Kokulu Kentler kitabından hatırlıyorum, Üsküplü köylüler yaptıkları yağmur duası kabul olmayınca kızmıyor, sevimli ve pragmatist bir sebep icat ederek, durumu olumluyorlarmış. Birbiriyle küs kişiler varsa duanın kabul olmamasını buna yoruyorlarmış köylüler. O nedenle önce küslükler giderilmeli, dargınlar barıştırılmalı, dua ardından gelmeliymiş. Yağmuru yağdırmaya yeter mi bilmem ama küskünlerin barıştırılması toplumsal huzur, barış ve bir arada yaşama kültürü adına ne güzel bir icat, ne tatlı mazeret…
Meslek Alanı ve Karamsarlık Geni
Tasarım, Planlama ve Kent Yönetimi adına yapageldiğimiz birçok faaliyet özü itibariyle birer kamu hizmeti. Yani bu faaliyetlerin varoluş gerekçesi; toplumsal sorunları çözmeleri, konfor, huzur ve barışı tesis etmeleri, cesaretlendirmeleri. Ama hepimiz biliriz ki kendini sevmeden aşık, kendiyle barışık olmadan dünyayla barışık olunmaz.
MSGSÜ’de yüksek lisans dersi kapsamındaki bir sınavda öğrencilerden birkaç sorunun yanı sıra “Türkiye’deki Kentsel Tasarım, Kentsel Koruma ve Yenileme, Kentsel Planlama uygulamaları içinde beğendikleri, başarılı buldukları bir örneği gerekçeleriyle açıklamalarını” istemiştim. Sorunun ve aslında durumun ne kadar zor olduğunu beraberce keşfettik. Şehir Plancısı, Mimar, İşletmeci, Hukukçu vb. birçok farklı uzmanlıktan gelen Türkiye’nin genç uzmanları bu soruyu cevaplamakta, iyi örnekler bulmakta oldukça zorlandılar. Neden?
Bu ülkede Planlama, Tasarım ve Koruma adına hiç mi iyi bir şeyler olmuyordu? Üniversiteler eleştirel aklı fazlasıyla abartıp tüm eğitim sürecini olumsuzluklar ve eleştiri üzerine mi kurmuştu? Anlamak, alternatif üretmek yerine eleştirmek kolay olduğu için bir tür eleştirel toplumsal refleks mi üretmiştik? Bir uygulamayı beğenip, takdir etsek bile bunu örnek gösterecek cesareti birileri bizden mi almıştı? Yoksa ağzıyla kuş tutsa “neden sol kanadından tutmadın?” diye önyargıyla sorgulayacağımız ötekilere mi ihtiyaç duymaktaydık? Öte yandan, işini iyi yapanlar sistemize biçimde cezalandırıldıkları için mi, iyi örnekler çoğaltılamıyordu?
Soruya gelen cevaplar içimi burkmuştu. Gerçekten bunca yıldır, bunca uzman, bunca kurum sayısı bir elin parmaklarını geçecek iyi proje üretememiş miydi? Cevaplarda Safranbolu, Portakal Çiçeği Vadisi, İstiklal Caddesinin Yayalaştırılması, Ortaköy Meydan Düzenlemesi gibi bazı projeler öne çıkıyordu ama onlar da ürkekçe, aslında mükemmel olmadıkları, yanlışlar barındırdıkları, kötünün iyisi oldukları ifade edilerek. Adeta beğenmekten sakınarak, utanarak. Meslek alanının üzerine çöken söylemin en göze çarpan özelliği sanki bu olumsuz bakış, bu karamsarlık geni…
Bilanço ve TMMOB refleksi
Mesleğe ilk adım attığımız ve geçmişi heyecanla ve şiddetle sorguladığımız dönemlerde rahmetli hocamız Stefanos Yerasimos dikkatimizi çekmişti. Planlama disiplini açısından Türkiye deneyiminin bir başarı projesi olarak da okunabileceğini söylemişti, haklıydı.
Bir ulus yaratma projesi olarak Cumhuriyetin 84 yılda geldiği noktaya, coğrafyasındaki diğer ülkelere kıyasla bakınca gerçekten görece bir başarıdan söz etmek mümkün. Türkiye’deki Planlama, Tasarım, Koruma vb. konularda gelinen nokta kendi coğrafyasında ve kendi koşullarındaki pek çok ülkeye kıyasla çok daha iyi bir noktada, bu açıkça görülebiliyor. Yetişmiş uzman, akademik birikim, mevzuat, uygulama vb. açısından bilanço hiç de kötü değil. Ama bu tabloyu değerlendirirken bardağın boş tarafını görme eğilimi nedense daha baskın. İyi projeleri öne çıkarma, gençleri cesaretlendirme, uzmanları onore etme, duayenlere vefa borcu ödeme gibi konularda çok hasis davranıyoruz. Akademi, piyasa, medya en somut karşılığını TMMOB’da bulan bir eleştirel refleks üretmede birbiriyle yarışıyor.
Gerçekten de dönüp yapılan uygulamalara bakınca iktisadi aklın her şeyin merkezine oturduğunu ve tüm süreci yönlendirdiğini, kamu hizmetinin özünü çarpıttığını görünce, Tanrının telaşlı bir gününde bu coğrafyanın insanlarına tasarım geni eklemeyi unutmuş olduğu pekala söylenebilir. Ne yazık ki bu iddiayı destekleyecek kadar çok kötü yapı, proje, kent parçası ve hatta şehir üretmiş durumdayız.
Eleştirel Teori
Türkiye Modernleşmesini batılı örneklerle karşılaştırmalı olarak açıklayan çalışmalar, bize özgü bir batı-dışı modernliğin özgüllüklerini açıklarken tarihsel, toplumsal değerlere de vurgu yapıyorlar. Bizdeki “eleştirel geleneğin sakatlığını” toplumsal zihniyete dayandırıyorlar. Bu teze göre, Hıristiyan batıdaki günah çıkarma müessesesi, işlenen günahı, yapılan hatayı örtbas etmeye değil, önce kendine sonra tanrının elçisi olan bir başkasına itiraf ederek yüzleşmeyi olanaklı kılıyor. İslam kültüründe ise, günah ve hatalar için, öteki ve kendinden gizli bir tövbe mekanizması var. Tövbe bir ört basa dönüşerek hatalarla yüzleşmeyi, onu itiraf etmeyi, söze dökmeyi olanaksızlaştırıyor; giderek de eleştiriye açık olmayı zorlaştıran bir bireysel/toplumsal özelliği yaratıyor deniyor. İlginç ve yoruma açık bir yaklaşım... Ancak bizde özeleştirinin fazla gelişmemesi, yapılan eleştirilerin de saldırı olarak algılanıp çeşitli şiddet eğilimleri üretilmesi düşünülünce “eleştiri kültürü” ile sorunlu bir ilişkimiz olduğu görülebiliyor.
Eleştirinin işlevine inanmak ve gündelik hayatta eleştiri yapma konusunda maazallah kimseden geri kalmamakla birlikte, hayattaki bugüne kadarki deneyimler pozitif düşünmenin yeni olumlulukları çağırdığını, ilerlemenin çatışma kadar uyumla da söz konusu olduğunu öğretti bana. Eleştiri ve suçlamalarla olumsuzluk üretmek yerine güzellikleri ön plana çıkararak, değer artırmayı, iyi enerjiler yaratmayı reklamcılardan, psikologlara kadar tüm uzmanlıklar keşfetmiş durumda. Dalkavukluk, duyarsızlık, kirli çarşafları örtbas etme, sanal bir dostluk iklimi icat etme stratejisi değil elbet sözünü ettiğim. “Kin şeytanın kahkahası, kusur benim imzamdır” diyebilmek, hatalarını sevebilmek ve dostluk sofrasına önyargılardan, kinlerden, kirlerden arınıp, çıplak oturabilmektir kastettiğim.
TMMOB’a bağlı meslek odalarının seçim iklimine girdiği şu günlerde meslek alanına ilişkin eleştiri, suçlama, karalamaların tavan yaptığı bir dönem yaşıyoruz. Biraz da iktidar hırsıyla güçlenen ama her daim yaygın bir refleks bu olumsuz bakış. Hiçbir şeyi beğenmeyen, her şeyi kötüleyen, ortaya çıkardığı usulsüzlük, açtığı davalar ve katkıda bulunduğu engellemelerle övünen ve aslında bir karşıtlıklar ve yasaklar cumhuriyeti oluşturup içine hapsolmanın vicdan azabıyla kendini kemiren bir zihniyet sözünü ettiğim.
Meslek alanlarımızdaki konularda konuşulanlara, yazılıp çizilenlere şöyle bir bakın. Haklı-haksız birçok eleştiri ve değerlendirme yapılıyor, ciltler, cüzler, web siteleri, zihinler eleştiri ile doluyor. Başarılara, onur ödüllerine, teşviklere, güzelliklere yer kalmıyor, zaten bunlar çok satmıyor ve kıskançlıklar yaratıyor. Herkes bir başkasının paçasından aşağıya çekerek yükselmeye çabalıyor. Sanki birileri de eleştiriden nasipleniyor, eleştirinin rantını yemeye çalışıyor, hiçbir şeyi başaramayanlar eleştiri uzmanı oluveriyor. Oysa fütursuzca yapılınca eleştiri ve muhalefet de kendi kendinin içini boşaltıp, işlevsiz hale gelebiliyor. Sanıyorum, daha temiz ve ideal bir meslek alanı için bu eleştirel refleks ezberini de bozmamız gerekli.
Meslek alanını saran tüm bu kirlilik ve haksız eleştiri yığının akıp gitmesi, eleştirilerin bile temizlenmesi, içimizin bir temiz yıkanması için bir yağmur gerekli. Yağmur içinse dargınlıkların bitmesi… Eleştiri kültürünün önünde tüm saygımızla eğilirken, barışa bir şans verin diyenlere de kulak verme, Can Baba’yı hasretle anma zamanı, yoksa Meslek Odası Seçimleri bahane…
“Şıpıtık terliklerini çıkarınca gördüm
Amma da küçükmüş ayakları şu nisan yağmurunun.
Şimdi peki Çince konuşmasına ne buyrulur?
Ben onun dilinden anlıyorum dedi ÇİM:
Ve tahtaboş kahkahasından kaçmayıp demin,
Bile bile bu afete tutulduğum için,
Bi temiz yıkandı içim.”
Pek tabii, “ya o yağmur hiç yağmazsa?” diye düşünenler olabilir, başta söylemeyi unuttum, sanıyorum Üsküplü köylüler yağmuru yağdırıncaya kadar küsleri bulup barıştırmayı sürdürüyorlarmış…

