilk düşünce pırıltısından sonra müellif "letarji" diyebileceğimiz bir havaya girmiş. Kimbilir, belki de toplum sistemimiz ister istemez bireyleri potasının içinde yontup, böyle biçimlendiriyor. Gel bir örnek ele alalım. Bizim toplumumuz acaba Topkapı Müzesi'nin büyütülmesi konusu çıksaydı, avlunun altını kazıp, üstüne 40 metre boyutlarında çelik-cam karışımı bir piramiti yapmayı göze alabilir miydi? Bırak Topkapı Sarayı'nı, Kapadokya'da bile böylesine bilinçli bir çelişkiyi göze alamadık ve o son derece nükteli piramiti yıktık. Louvre'dan daha önce ve kanımca daha önemli bu davranışı tepeleyenler, eminim, Pei'nin camekanlarına "vay lan, bak gavur neler de yapıyor" diye alık alık bakıyorlardır.

Beni çok güldürmüş, ancak çok da düşündürmüş bir olay vardır. 1930'larda Amerika'da büyük kriz zamanı bir Texsaslı, yanılmıyorsam ismi de Wingo, bakmış yapacak bir iş yok, dünyayı geri geri yürüyerek dolaşmaya karar vermiş. Avrupa'yı geçip Balkanlar'a gelene kadar, bütün geçtiği şehir ve kasabalarda neşe ve alkışlarla karşılanıp bando ile uğurlanmış. Ancak, sınırdan Edirne'ye girer girmez biz herifi her ihtimale karşı tutuklayıp hapse atmışız. [Kahkahalar] İstanbul'daki Amerikan konsolosu adamcağızı çıkarana dek akla karayı seçmiş. Ne olursa olsun, galiba her türlü değişik şeye karşı iflah olmaz bir fobimiz var.
A.Yücel: Son bir sorum var. Galiba her mimarın biryerlerde yapmayı düşlediği bir ya da birkaç yapı vardır. Senin de böyle bir düşün veya düşlerin vardır diye düşünüyorum. Ne dersin?

D.Pamir: Tabii var, hem de pekçok. Bir tanesi Ankara'da belirli biryerde (Tanyeli Caddesi üzerinde, Dikmen Vadisi'nin başladığı nokta) bir yapı. Diğeri ise, New York'ta, bugünkü "Türk Evi"nin olduğu yerde (48.sokak ve York Avenue), bir köşe kulesi. Diğerlerini saymaya kalkmama ise, ne benim vaktim var, ne de senin sabrın yeterli olmayacak. [Gülüşmeler]

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz