reklam

Konut ve Yerleşme Kültürü Üzerine Yazılar
Diyalog 2002 - II > İhsan Bilgin

Tarih: 30 Ekim 2002
Yer: Arkitera Forum

 

1 2


Familistere Guise yerleşmesinde konut bloğu iç avlusu (1860'lar)
Fotoğraf: İhsan Bilgin

 

 

 

 

 

 


B.Renard tarafından tasarlanan Grand Hornu yerleşmesi hava fotoğrafı (1820'ler)

 

 

 

 

 

 


Grand Hornu Yerleşmesi'nde bir kavşak
fotoğraf: İhsan Bilgin

 

 

 

 

 

 


C.N. Ledoux tarafından 1770'lerde tasarlanan Chaux yerleşmesi

 

 

 

 

 

 


Elsass'da Mülhausan yerleşmesi (1850'ler)

 

 

 

 

 

 


P.Schmitter tarafından 1910'larda Berlin'in altkenti olarak tasarlanan Gartenstadt Staaken'de konut tipleri

 

 

 

 

 

 


R. Unwin vd. tarafından 1910'larda Londra'nın altkenti olarak tasarlanan Haemstead Garden Suburb yerleşme planı 

 

 

 

 

 

 


Le Corbusier tarafından 1910'larda tasarlanan Pessac yerleşmesi

 

 

 

 

 

 


Le Corbusier'in Unite Habitation'unun Interbau sergisi için 
Berlin versiyonu (1957)
Fotoğraf: Nezat Sayın

 

 

 

 

 

 


W. Gropius vd.'nin Karlsruhe-Dammerstock yerleşmesi yarışmasını kazanan projeleri (1929)

 

 

 

 

 

 


Londra'da Hayd Par'ın kıyısında Westbourne Terrrace (G.Hawkins'in litografisi, 1850'ler)

19.yy.'da ortaya çıkan yeni kitlesel konut ihtiyacı büyük şehirlerde yoğunlaşmıştı. Oysa verdiğimiz örnekler hep şehir dışı endüstri bölgelerinden. Çünkü bu dönemde şehirlerdeki ihtiyaç büyük oranda parsel ölçeğindeki küçük üretim tarafından karşılanıyor, düşük gelir grubuna yönelik yeni yerleşme modellerini uygulamak için şehir dışına çıkmak gerekiyordu. Dolayısıyla erken endüstrileşme dönemi olarak adlandırılan 19.yy.'da realiteyle idealler şehirle şehir dışı arasında bölünmüş oluyordu. Öncülüğü yine İngiltere'de olmak üzere, şehirlerde gerçekleştirilmiş bazı istisnai uygulamalar da söz konusuydu. 

Bunlar, içinde bulundukları döneme ve şehirlere damgalarını vurmamış olsalar da, modern küçük konut modellerine ve bunların kümelenmelerine öncülük etmeleri bakımından önem taşırlar. İngiliz mimar Henry Roberts'in Londra'nın merkezinde Society for Improving the Condition of the Labouring Classes ve Improved Industrial Dwellings Company için 1850, 1870 ve 1872'de tasarladığı büyük bloklar, minimum birim konut alanına getirilen tesisat donatısı çözümleri ile havalandırma ve ışıklandırma çözümleri açısından düşük gelirlilere yönelik toplu konutlara yenilikler getiriyordu. Yine İngiliz mimar Henry Darbishire'ın Londra'nın en büyük kiralık konut firmalarından Peabody Trustees için 1860-1880 yılları arasında tasarladığı bloklar ve yerleşmeler de 19.yy. yerleşme kültürüne referans teşkil etmesi bakımından kayda değer denemeler niteliğindeydi.

18.yy.'ın sonundan itibaren örnekler çoğalıyor, yayılıyor ve çeşitleniyor; birarada konut tasarlamanın, üretmenin, dahası barınma işlevine odaklanmış yerleşme normlarının, dolayısıyla kültürünün oluşmaya başladığı anlaşılıyor. Ancak yine de bütün bu örneklerin ve normların 20.yy.'ın başında hala konut sektörü içinde kısmi bir yer tuttuğunu ve yapı endüstrisinin yönünü çevirecek güçten yoksun olduğunu unutmamak gerekiyor. 19.yy.'da erken endüstrileşmiş coğrafyaları saran büyük inşaat hamlesi hala yapı yapma alışkanlıklarına eşik atlatacak, yerleşmenin bütününü bir proje normu haline getirecek kapasitelere sahip değildi.

20.yy.'ın ilk çeyreğinde güçlenen ve ikinci yarısında yapılı çevrelere damgasını vuran bir kırılma bu eşiği aşırttı ve yerleşmelerin bir bütün olarak geliştirilmesini, tasarlanmasını ve üretilmesini tekil örnekler olmaktan çıkartıp, bir standart haline getirdi. Tek tek konutların ya da binaların değil, bir bütün olarak yerleşmenin kendisinin düzenli bir arzın ve talebin konusu haline gelmesi, başta yaptığımız tanımın üçüncü ve son kademesine getiriyor bizi. Toplu konutu modern bir norm haline getiren bu kırılma, şehirlerin fiziki bünyesinin kenetlenmiş bir bütünlük olma zorunluluğundan kurtulması, birbirlerinden kopuk parçalardan oluşmaya başlamasıdır. Bu durumda şehri oluşturan parçaların birbirlerine ilişki örüntüleriyle bağlı olmaları yeterli olacak, parçaların ayrıca fiziki olarak da birbirlerine değmeleri, kenetlenmeleri, bağlanmaları gerekmeyecektir. Mekansal bütünlük fiziki biraradalığa değil, ilişki örüntülerinin düzenine ve sıklığına bağlı olacaktır. Bu, parçalarının aralarında boşluklar bulunan, boşlukların hareketle ve ilişkiyle doldurulduğu 20.yy. yerleşme örüntüsü ve kültürüdür.

Fragmanter örüntüyü mümkün kılan en önemli gelişme hareketin mekanizasyonu ve elektronizasyonudur; bu alanlardaki teknolojik buluşların 20.yy.'da hızla birer yenilik olmaktan çıkıp kitleselleşmeleri ve standartlaşmalarıdır. Öncelikle insanın hareketi: Binyıllardır kendisinin ya da hayvanının gücüyle hareket etmiş, dolayısıyla hızı sabit kalmış olan insan son 50 yıl içinde bu hızı 10-15 kat artırmakla kalmamış, bunu çoğunluğun kullanabildiği bir standart haline getirmiştir. Aynı oran artifaktların hareketi için de geçerlidir. Enformasyonun hareketinde yine son birkaç onyılın elektronik imkanlarının devreye girmesiyle gerçekleşen hız artışı ise orantı hesapları ile ölçülebilecek değerleri çoktan aştı; dijital telefonlar, elektronik postalar vb. bu türden orantıları mümkün kılan zaman-mekan ilişkisini çökerttiler.

İnsanların ve malların hareketi 19.yy.'daki sanayi devriminin buluşu olan demiryollarıyla artmıştı. Ancak demiryolu 19.yy.'da daha çok şehirlerarası taşımacılık için kullanılmış, bazı lineer hatlar dışında şehirlerin gelişmesi üzerinde etkili olmamıştı. 19.yy.'da başlanan metro inşaatlarının 20.yy.'ın ilk yarısında tamamlanması demiryolunu hat olmaktan çıkarıp ağa dönüştürecektir. Bir şebeke ancak ağa dönüştükten, yani şehir üzerindeki farklı noktaları en kısa yollardan birbirine bağlama kapasitesine kavuştuktan sonra etkin olarak kullanılabilir hale gelir. Uzak noktaların hepsi birden, her yerden ulaşılabilir hale gelir. 20.yy.'ın ilk yarısında tamamlanan metro ağlarının etkinliğini artıran bir diğer etken de elektrik gücüyle çalışmaya başlamalarıydı: Elektrikli tren buharlı trene oranla çok daha hızlı ve düzenli hareket etme kapasitesine sahipti. Kısacası metro ağları yerleşmelerin parçalar halinde şehrin bünyesinden kopmalarına, yani şehrin desantralizasyonuna imkan tanımış oluyordu.

Metro ağı içindeki hareket sadece hızlanma açısından değil, fragmanter niteliği ile de yepyeni bir deneyimdi: Ne kadar hızlanırsa hızlansın, çevreyle ilişkiyi ne kadar bulanık bir izlenime dönüştürürse dönüştürsün, yer üstündeki hareket bir sürekliliğe (continuite) işaret eder. Oysa yer altında iki nokta arasında ne olduğu hakkında hiç bir izlenim uyanmadan hareket edilir; bu ışınlanmaya benzetilebilecek kesintili ve süreksiz (discontinuite) bir deneyimdir. Bu hızlı ve kesintili hareket ile desantralize olan şehir bünyesinin boşluklu ve parçalı örüntüsü, birbirleriyle örtüşen modern bir yaşam deneyimine aracılık etmiş oluyorlardı.

20.yy.'da şehirlerin desantralizasyonunu kolaylaştıran bir başka etken de metro şebekesinin yanına yeni bir karayolu şebekesinin eklenmiş olmasıydı. Yüzyılın başında bir yenilik olarak ortaya çıkıp ortasından itibaren kitleselleşen ve bir orta sınıf standardı haline gelen özel otomobiller şehrin çevresindeki kuşakların, aralarda kalanların "bypass" edilerek kullanılmasını bir kez daha kolaylaştırmış oluyordu.

Yukarıdaki örneklerin de işaret ettiği gibi 20.yy.'ın ilk yarısına kadar şehire mesafeli durmak için en azından üst-orta tabaka mensubu olmak, ya da büyük işletmelerde ve maden ocaklarında çalışmak gerekiyordu. Hareketi serileştiren bu gelişmelerin birer gündelik yaşam standardına dönüşmesi sonucunda, şehirlerin 19.yy.'ın sonuna kadar gelişmiş olan bünyelerinden uzaklaşmak artık bir ayrıcalık ya da istisna olmaktan çıktı, kitleselleşerek bir orta sınıf standardına dönüştü.

Ancak şehrin parçalar halinde kopması ve ilişki örüntüleri üzerinden birbirine bağlanabilmesi için sadece hareketin hızlanması ve ulaşım olanakların gelişmesi yetmez. Bir de şehirden kopuk bu arazilerin yine büyük parçalar halinde mamur hale getirilebilmesi gerekir. Sadece binaları yapmak yetmez. Altyapı dahil yapılı çevrenin bütününü birden tasarlamak ve inşa etmek gerekmektedir. Bu hem pahalı, hem de ucuz bir iştir. Şehrin dışı söz konusu olduğu için araziler ucuzdur; ancak öte yandan da mevcut bir yapılaşmanın içine ya da kenarına ilişilmediği için ilk yatırım maliyetleri yüksektir. 19.yy.'ın küçük müteahhitleri bu denklemi ekonomik kılabilecek güce sahip değillerdi. Başlangıçta yapılan yatırımı arsanın ucuzluğu ve toplu yapımın getirdiği ekonomiyle dengeleyip yatırımın lehine çevirebilecek büyüklükteki girişimcilere gereksinim duyuluyordu. Toplu konutun modern bir yerleşme normu haline gelmesi ulaşım standartlarındaki gelişmenin yanı sıra yatırım ölçeğini büyüten yeni girişimcilerin de ortaya çıkmasıyla mümkün olmuştur. 20.yy.'ın ilk yarısında bu yeni girişimciler ya doğrudan doğruya kamu kuruluşları olmuşlar, ya da kamu sübvansiyonlarınca desteklenerek ortaya çıkmışlardır. Öncülüğü kamu kuruluşlarının yapması 20.yy.'ın şehirlerinde artık sıradan bir olgu haline gelecek olan yerleşme birimlerinin sosyal reform tasarılarının parçası olarak gündeme gelmelerine yol açacaktı.

Büyük şehirlerin dışlarında üretilmeye başlanan toplu konut yerleşmelerine 20.yy.'ın ilk yarısında yüklenen misyon, genel olarak sanayi toplumunun aksayan, iyi işlemeyen mekanizmalarını revize etmek, düzeltmek olarak özetlenebilir. 19.yy. büyük şehrinin sıkıştırarak, üstüste yığarak yerleştirdiği yeni nüfusu aralarında makul mesafeler bırakarak, yaşama standartlarını sanayi toplumunun vaatleriyle buluşturarak yeniden yerleştirmek 1920'lerde başlayan atılımın arkasındaki başlıca motivasyondu. Birinci hedef kümesi, yerleşme üretiminin modern sanayi toplumunun işleyişi ile uyumlu hale getirilmesi, inşaat sektörünün sanayi toplumunun normlarına uygun bir yapıya kavuşturulmasına yöneliyordu. Bununla ilişkili ikinci hedef kümesi ise ortaya çıkan kamusal ve özel yaşama alanlarının eski alışkanlıkların tortularından arınmış modern yaşama kültürünün oluşmasıyla ilgileniyordu.

20.yy.'ın yerleşme üretimine yön veren ilk kayda değer eğilimi Anglo-Sakson kökenli bahçe-şehir hareketidir. Yüzyıla damgasını vuracak olan boşluklu şehir kurgusu Ebenezer Howard'ın yanı sıra Rudolf Eberstadt gibi şehirciler tarafından da daha en başından diyagramlar halinde çizilmiştir. İlk vizyonları izleyen öncü örnekler, 19.yy.'ın sonlarında egemen olan eğilimlerin de etkisiyle ortaçağ ya da kır vurgusu ağır basan yerleşmelerdi: Londra'da Haempstead Garden City, Ruhr'da Margaretenhöhe bu arayışın en bilinen örnekleridir. Karlsruhe'deki Dammerstock yerleşmesi örneğinde olduğu gibi, 1920'ler yolların lineerleşmeye, binaların dik çatılardan, küçük pencerelerden, kıvrımlardan arınmaya başladığı, endüstriyel yapım tekniklerinin uygulanmaya başlandığı dönemdir. Ancak gerek yerleşmelerin, gerekse de yerleşmelerin içindeki binaların ölçeği 1950'lere kadar değişmez. Birkaç bin kişiyi aşmayan yerleşme ve 5 katı aşmayan bina ölçekleri söz konusudur halâ. 1950'lerle birlikte birkaç onbin kişilik yerleşmeler tasarlanmaya ve üretilmeye başlanmıştır. Onlarca aileyi barındırma kapasitesine sahip iri bloklar da bu yerleşmeler içindeki standart binalar haline gelmeye başlamışlardır.

Bu süreçte konut üretiminin sanayileşmesi hep belirli bir teknokrat grubun öncülüğünü yapacağı bir proje gibi algılanır. Organizasyon modelleri ve uygulanan yapım teknikleri ile yerleşmelerin üretim ortamları fabrikalara, ürünün biçimi de diğer sanayi ürünlerine benzetilmeye çalışılır. Ancak sanayileşme, izole ortamlarda kurgulanmaktan önce sektörün bir bütün olarak örgütlenmesine ilişkin bir olgudur. Şantiye üretim ortamı olmaktan uzaklaşıp montaj ortamı olarak örgütlendiği, montaj işlemlerinin ağırlığı doğrudan üretime oranla arttığı ölçüde modernleşecektir. Dolayısıyla da sanayileşmiş alt-sektörleri birer girdi olarak kullandığı, onları kendi bünyesine çekme kapasitesini geliştirdiği ölçüde modernleşecektir yapı ve konut sektörü. 20.yy.'ın son çeyreği bu açıdan dönüm noktası olmuştur. Plastik kökenli malzeme ve donatıların yapı sektörü içindeki ağırlığı artmış; ahşap, toprak, taş gibi doğal malzemeler endüstriyel ortamlarda işlenmiş ve farklı amaçlarla kullanılabilecek hazır ürünler olarak piyasada daha geniş bir yer işgal etmeye başlamışlardır. Tek tek ürün üretmekten uzaklaşıp, hazır-mutfak örneğinde olduğu gibi esnek menüler üretmeye başlayan mobilya sektörü de bu eğilimin bir başka ifadesidir.

Bu sayıda yayınlanan toplu konut projeleri, 18.yy.'ın sonunda, 20.yy.'ın başında ve sonunda uğradığı tarihsel kırılma eşiklerinden süzülerek biçimlenen modern yerleşme kültürü mirasının, farklı programlarla ve önceliklerle son yıllarda üretilmiş örnekleridir. Oldukça değişken ve süreksizliklerce belirlenen bir tarihin güncel örnekleri olsalar da, toplu konutun bina tasarlamaktan önce bağlam yaratma problemi olduğunun ve hangi dönemin verileriyle kurulurlarsa kurulsunlar kendi kendine işleyen bir sürecin ifadesi olmayıp, verilerin her seferinde yeniden işleme sokulduğu spesifik bir mimari tasarım problemi olduğunun kanıtlarıdır.

 

1 2

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz