reklam

Yazılarından
Diyalog 2003 > Güngör Kaftancı > Yazılarından

Tarih: 06 Mayıs 2003
Yer: Arkitera Forum

Mimarlıkta Yerellik
İzmir Kent Kültürü Dergisi 1

En özgün yapı tasarımlarını gerçekleştirmiş, en ünlü öncü mimarlar bile mutlaka bir şeylerden esinlenirler. Mimarlıkta yerellik ülkemizde ve dünyada uzun yıllardan beri tartışılan ve farklı dönemlerde farklı mimarlık ürünlerinin yaratılmasına neden olan bir konudur. Bu kısa yazının amacı bu dönemleri özetlemek irdelemek olmadığı gibi, bu tartışmalara yeni bir boyut katmanın da yetkin mimarlık kuramcılarının işi olduğunu düşünüyorum. Ancak uzun yıllar tasarım ve uygulama yapmış bir mimar olarak bana göre doğru yaklaşımların yöntemlerini saptamaya çalışacağım. Mimarlığın yalnızca bir güzel sanat dalı olmadığını kabul ettiğim için, doğru ya da yanlış kavramlarını kullanmayı özellikle mimarlığın toplumsal içeriği nedeniyle olanaklı buluyorum. Bu nedenle de önce mimarlıktan ne anladığımı özetlemeye çalışacağım.

Bana göre mimarlık kısaca yapı yapma sanatıdır. Bu tümceyi oluşturan sözcüklerin en geniş anlamlarıyla algılanacağını varsayıyorum. Yapı, tüm yaşantımızı içinde/dışında sürdüreceğimiz yapay mekanlar anlamına gelmektedir. Bu nedenle mimarlık, mekanı oluşturma, denetleme ve organize etmek demektir. Mekan sözcüğünün ise sadece kendisini oluşturan duvar, tavan gibi fiziksel ve mimari öğeleri değil, onları bir zar gibi sardığı boşluğu, oylumu ifade ettiğini hatırlatmak isterim. Yapma fiili mimarlığın bütün konstürksiyon sorunlarını içerir. Sanat sözcüğü de mimarlığın sonuçta bir güzel sanat eylemi olduğunu vurgular. Görülüyor ki mimarlık eyleminin ana ereği mekan, oylum, bina yaparak yaşamsal gereksinimimizi karşılamaktır. Ve insanlık, var olduğu ilk günden beri bu eylemin sonunda bir estetik düzeye ulaşmayı da hedeflemiştir.

Bu tanımın mimarlığın sosyal boyutunu da ortaya çıkardığını sanıyorum. Ancak doğru mimarlık için gereksinimlerin, sosyal koşulların gerçek boyutlarıyla saptanmasının ve örtüştürülmesinin önemini hatırlatmak isterim. Ünlü Brezilyalı mimar Oscar Niemeyer'in 1950'lerde yaptığı şu saptama kanımca konunun en yalın anlatımıdır: Sosyal koşullar + Teknik olanaklar = Mimarlık

Mimarlığı bu boyutlarıyla tanımlamamm nedeni, ideolojik yada felsefi düşünceler üretirken zaman zaman en temel gerçeklerden bilerek veya istem dışı ya-pılmış sapmalara rastlandığı içindir. Mimarlığı sadece teknik bir olgu olarak kabul etmek ne kadar eksikse, salt bir sanat olarak algılamak, mimarları da bir estetisyen olarak görmek o derece yanlıştır. Ve kanımızca mimarlıkta yerellik aranırken sık sık ve özellikle kıt kaynaklarını çok tiziz kullanmak zorunda olan ülkelerde, önemli kayıplara malolan ciddi yanlışlıklar yapılmıştır.

Bence Birinci ve İkinci Milli Mimari Dönemleri, mimarlığımıza, daha önemlisi halkımızın yaşantısına olumlu katkılar yapması gerekirken, önemli kayıplara neden olmuştur. Birinci Milli Mimari Akımının öncüleri olan mimar Kemalettin, mimar Vedat beyler ve arkadaşları kuşkusuz çok değerli, önemli inanmış mimarlardır. Yeni Cumhuriyetimizin yeni ulus yaratma çabalarına paralel olarak yeni ve ulusal bir mimari dil yaratma misyonunu yüklenmişler, başarmışlar ve ürünlerini bütün yurda yaygınlaştırmayı sağlamışlardı. Ama çok büyük iki hataları vardı. Birincisi mimari olguyu cephelerindeki biçimlemeler olarak kabul edip, eski camilerin motiflerini yinelemekle milli olmayı hedeflemeleri, ikincisi bu eklektik davranışa ek olarak sosyal koşulları ve teknolojik olanakları hiç dikkate almamaları. Onlar bu uğraş içindeyken Avrupa mimaride modernizme geçişi çoktan başlatmıştı. Bugün o yapılar için kaçımız işte bizim ulusal kimliğimizin simgeleri diyebiliriz. Benim İTÜ öğrencilik yıllarım ikinci Milli mimarlık akımının sona erdiği zamana raslar. S. Hakkı Eldem, Emin Onat ve arkadaşlarının P. Bonatz'la birlikte geliştirdikleri daha rasyonel ve çağdaş bu akım da ellili yılların başında terkedildi. Ve Türkiye Mimarlığı otuz kırk yıl gecikmeyle modernizmin kesin egemenliği altına girdi. Gerçi Türk mimarlarının bir bölümü modernizmin Batıdaki örneklerini etlektik bir tutumla yinelemeye başladılar. Ancak çok önemli bir fark vardı: Modernizm salt bir üslup ve mimari dil sorunu değil, yukarıda mimarlığın tarifinde anlatmaya çalıştığım gibi, toplumsal koşulları ve teknolojileri değişim süreçleri içinde dikkate almayı emreden bir sistem olduğundan her zaman ve her mimari konsepsiyon için geçerli olacaktı ve olmaya devam etmektedir. Nitekim yetmişli yıllarda modernizme bir başkaldırı gibi sunulan postmodernist akımlardan şimdilerde hiç söz edilmiyor olması dikkat çekicidir.

Mimaride yerellik konusunda postmodern akımın ülkemizde önemli sonuçları oldu. Batıda modernizmin aşırı rasyonel tutumuna karşı geliştirilen, bu nedenle de her türlü duygusallıkla birlikte nostaljiye de açık olan postmodernistler, yapılarda eski mimari elemanların bir şekilde yinelenmesini bir anlatım tekniği ve aracı olarak görmeye başladılar. Ülkemizde de antik dönemden Osmanlı'ya, İyonik sütun başlıklarından, cami tonozlarından eski Türk evi pencere oranlarına kadar birçok şey yapılarımızda bir eklenti ve süs ögesi olarak görünmeye başladı. Bu garipliklerin çoğu yerellik adına yapılıyordu. Birçok yapının cephesinde gördüğümüz üçgen alınlıklar bu dönemden kalmadır ve hala devam etmektedir.

Kültür emperyalizmi karşısında özellikle az gelişmiş Müslüman ülkelerde yerel yapı ve mimari öğeleri canlandırmayı bir erdem olarak kabul eden Ağahan mimarlık ödüllerinden birisinin N. Çakırhan'm Akyazı evlerine verilmesi oldukça ilginç tartışmalara neden oldu. Bazı mimarlar ve düşünürler bir yerel veri olarak mimari mirasımızdan, eski Türk evlerinden esinlenmenin mimari kimliğimize kavuşmamız açısından gerekliliğini ve yararlarını savunurken, bir bölüm eski Türk evlerini aynen yinelemenin toplumun çağdaşlaşmasına engel olabilecek bir gericilik örneği olduğunu öne sürdüler. Bu tartışmanın Türk İslam Sentezi savunucularının sempozyum ve toplantılarının çokça yapıldığı bir döneme rastlanması da dikkat çekicidir. Ve gene aynı yıllarda Osmanlı dönemine özentinin neredeyse moda olduğu izleniyordu. Bu yıllar, toplumdaki kültürel çalkantıların mimaride yerelden yararlanma olgusuyla örtüştüğü söylenebilir. Buna göre genç Cumhuriyetimizin gereksinimi olmadığı halde bir kimlik arayışına itilmek istenmesi, Osmanlı hayranlığının abartılarak yaygınlaştırılmaya çalışılması aslında politik amaçlıydı. Bu olay doğrudan konumuz içinde olmadığı halde mimarideki sonuçları bakımından ilginçtir. Örneğin eski Türk evlerine benzer konut talepleri hızla arttı. Safranbolu'nun, Birgi'nin, Kütahya'nın hayran olduğumuz evleri günümüzde aynen yinelendiğinde, (esinlenerek değil) nasıl bir ucubenin ortaya çıkabileceğini defalarca görmek bahtsızlığına eriştik. Ağahan sayesinde ülkemizdeki kitsch ortamı büsbütün yaygınlaştı. Bu toplumsal olumsuzluğa, çağdaş yapı yapmasını beceremeyen, mimarlık deyince sadece Sinan yapılarını ve eski Türk evlerini anlayan mimar ve yazarların da etkisi oldu.

Mimarlık ürünleri bir toplumun kültürel yapısını en doğru yansıtan ayna gibidir. Kendi kültürümüze sahip çıkmak, geliştirmek istiyorsak mimarimizin yozlaşmasına izin vermemeliyiz. Kültürel süreklilik ve kimlik adına titizlikle korumak zorunda olduğumuz mimari mirasımızın örneklerini aynen yinelemeye kalkarsak çağdışı oluruz. İki yüzyıl önceki toplumsal gereksinime göre yapılmış bir Türk evi bugünün yaşamsal işlevlerini nasıl karşılayabilir? Ayrıca o evler, zamanının gelenek ve teknolojisiyle gerçekleştirilmişlerdir. Teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişip değiştiği zamanımızda eski yapı geleneklerini sürdürmeye çalışmak ise abesle iştigaldir.

Buraya kadar özetle eski yapıların üslup özellikleri, konstrüksiyon ve malzeme öğeleri ile aynen taklit edilmelerinin olumsuzluğunu, giderek olanaksızlığını anlatmaya çalıştım. Yeni yapılara, eski yapılardan bir mimari elemanın eklenmesini de yapay ve çirkin buluyorum. O halde bir toplumun kültürel sürekliliğini sağlaması, geliştirmesi, evrensel boyutlara ulaştırıp insanlığın hizmetine sunması için mimarlık alanında neler yapılabilir, yerel verilerden nasıl yararlanmalıdır? Bu sorunun yanıtı Vitrivius'tan beri mimarları, mimarlık kuramcılarını. düşünürlerini her dönemde meşgul etmiştir.

Önce şu saptamayı cesaretle yapmam gerekir. En özgün yapı tasarımlarını gerçekleştirmiş en ünlü öncü mimarlar bile mutlaka bir şeylerden esinlenirler. Önemli olan, esin kaynağının nerede aranması gerektiğidir. Başka bir deyişle mimari ürünün yaratılmasında karar verecek olanların yani başta mimarlar olmak üzere yatırımcı, mühendis, yüklenici vb. teknik elemanların çevrelerine, yörelerine, toplumunun tarihine, kültür değerlerine duyarlı olması gerekir. Özellikle mimar, yerel mimari mirasını ayrıntılarıyla bilmeli, onları koruma bilincine erişmiş olmalı ve daha önemlisi onları sevmelidir. Böylece bir entelektüel yapıya sahip mimar ve mal sahibinin üreteceği yapı mutlaka yerel kimliği oluşturacak, vurgulayacaktır. Örneğin İzmirli bir mimar bölgesindeki Antik yapılardan tipik Akdeniz evlerine kadar etkilendiği tüm mimari ortamdan tasarımlarına bir şeyler taşıyacaktır. Çağdaş işlevleri çağdaş teknoloji olanakları ile gerçekleştirmeye çalışacak, çevresinden hiçbir şeyi aynen taklit etmeyecek, özgün olmaya gayret edecek ama sonuçta ortaya çıkaracağı ürün ben Türkiyeliyim, ben Akdenizliyim diyecektir. Ne mutlu ki bütün kentsel olumsuzluklara karşın ülkemizde bu bilinç ve entelektüel yapıya sahip mimarların ürettiği, hertürden evrensel kritere göre dahi birinci sınıf mimari eserler ortaya çıkabiliyor.

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz