reklam

Han Tümertekin ile Söyleşi
Diyalog
> Han Tümertekin

Tarih: 06 Kasım 2001
Yer: Arkitera Forum

Han Tümertekin ile söyleşi 
İhsan Bilgin 5 Kasım 1999, Teşvikiye
Arredemento Mimarlık 1999/12, sayfa 41-50

sonraki sayfa >>

İhsan Bilgin: İstersen Taksim Sanat Galerisi ile başlayalım. 'Bağlam' meselesi ile ilişkilendirerek anlatabilir misin hikayesini? 'Bağlam', 'bağlamcılık', bunlar 1970'lerden beri gündemde olan kavramlar. Genellikle de 'tarih', 'kültür' gibi hayli derin kulvarlara doğru açılıyorlar aslmda. Ama sloganlaşmış, belirli bir fonksiyonu belirlemiş bütün kavramlar gibi içleri de hayli boşaldı zaman içinde. 'Tarih', 'kültür' deyince cumba, taş, ahşap gibi basit sembolizmler geliveriyor akıllara. Bir yerin katmanlarınm soyulması, orada gizli olan karşıtlıkların keşfedilmesi gibi daha zahmetli tutumlara açılmıyorlar genellikle. Oysa bu kadar derinlere gitmeye de gerek yok. Bir durumun, bir yerin anlık tasvirleri de bağlam anlamına gelir hiç kuşku yok ki. Taksim Sanat Galerisi'ni tasarlarken hareket noktası olarak aldığın veriler kümesinden başlayarak anlatır mısın bu projeyi?

Han Tümertekin: Taksim'de, önünden bir dolu insanın geçtiği bir yerdi ve geçenlerin, sergilenen şeyi görmeden, sergi olmasını görüp girmesi düşünülmüştü. Tanıtım metninde şöyle diyordum: "Bir konser salonu mahremiyetine sahip olmasını beklediğim sergi salonlarında, yalnızca sergiyle, sergilenenle, sergiyi gezenin baş başa kalacağı bir düzen olmalı, hem işitsel, hem görsel olarak". Buradan yola çıkarak, sergi salonları içe kapandı ve cephenin doğal olarak sağırlaşması gerekti. Öte yandan, buradan geçenlere uzun ve sağır bir cephe verip "Ne yapalım, böyle çıktı!" denemezdi. Bu sorunun cevabı, galerinin iç sirkülasyonunu cepheye taşımak oldu. Böylece saydam bir cepheyle, sergi salonları ve yönetim birimlerinin sağır duvarları arasında yer değiştirenler ve rampadan inip çıkanların hepsi dışarıdan da algılanabilen birer mimarielemana dönüştü. Cephede yer alan kolonlar yandaki parkın uzantısı olan bitkilerle birlikte, açık sergileme alanıyla doğrudan ilişki kuran ve sınırları hissettiren bir iz oluşturdu. Bitkiler parkın doğal elemanlarını inşa bölgesinin içine sokarak hareketi dışarıdan içeriye doğru taşıdı. llk düşünce buydu ama zaman içinde benimsenmemiş bir şeye dönüştü çünkü bakım gerektiriyordu, yapılamadı vs. ve bitkiler öldü. Başlangıçta, sokaktan geçenlere yapıla-cak bir sergi alanı fikri de öngörüldü burası için ama bizim beklediğimiz amaçların dışında kullanılma riski içermesi nedeniyle ve belediye tanıtım panoları koyar diye göze alınamadı. Zamanla, bitkiler öldükten sonra, o alanı kullanan sergiler de oluştu kendiliğinden. Camın arkasında korunaklı ve sadece dışarıya dönük sokak sergileri oldu.

İB: Belirgin bir ritimle büyüyen 3 zon var bu projede. Önce tek açıklıklı bir zon. Buraya giriş, banko, yönetim, wc vs. gibi servis hacimleri sıkıştırılmış. Sonra iki açıklıklı küçük sergi mekanı, ardmdan da üç açıklıklı büyük sergi mekanı. Ve her biriyle caddenin arasına mesafe koyan din-gin bir boşluk bulunuyor. Disiplinli ve kararlı bir geometri bu.

HT: Iki ayrı salonun oluşması, zemindeki kot farkından kaynaklandı. Parkur en düşük kattan itibaren kademelenerek kuruldu. Içe kapalı salonların birinden diğerine geçiş, cephedeki rampa ile sağlandı. Bu, geçiş anında dışarıdan biraz haberdar olmaya ve ondan sonra tekrar diğer bir sergiye dönmeye yaradı. Galerinin varlık nedeni sergi salonları olduğu için, onları büyütmek tek amaçtı. Böylece diğer fonksiyonlar çok konsantre bir biçimde sıkıştırılarak bir araya getirildi. Genelde zaten sıkıştırmaya yatkın bir durum var; yani, sıkışılan yerde sıkıştırmak, sıkışılmayan yerde de çok büyütmek.

İB: Sıkıştırılmış olanla serbest olan bir karşıtlık oluşturuyorlar.

HT: Evet, öyle. Mesela merdivendeki genel tavrım da böyledir ve büroda çok eğlenceli tartışmalar olur bununla ilgili. Benim için merdiven zaten enerjik bir durumdur, yani insanın huzurunun bozulduğu bir andır, gevşek durduğu bir yer değildir; aksine insan bir enerji üretmelidir, dikkat etmelidir. İşte o za-man bu kaçınılmaz durumun üzerine gidip, merdiveni oldukça dik, sıkışık ve rahatsız yaptığım durumlar bile vardır. Düşüncem, buradaki kazancı başka bölgelerin avantajına dönüştürmek. Geçenlerde kendimle ilgili şunu fark ettim ki ben hep ince uçlu kalem kullandım. Çok beğenip satın aldığım kalın yazan kalemlerim çekmecelerde, dolaplarda kaldılar. Görüyorum ki çizerken hiçbir şeyi atlamaya, üzerinden geçip gitmeye tahammülüm yok. Bu nedenle belki küçük ve az çizgili eskizler yapıyorum. Yalnızca tanımladıklarımı çiziyorum, belirsiz olanlarını değil. Aslında çizerek düşünmüyorum, düşüncemi çiziyorum.

İB: İkinci olarak karşımızda bambaşka ölçekteki bir proje duruyor. Henüz bir proje. Umarım gerçekleşir. Çatalhöyük'te müze, atölye vs. işlevleri içeren bir kompleks. Demin konuştuğumuz bağlam meselesi bambaşka bir ölçekte ve bambaşka bir biçimde karşımıza çıkıyor bu kez de. Orta ölçekli bir galeriden, birden neredeyse smırsız bir ölçeğe atlıyoruz. Gözün herhangi bir sınır algılayamadığı bir ova ve onun ortasında tarihin en derin katmanfarmdan gelen bir yerleşmenin belirsiz izleri söz konusu. Bu bağlamla nasıl bir alısverişe girdiniz?

HT: Aslında bu, içinde bizim de bulunduğumuz üç farklı bürodan istenen önerilerden biri. Yaklaşık bir aylık sürede sonuçlandırılmış bir proje. Sürenin ilk üç haftasında, zemine oturan, içinde katlar oluşturan bir konsepti tamamladık. lyi de gözüküyordu, fakat asıl soruya uygun cevabı veremiyordu.

İB: Galiba daha çok şeffaflıktan medet umuluyordu orada.

HT: Tamamen öyle, biraz teknolojik havalı, yakışıklı bir müzeydi. lyi de, böyle bir yapı koskoca Konya Ovası'nın ortasında ne ifade eder? Içindekilerle birlikte dünyanın herhangi bir yerinde de yer alabilir. Onu Çatalhöyük'e ait kılmanın, oranın, o ilişkilerin müzesi yapmanın yolu nedir? Ayrıca Çatalhöyük, Efes gibi görsel çekiciliğe sahip arkeolojik bir sit alanı değil, hiçbir şekilde üçüncü boyutu yok, sadece toprağın altında, negatif çukurlar içinde kerpiç duvarlar var. Konuyla çok ilgili olmayan ve oradan geçerken uğrayan kişilere hiçbir şey ifade etmeyecek bir bölge. Buraya bir müze ve ziyaretçi merkezi yapılması fikri; çok sayıda insanı buraya getirmek, olabildiğince uzun süre durdurup, çalışmalar için hem gelir sağlamak hem de onları bir şekilde Çatalhöyük'le ilişkiye sokmaktan kaynaklanıyordu. Böyle düşünüldüğünde, saatlerce yol kat etmiş, ovanın düzlüğünde yolculuk yapmış birini, araçtan indikten sonra hangi aşamalardan geçirerek işi kurdurmak gerekir? Temel sorulardan biri buydu. Çatalhöyük'te iki tane höyük var ve oraya asıl gidilme nedeni höyüklerin, bilinen en eski yerleşmelerden biri olması vs.; ama öte yandan bütün bunlar en sonunda çukurda olan bir şeyler. Orada bulunmuş nesnelerin sergileneceği bir yer ve haliyle başka hacimler gerek.

İB: Eğer arkeolog değilsen hayal kırıklığına uğramanm muhtemel olduğu bir yer.

HT: Muhtemel değil, kesin bir hayal kırıklığı. Bu hayal kırıklığını hafifletecek nokta, hiç değilse bulunmuş nesnelerin sergilendiği bir hacim olabilir, bu da klasik anlamda bir müzeyi çağrıştırıyor ilk başta. Oraya gidenler aslında höyük için gidiyor ve bu durum, öncelikler konusunda temel soru oldu. Höyüğü gördükten sonra mı binaya sokup, orada bulunmuş şeyleri gösterip, bilgilendirmek daha doğru; yoksa ilk gittiği anda, bu yüklemeyi yapıp höyüğe götürmek mi? Üzerinde durulan konu bu hareketti, bu yolculuktu.

İB: Tıpkı Taksim Sanat Galerisi'nde olduğu gibi.

HT: Evet. Mesela, bu konuyla uğraşmaya başladıktan sonra, hemen hemen her yolum geçtiğinde Efes'e uğramama rağmen, buluntularının yer aldığı müzeyi gezmediğimi fark ettim. Çünkü, müze o bölge içinde değil, daha uzakta. Ve Efes'in tarihi sit alanını görmek yeterli bilgiyi veriyor. Buradaki durum ise farklı; düzen nasıl kurulabilir, kim, önce neyi görecek, sonra nereye gidecek vs.? Ovanın boşluğu içinde seçenek çoktu ve bu parkurları düşündüğümüzde, içinden geçilen şeffafa yakın bir yapı, ilk akla gelen ve sonuçlandıracak kadar da ileri götürdüğümüz bir düşünce oldu. Hiçbir zaman o ovayla mücadele etmeyen, onunla başa çıkamayan ve her zaman niye burada var dedirtecek türde bir yapı. Cephesi ve malzemesi ile oynayarak bir yere varmak söz konusu olamazdı. Birkaç bin yıl ön-cesine, bir binanın kapılarından girip, basamaklardan çıkıp, sağda bir şeyleri solda başka bir şeyleri görüp sonra da başka kapılardan geçerek site gitmek, bugünle o gün arasında yeterince tansiyonlu bir ilişki kurmuyor, birbirlerini öldürüyorlar.

İB: Tarif ettiğin sorunun yanıtı olmayacak bu.

HT: Evet, olmadığını anlamak için projeyi bitirmek gerekti. Ama bunalım sürdü, olgunlaştı ve ince uçlu bir kalem ve çok küçük bir eskizle, yerin altına inmek ve çıkmak fikri, bugünle o zaman arasındaki geçişi çok rahatlatan bir çözüm olarak ortaya çıktı. Böylece ilk üç haftanın bitmiş projesi çöpe atıldı ve kalan bir haftada yeni konsept çizildi. Ova kotunda saatlerce düzlüğün üzerinde hareket ederek geldin, durdun ve o ufuk çizgisinin altına indiğin an ruhen bir şeyler değişmeye başladı. Perspektif kapandı, ovayı görmüyorsun kayboluyor, ufuk çizgisi yok oluyor. Ovayı unutturuyorsun...Tamamıyla denetlediğin bir alana alıp ondan sonra tekrar ovanın üstüne çıkarttığında, bir zaman tünelinden geçilmiş oluyor; artık başka bir durum oluşuyor. Geçiş tamamen bunun üzerine kurulu. Prensipte şu var: Yerin altına doğru dik eğimli ve enerjik bir rampayla, kısa sürede inmek; orada bir süre durmak; istenirse kanatlarda yer alan müze ve dükkanlarla ilişki kurmak; istenirse de yola devam edip, daha düşük eğimli, daha yavaş yükselen bir rampayla tekrar ovaftın üzerine çıkmak; ve çıktığın noktada da doğu ve batı höyüklerine doğru hareket etmek.

İB: Bu rampa ne uzunlukta?

HT: 250 m civarında. iniş ve çıkış rampalarının kesiştiği yerin üzerinde de bir kabuk var. Onun varlık nedeni, duraksama bölgesini fiziksel olarak korumak ve olabildiğince ışık değişikliğini kontrol altına alabilmek. Brüt beton bir kabuk ve çok arkaik bir şey. Hiçbir teknoloji gösterisi yok, sadece mendebur, düz bir doku...

İB: Büyüklüğü ile bir iddiası var ama galiba.

HT: Tabi ama sadece büyüklüğü ile bir iddiası var. Ve bir bina değil; en kullanışlı olan tarafı da bu; ovaya baktığında sadece bir tonoz görüyorsun ve merak ettirecek bir şeylerin olduğunu düşündürüyor. Bir bina değil, ama yerde ve bir binanın çatısı ya da örtüsü değil.

İB: Peki, girdikten sonra?

HT: Girdikten sonra, duraksama alanının iki tarafında fonksiyonlar var, müze tümüyle yerin ajtında, ve bu, tüm müzelerde olduğu gibi tepe ışığı almak için elverişli bir koşul. Yer üstünde bir müze yapsan da dışına bir duvar örüp yukardan ışık alman gerekiyor. Burada duvarların da bir önemi kalmıyor. istersen bir rampadan inip öbür rampadan çıkıyorsun ve doğru höyüklere varıyorsun, önce höyüğü görüyorsun ve ardında neler var diye merak ediyorsan, dönüp müzeyi geziyorsun. istersen de duraksadığın bölgede müzeye gidip önce müzeye bakıyorsun sonra höyüklere yöneliyorsun. Yani hiçbir zaman ille önce müzeye gitmek, sonra höyüğe gitmek gibi bir koşul yok, seçeneksizlik yok.

İB: Rampalar boyunca sert zemin filan yok galiba.

HT: Hiçbir şekilde düzenlenmiş bir zemin yok. Höyüklerin çevresinde de bizim tarafımızdan tanımlanıyor parkurlar. Zeminin 30 cm kadar üstünde giden ahşap yollar yapılıyor, hiçbir şekilde onlar da yere yapışmıyorlar, höyüklere tırmanılıyor. Seyir terası gibi çukurda çalışanlar yukardan izlenebiliyor. Yani mümkün olduğu kadar o ovanın, toprağın ve otlarının, çok tanımlanmamış bir noktada gitgide sert zemine dönüştüğü, aşağıya indiği ve sonra da yukarı çıktığı bir düzen...Bir kere o zıtlaşma yapıldığı için ayrıca bütün zemini ayrıştırmaya gerek kalmıyor.

sonraki sayfa >>

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz