reklam

Söyleşi
Diyalog 2003
> Güngör Kaftancı

Tarih: 06 Mayıs 2003
Yer: Arkitera Forum

Hikmet Gökmen: Çok kısa olarak özgeçmişinizi, yaptığınız işleri ve eserlerinizi anlatabilir misiniz?

Güngör Kaftancı: 1931 yılında Uşak'da doğdum. 1953 yılında İ.T.Ü. Mimarlık Fakültesinden mezun oldum. Ondan sonra askerlik ve çok kısa bir süre İzmir Belediyesi'nde çalıştım. Bunların dışında hep serbest mimar olarak çalıştım. Serbest mimarlık hayatımı üç döneme ayırıyorum. Bunlardan bir tanesi mezun olduğumdan 1970'e kadar olan dönem; bu dönemde yalnız çalıştım. Yarışmalara girdim. Bazen yalnız bazen de kayınbiraderim Ergun Unaran'la birlikte girdik. 1970'de Necdet Yorgancıoğlu ve Ali Köstepen'le birlikte GNA Mimarlık Kollektif Şirketini kurduk. 1998'in başına kadar devam ettik. Ben yorulduğum için affımı rica edip, daha hafif işlerde çalışmak üzere ayrıldım. Daha çok apartman yapıp satma işiyle meşguldük, bu uğraş mİmarlığın dışında da birtakım ticari işleri kapsıyordu. Ondan dolayı yorucu gelmeye başladı bana. Fakat yapıp satma uğraşı, en yoğun mimarlık yaptığımız, benim ölçülerime göre en doğru mimarlık yaptığımız dönemdi. Çünkü sahibinin siz olduğunuz yapı biraz farklı oluyor. Mimarlıktan ne anladığımın oluşmasına bile etki yapmıştır. Beni daha rasyonel, daha ekonomi prensiplerine uygun davranmaya itmiştir. 

Emeklilik, henüz daha 6-7 aylık bir dönem ve şimdi gerçek emekliliğe doğru gidiyorum. Oldukça uzun bir dönem mimarlık yaptığım için, yaptıklarımı tek tek sıralamam çok zor. Konkurlarla hayatımı kazandığım bir donem var; yaklaşık 35-36 tane yarışmaya girmiştim ve bunların dörtte üçünde de başarı almışım, hiç almadıklarımız da var. Bunlardan birincilik aldıklarımızı inşa etme olanağı bulduk. Bunlar hastane yapıları vb. Bu dönem içinde başka yapılar da yaptık. Yapılarımızın büyük bir bölümü çeşitli dergilerde yayınlandı. Ondan sonraki dönemde yoğunlukla apartman ve tek konut yaptık. İşhanları, fabrikalar, depo yapıları, otel de yaptık. Ama ağırlıkla konut ürettik. Bu konutların bir bölümünü yapıp satmak üzere inşa ettik. Onun yanısıra projesiyle birlikte emanet inşaat yoluyla yaptıklarımız da var, ama hiçbir zaman sadece projesini yapıp bırakmadık. Yaptığımız yapıyı bütün sorumluluğuyla tamamladık. Bursa Hastanesi, Ege Üniversitesi Fitizyoloji Hastanesi, Alsancak Hastanesi, Alsancak Stadyumu'nu da (Ergün Unaran'la beraber) yaptık. Bu yapıların sadece projesini yaptığımızdan, yeterince başarılı sonuçlanmadığını düşünüyorum. Bu nedenle daha sonra salt proje için gelen teklifleri kabul etmedik.

Hikmet Gökmen: Yapılarınız içinde sizin için çok önemli olan, çocuğunuz gibi sevdiğiniz birkaç yapıdan örnek verir misiniz?

Güngör Kaftancı: En önemlisi bence tek konut yapıları. Onlar içinde -ki en çok yayınlanan- Sarda Evi/ Kare Ev, onu çok seviyorum. Kaya Prestige Oteli, Kaya Oteli,.. Güzelyalı'da yıkılmış olan Restoran Mehmet Ali diye bir küçük yapım vardı (1969). O yapıyla çok uğraşmıştım. İnsan hangi yapıyla çok uğraşırsa onu daha çok seviyor. Restoranda, sanatçı arkadaşlarla imece usulüyle, birçok panoyu beraber yaptık. Ressam Devrim Erbil'le birlikte seramikler, resimler yaptık. Bu yüzden bu binayı çok severdim. Ne yazık ki çok kısa ömürlü oldu.

Apartmanlaşma o yapıyı yıktı. Çeşme'de 36 yıldır oturduğumuz kendi evimiz var. Orayı da çok seviyorum. Talih mi talihsizlik mİ bilmiyorum ben birçok yapımın yıkılıp yerine başka yapı yapıldığını gördüm. Korkunç şehirleşme bize bunları gösterdi. Hatay Caddesi'nde Sn. Nevser Acarlar isminde bir doktora yaptığımız ev vardı, iki katlı bir ev (1959). O yüksek yapılaşma döneminde en son yıkılan evlerden bir tanesidir. O yapıyı çok seviyordum, mal sahibi de seviyordu. Apartmanların arasında uzun süre tek başına kaldı, sonra o da yıkıldı. Maalesef en çok sevdiğim yapılar, yıkılanlar olmuş.

HG: Uzun yılların deneyimine göre sizce mimarlık nedir? Ya da siz hangi yönüne ağırlık vererek çalıştınız? Yaklaşımınız neydi?

GK: Güzel bir soru, keşke bana böyle sorular sorsalar diyordum, bekliyordum. Bu soru çok önemli bence. Üstelik bu soruyu her mimar kendisine sormalı diyorum. Ne yapıyoruz, niçin yapıyoruz? Kendimiz için, insanlık için komşularımız için, en doğru, mutluluk getirici mimarlık davranışı nedir bunu düşünmemiz lazım. "Mimarlık yapı yapma sanatıdır" bu sözcüklerle ifade ettiğim mimarlığı, daha önce bir mimarlık dergisinde yayınladım. Bu tanıma neden olan öğrencilik yıllarımdan gelen bir formül, beni hiç terketmedi. O da Oscar Niemeyer'in bir tanımıydı: "Mimarlık sosyal koşullarla teknik olanakların biraraya getirilmesi sanatıdır." Basit gibi görünen bir tanım söylediğim. Mimarlığın yapı dışında bir başka sanat dalı olarak empoze edildiği dönemler oldu. Örneğin her yapı sanat ürünü değildir dediler. Ben buna karşıyım. Her yapıda mimarlık olayı vardır. Bu çok önemli bence. Avandgard mimarların yapmak istedikleri, yenilik yapmak, çağına yenilik getirmek. Bunu küçümsemiyorum bu çok büyük bir şey. Ama benim için mimarlık o değil. Mimarlık toplumun yararına dönük bir davranış biçimi. Bu da ancak sosyal koşulları ön plana almakla olur demek istiyorum. Mimarlık olayı çok öznel bir olaydır. 

Yani herkese göre değişen kriterleri vardır, herkese göre değişen değer yargıları vardır. Herkes bu konuyu kendi kişiliğine göre yürütüp sonuca ulaşır. Bu kişilik nereden doğar. Bunun için de bölgesel, ulusal, tarihsel koşulları başta veri olarak görüyorum. Türkiye'de, İzmir'de yaşayan bir mimar olduğumu unutmamaya çalışıyorum. O toplumun, o kesimin, o bölgenin koşullarını; bu koşullar, iklim koşullarından, ekonomik ve sosyal koşullara, tarihi verilerden kökenlerimize kadar giden bağı ve kültürel sürekliliği de kapsamalıdır. Ben Alman mimarı değilim. Alman mimarın sorunları da, konsepti de başka olabilir. Hele Amerikalı mimarın çok farklı olabilir. Ama biz Türkiye'de, bu toplum koşulları içinde çalışıyoruz. Ben kendimi hep bu noktada tutmak istedim. Hayal içinde gezmek, yapamayacağımız şeyleri yapmak, bana göre mimarlık anlayışı değil. Benim anlayışım, "Ayağımı yere basmak" olarak tanımlanabilir. Bu tanım, beni mimarlıkta köklü olarak rasyonalist bir davranışa itti. Son 20-30 yıldır, bir dönemin akımı olan modernizm, ülkemizde mimarlar tarafından küçümseniyordu. Bırak canım o rasyonalist adamdır deniyordu. Yeni mimar olduğum dönemlerde edindiğim bu konsept, her deneyimimde doğruluğunu ve yararlığını ortaya koydu sanıyorum. Bugün de mimarlıkta hep rasyonel davranmaya çalışıyorum. Ülkemin koşulları nedeniyle mütevazı tandanslı yapı yapmaya, genel mimarlık anlayışından ölçülerine kadar hep basit, ucuz ve işçiliği kolay bir başlangıçtan giderek üst düzey bir estetiğe ulaşmaya çalıştım. Basitlikle, mimarlık açısından fakirliği, karıştırmamak lazım. Yani yalınlıktan gelen gelen bir güzellik arayışı içindeyım. Tabii güzellik aramak zorundayız, onu hiç bir zaman geri plana atamayız. Atanlar da var. Benim için güzel olması önemli değil diyenler de var. Ben buna ulaşmak için en rasyonel, en yalın ve en konstrüktif yapılar yapmayı denedim. Ve bunun Türkiye için en doğru olduğunu düşündüm. Hiç süs kullanmamaya, hiç irrasyonel olmamaya çalıştım. Gerçi insan zaman zaman ister istemez irrasyonel oluyor, ama yola irrasyonel olacağım diye çıkmamak lazım.

HG: Bu bağlamda, İzmirli olmak, Türkiyeli olmak deyince, Ege Bölgesi'nin doğal verileri nedeniyle, ülkemizin ve dünyanın başka yerlerinden mimarlık alanındaki farklılaşmasını nasıl değerlendirirsiniz?

GK: Bir konutun içinde yaşamın önemli bir bölümü geçiyor. Kuzey ülkesinde, hatta Orta Avrupa ülkesinde bu konuyu ele aldığınız zaman önemli olan daha çok iç mekandır. Ama İzmir'de iklim koşulları farklı olduğu için, yaşamımızın büyük bölümü dış mekanda geçiyor. Dış mekan ve iklim koşullarına göre düzenlenmiş, gölgeli alanlar gibi öğelerle bambaşka mimarlık doğuyor. Kısacası Kuzey ülkelerinde güneşi içeri almak isterken, burada uzak tutmaya çalışıyorsunuz. Demek ki asıl farklılaşmayı doğal veriler oluşturuyor. Bir de kültürel süreklilik sorunu var. Mimarlık eliyle kültürel sürekliliğin sağlanması sorunu var. Bu konu bütün ülkelerin mimarları için bir sorun olmakla beraber, bizde koruma meselelerinin ihmal edildiği dönemlere, reaksiyon olarak o kadar çok ortaya çıktı ki, kültürel süreklilik adına, tarihi ve ayakta durmuş olan yapıları aynen taklit etme yanlışlığına düşüldü. Kültürel sürekliliğe mimarlık eliyle katkıda bulunmak görevimizdir. Ama bunu çok rasyonel çözmemiz lazım. Bundan yola çıkarak yeni bir mimari akım doğurmak olmaz. Yani sosyal, kültürel ve tarihsel veriler mimarlık alanındaki farklılaşmanın İkinci vektörüdür.

HG: Yapı yatırımına karar veren kimseyle tasarımcının ilişkisi nasıl olmalı?

GK: Yapı yatırımcısını iki ana bölüme ayırabiliriz. Birincisi kamu yatırımları, ikincisi özel kesim yatırımları. Çok yapay da olsa böyle ikiye bölmek olanaklı. Uzun yıllar Mimarlar Odası'nda kamu yatırımlarının karar organlarına, o kamu yatırımının mal sahibi olmadığını anlatmak için savaş verdik. Bu savaşımda zaman zaman olumlu mesafeler de katettik Yarışmalar düzeninde Mimarlar Odası'nın vardığı nokta budur. Kamu yapıları içın yatırımcıyla mimar arasındaki ilişki başkadır, ben buna girmek istemiyorum bu ayrı bir konu. Mimarlık olayında asıl önemli olan özel kesimdeki yatırımcıyla mimar arasındaki ilişkidir. Burada mimar, yatırımcının beklentilerini, kültürel düzeyini, ekonomi yapısını, yok sayamaz. Bu en azından toplumsal ilişkilere aykırı. Yatırım yapma kararı verip de size bir yatırımın tasarımını emanet edecek kimse en önemli veriniz olmalıdır. Kültürel, sanatsal, mimarlık alanımızdaki konseptimizle yatırımcı arasında mükemmel bir uyum olması gerekmez. Yatırımcıya Dünya'daki ve Türkiye'deki kültürel gelişmenin dışındasınız, ben sizi dikkate almam diyemezsiniz. Dolayısıyla bir tasarıma başlarken mimarın ödevi vardır. Bu ödev yatırımcıyı, kendi anlayışına göre ve hatta kendi dünya görüşüne göre ikna etmeye uzun süre çalışmaktır. Böylelikle büyük başarılar elde edilebileceğinden kuşkum yok. Ben bana gelen yatırımcıyı hiçbir zaman küçümsemedim. Sonuç alamadan işi yarım bırakmak olmaz, fakat bazen bazı olumsuzlukları önleyememiş olabiliriz. Ama bize düşen görev yatırımcının eğitilmesi konusunda çaba sarfetmektir. Yatırımcı hele konut yatırıyorsa, yapıyı o kullanacağı için müdahale edebilir. O yapıyı sadece bir rant meselesi olarak görebilir, (bu tabii genel kullanıma açık bir yapıysa o zaman olabilir). Ama kendi kullanacağı yapıysa, onun psikolojisini, ekonomik durumunu, beklentilerini mimarın önemle dikkate alması gerekir. Konut dışı olanlar genel kullanıma açık yapılar sadece o yatırımcının malı da değil. Cepheleriyle, kullanışıyla kenti, tüm insanları ilgilendiriyor. Bu nedenle çok olumsuz tekliflerin karşısında mimar yılmadan mücadele etmelidir. Bırakmak, işini yapmamak olmaz. Benim sana ihtiyacım yoktur demek yanlış.

HG: Siz yapılarınızda işlevin dışında bir şey anlatmak istediniz mi, bina yaparken belirli bir üslup geliştirdiniz ya da örnek aldınız mı? Veya etkisi altında kalıp geliştirmek istediğiniz başka şeyler oldu mu? Mimarlıkta geçmişle ilişkisinin ölçütleri sizce nelerdir?

GK: Üslup sorunundan başlayayım. Şöyle bir üslubum olsun diye bir düşüncem olmadı. Ancak, ben 50'li yıllar kuşağından bir mimarım. Bu kuşak, Türkiye'de modernizmin ilk uygulamaya başladığı dönemin mimarlarıdır. Eğer modernizmi biçem olarak kabul edersek, (tabii bu tam doğru bir tanım değil) onu biçeme dönüştüren çok sonraki yıllarda, modernizmin karşısına çıkan örneklerdir. Ben hep modernizmin genel ilkelerine sadık kalmaya çalıştım. Çok sevdim. Estetik düzey olarak çok sevdim, daha sonraları da modernizme karşı akımların, bana göre ciddi akım değil, gelip geçici bir moda olduğunu hissettiğimden dolayı ona sadık kaldım diyebilirim. İzmir'de "yarım yuvarlak dönem" diye adlandırdığımız dönem yaşandı. Moda oldu, bütün apartmanların altındaki köşeler çeyrek küreler şeklinde yapıldı. O kadar yanlıştı ki sadece moda diye yapmak. Üçgen frontonlar çıktı daha; sonra. Onların neden yapıldığını hiç irdelemeden her yapıya koydular. Mimarlar Odası'nın bulunduğu yapının da kapısında var. Çıkış noktası bildiğiniz gibi post modernistlerin eski Yunan tapınaklarına gönderme yapma endişesidir. İzmir'de herkes fronton koydu. Sinema yaptı, fronton koydu; ev yaptı, fronton koydu. Bu beni dehşetli tedirgin ediyor. Frontonun tam yakışacağı cephe etüdü bile gelse, ondan kaçmak için ne gerekiyorsa yaptım. Yani üslup bağımlılığından, hele moda üslupların bağımlılığından hep kaçınmaya çalıştım. Eski yapıların özümsenmesinde bir nokta var ki, o bizim üslubumuzu oluşturdu. Biz oldukça eski uygarlıkların beşiği bir yerdeyiz. Sadece Antik kalıntılardan söz etmiyorum. Eski Türk Evi diye nitelenen tipoloji var, onları irdelemek lazım. Anadolu'da o kadar güzel bir tip oluşmuş ki; o kadar oranlı, o kadar güzel, o kadar estetik düzeye erişmiş, hayran olmamak imkansız. Bu hayranlık birçok meslektaşımız tarafından istismar edildi. Aynen aldılar, bu mimarlık değil. Peki eski yapılardan nasıl esinleneceğiz. Bu sorun zaten tam olarak çözülmemiş bir sorundur. Kendime göre bunun öznel yanıtını verdim. Bu ancak mimarın entellektüel kişiliğiyle oluşan bir süreç. Mimar çevresinin mimarlık tarihini çok iyi bilmelidir. Bunu bilmekle de kalmayacak, bizim eski Türk evlerine duyduğumuz hayranlık gibi, onları sevecek, korumaya çalışacak ama, onları taklit etmeyecek. Tersini yapmak etik bir yanlışlıktır, kolaycılıktır ve çağını yanlış yorumlamaktır. Bugünkü yapı teknolojisi arasında büyük farklılıklar var. O farklılıkları görmezden gelmek mümkün değildir. Sonuç olarak eski Türk evi hayran olduğum, etkisinde kaldığım ama asla taklite yeltenmediğim en önemli mimari olgudur.

Mimarlıkta geçmişle ilişki başta, hala ayakta duran yapılara saygı, sevgidir. Durup dururken eski yapıları yıkmaya teşebbüs etmemektir. O yapıların çevresinde yeni yapı yaptığınız zaman, eski yapının varlığını unutmamak, onunla yarışmamak, onu ezici, ona karşı olan bir davranışa girmemek. Bu demek değildir ki onu aynen taklit edelİm. Ölçüler dikkate alınabilir, ya da tamamen kontrast bir tasarım yapılabilir. Bu onun değerlerini tamamen ortaya çıkarabilir. Bu ölçüt, son derece zor, son derece yetenek isteyen bir olaydır. Yönetmelik maddeleriyle, onları korumaya adamış kimselerin olur olmaz yasaklarıyla olmaz. Güner Eliçin Çeşme'de otel yapmak istedi. Otelin pencerelerini orada bulunan bir eski yapının pencerelerinin biçimi ve detayıyla yapmasına zorunluluk getirdiler. Ortaya ucube çıktı. Böyle mimarlık olmaz. Onu bunu empoze eden yöneticiler de belirli bir anlayıştan dolayı bunu yaptılar. Kültürel süreklilik çevresini aynen taklit etmekle olmaz. Büyük yanlışlıktır, sürekliliğin temini yinelemekle olmaz. Peki nasıl olur? Öncelikle mimarların entelektüel yapılarıdır önemli olan. Saygı meselesidir. Siz iki yapının uyuşması konusunda eski yapıya saygılıysanız onu gerçekten korumak için, ezmemek için çare bulursunuz. Kolay gibi görünen saygılı olma olayı ne yazık ki çok zordur. Çoğu mimarımız kendi yaptığının herkesten farklı, herkesten değişik olmasını başarının kriteri olarak görüyor. Değişik olsun da ne olursa olsun hevesi içindeler. Ne kadar yanlış. Tam tersi, uyumluluk içinde kaybolmaya, dikkati çekmemeye özenen, dikkati çektiği zaman da ne kadar güzelmiş dedirtecek anlayışı benimseyeceklerine hepsi çarpıcı değişiklik peşinde. Benim yaşıma geldiklerinde onlar da bu karara varacaklardır ama ne yazık ki geç kalmış olacaklar. Fakat ben bu karara bu yaşımda varmadım, çok eskiden beri bu düşüncedeyim. Sorun bence kimliksizlik sorunu. Kimliksiz olabiliyorsanız bu kimlik demektir. Ben kendisini öne fırlatmayan yapıyı tercih ediyorum. Bence mevcut dokuya uygun, onu yadsımayan, çevresine saygılı yapı yapmak bunun en baş kriteridir. Keşke yapabilsek.

HG: Bizlere ülkemizin içinde bulunduğu mimarlık ortamını değerlerdirir misiniz?

GK: Genel sosyal ve ekonomik düzeyden soyutlanarak bu konu değerlendirilemez. Gelişmiş ülkelere nazaran ülkemizde mimarlık ortamında büyük bir olumsuzluk göze çarpmakta. Çağımıza yakışır, bilinçli bir mimarlık olgusunu yoğun olarak halkımıza arz edemiyoruz. Ama bu tek tek çok değerli yeni yapıların yapılmasını da önlemiyor. Türkiye'de mükemmel yapılar var. Gerçekten, dünyanın her yerinde bir mimarlık olayı olarak birinci sınıf denecek yapılar var. Ama bunlar genel mimarlık ortamımızı yansıtmıyor. Genel mimarlık ortamımız derken de bu bir avuç mimarın yaptığı değil, tüm mimarlık ürünlerini baz alıyorum. Ben kentlerimizi, sokaklarımızı kastediyorum. Örneğin çok iyi turistik tesislerin yanında olağanüstü çirkin yapılar da yapılıyor. Hem de büyük paralarla. Sanki bu ülke dünyanın en zengin ülkesiymiş gibi. Bu bana dehşetli batıyor. Ülkemiz bir geçiş dönemi yaşıyor. Türkiye'de toplumun beğeni düzeyi müthiş sarsıldı, yozlaştı. Süse, yaldıza, gerçek olmayan değerlere dönük bir davranış var. Mimarlık ortamı sadece mimarların yetenekleri, çalışmalarıyla değil, toplumun beğeni düzeyiyle de ilgili. Bu konuda mimarların çoğu toplumun üstünde. Ortalama yetenekte, veya başarıda bir mimar bile, bu toplumun beğeni düzeyi üzerinde. Mimarlık ortamını yozlaştıran toplumun genel kültürel yapısıdır. Aynı toplum bugün ulaştığı düzeyde edebiyat ve şiirde bence çok mükemmel yerlere geliyor. Resimde de öyle. Hemen hemen kötü ressam yok (Eski Cumhurbaşkanı hariç). Ama mimarlık dalında, iç dekorasyon dalında büyük bir yozlaşma içindeyiz. Evlerini öyle eşyalarla, öyle renklerle donatan kimseler var ki, inanılmaz bir yozlaşma sergiliyorlar.

HG: Üniversitede yarı zamanlı görev yapıyorsunuz. Kendi öğrencilik yıllarınızla kıyasladığınızda, bugün yaşanan öğrenci - öğretim üyesi ilişkisini nasıl buluyorsunuz? Öğrencilerin hayata bakışını nasıl değerlendirebilirsiniz. Vermek istediğiz mesaj var mı?

GK: Genel olarak öğretim kurumuyla ilgili birşey söyleyeceğim. Bu karar nasıl verildi bilmiyorum ama dünyanın hiçbir yerinde olmayan 4 yıllık bir eğitimle her tür ve büyüklükteki yapının tüm sorumluluğunu almaya yeterli olan mimar diploması veriliyor. 4 yılda mimar yetişmez. İkinci olarak, mimarlık eğitimi yapılan mekanların, araç gerecin yetersizliği sorunu var.

Bunun dışında gençlerin çoğu pırıl pırıl, heyecanlı, birşeyler yapmak isteyen, yaratıcı tarafları olan, çalışkan; öğrencilerin içinde mesleği sevmeyene az rastladım. Hepsi de birşeyler yapmak istiyor. Ama zaman yetersizliği ve içinde bulundukları fiziki atmosfer son derece kötü. İkisinin de mutlaka çozülmesi gerekir. Bunlar genelde eğitimin sorunları ama mimarlık eğitimi için özel olarak çözülmeli. Gençlerden son derece umutluyum, öğrenme heyecanı içindeler. Mimarlık öğrencileri DEÜ'de sözlü anlatma heyecanı içindeler, buna alıştırılmışlar. Mimarın dili çizgidir. Onlara çizgiyle anlatma öğretilmeli, bu çok önemli. Ama bu terk edilmekte. Mimar herşeyi çizer, hiçbir şey anlatmaz da demiyorum. O söylemek değil, düşünmek meselesidir. Mimara düşünmeyi öğretmek istiyorsanız çizgi çizmeyi öğreteceksiniz

HG: Çok teşekkür ederiz.

GK: Ben de teşekkür ederim.

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz