
Familistere Guise yerleşmesinde
konut bloğu iç avlusu (1860'lar)
Fotoğraf: İhsan Bilgin

B.Renard tarafından
tasarlanan Grand Hornu yerleşmesi hava fotoğrafı (1820'ler)

Grand Hornu Yerleşmesi'nde
bir kavşak
fotoğraf: İhsan Bilgin

C.N. Ledoux tarafından
1770'lerde tasarlanan Chaux yerleşmesi

Elsass'da Mülhausan yerleşmesi
(1850'ler)

P.Schmitter tarafından 1910'larda
Berlin'in altkenti olarak tasarlanan Gartenstadt Staaken'de konut tipleri

R. Unwin vd. tarafından 1910'larda
Londra'nın altkenti olarak tasarlanan Haemstead Garden Suburb yerleşme
planı

Le Corbusier tarafından 1910'larda
tasarlanan Pessac yerleşmesi

Le Corbusier'in Unite Habitation'unun
Interbau sergisi için
Berlin versiyonu (1957)
Fotoğraf: Nezat Sayın

W. Gropius vd.'nin Karlsruhe-Dammerstock
yerleşmesi yarışmasını kazanan projeleri (1929)

Londra'da Hayd Par'ın kıyısında
Westbourne Terrrace (G.Hawkins'in litografisi, 1850'ler)
|
19.yy.'da ortaya çıkan yeni kitlesel konut ihtiyacı büyük şehirlerde yoğunlaşmıştı.
Oysa verdiğimiz örnekler hep şehir dışı endüstri bölgelerinden. Çünkü
bu dönemde şehirlerdeki ihtiyaç büyük oranda parsel ölçeğindeki küçük
üretim tarafından karşılanıyor, düşük gelir grubuna yönelik yeni yerleşme
modellerini uygulamak için şehir dışına çıkmak gerekiyordu. Dolayısıyla
erken endüstrileşme dönemi olarak adlandırılan 19.yy.'da realiteyle
idealler şehirle şehir dışı arasında bölünmüş oluyordu. Öncülüğü
yine İngiltere'de olmak üzere, şehirlerde gerçekleştirilmiş bazı istisnai
uygulamalar da söz konusuydu.
Bunlar, içinde bulundukları döneme ve şehirlere
damgalarını vurmamış olsalar da, modern küçük konut modellerine ve bunların
kümelenmelerine öncülük etmeleri bakımından önem taşırlar. İngiliz
mimar Henry Roberts'in Londra'nın merkezinde Society for Improving the
Condition of the Labouring Classes ve Improved Industrial Dwellings Company için
1850, 1870 ve 1872'de tasarladığı büyük bloklar, minimum birim konut alanına
getirilen tesisat donatısı çözümleri ile havalandırma ve ışıklandırma
çözümleri açısından düşük gelirlilere yönelik toplu konutlara
yenilikler getiriyordu. Yine İngiliz mimar Henry Darbishire'ın Londra'nın en
büyük kiralık konut firmalarından Peabody Trustees için 1860-1880 yılları
arasında tasarladığı bloklar ve yerleşmeler de 19.yy. yerleşme kültürüne
referans teşkil etmesi bakımından kayda değer denemeler niteliğindeydi.
18.yy.'ın sonundan itibaren örnekler çoğalıyor, yayılıyor ve çeşitleniyor;
birarada konut tasarlamanın, üretmenin, dahası barınma işlevine odaklanmış
yerleşme normlarının, dolayısıyla kültürünün oluşmaya başladığı
anlaşılıyor. Ancak yine de bütün bu örneklerin ve normların 20.yy.'ın başında
hala konut sektörü içinde kısmi bir yer tuttuğunu ve yapı endüstrisinin yönünü
çevirecek güçten yoksun olduğunu unutmamak gerekiyor. 19.yy.'da erken endüstrileşmiş
coğrafyaları saran büyük inşaat hamlesi hala yapı yapma alışkanlıklarına
eşik atlatacak, yerleşmenin bütününü bir proje normu haline getirecek
kapasitelere sahip değildi.
20.yy.'ın ilk çeyreğinde güçlenen ve ikinci yarısında yapılı çevrelere
damgasını vuran bir kırılma bu eşiği aşırttı ve yerleşmelerin bir bütün
olarak geliştirilmesini, tasarlanmasını ve üretilmesini tekil örnekler
olmaktan çıkartıp, bir standart haline getirdi. Tek tek konutların ya da
binaların değil, bir bütün olarak yerleşmenin kendisinin düzenli bir arzın
ve talebin konusu haline gelmesi, başta yaptığımız tanımın üçüncü ve
son kademesine getiriyor bizi. Toplu konutu modern bir norm haline getiren bu kırılma,
şehirlerin fiziki bünyesinin kenetlenmiş bir bütünlük olma zorunluluğundan
kurtulması, birbirlerinden kopuk parçalardan oluşmaya başlamasıdır. Bu
durumda şehri oluşturan parçaların birbirlerine ilişki örüntüleriyle bağlı
olmaları yeterli olacak, parçaların ayrıca fiziki olarak da birbirlerine değmeleri,
kenetlenmeleri, bağlanmaları gerekmeyecektir. Mekansal bütünlük fiziki
biraradalığa değil, ilişki örüntülerinin düzenine ve sıklığına bağlı
olacaktır. Bu, parçalarının aralarında boşluklar bulunan, boşlukların
hareketle ve ilişkiyle doldurulduğu 20.yy. yerleşme örüntüsü ve kültürüdür.
Fragmanter örüntüyü mümkün kılan en önemli gelişme hareketin
mekanizasyonu ve elektronizasyonudur; bu alanlardaki teknolojik buluşların
20.yy.'da hızla birer yenilik olmaktan çıkıp kitleselleşmeleri ve
standartlaşmalarıdır. Öncelikle insanın hareketi: Binyıllardır kendisinin
ya da hayvanının gücüyle hareket etmiş, dolayısıyla hızı sabit kalmış
olan insan son 50 yıl içinde bu hızı 10-15 kat artırmakla kalmamış, bunu
çoğunluğun kullanabildiği bir standart haline getirmiştir. Aynı oran
artifaktların hareketi için de geçerlidir. Enformasyonun hareketinde yine son
birkaç onyılın elektronik imkanlarının devreye girmesiyle gerçekleşen hız
artışı ise orantı hesapları ile ölçülebilecek değerleri çoktan aştı;
dijital telefonlar, elektronik postalar vb. bu türden orantıları mümkün kılan
zaman-mekan ilişkisini çökerttiler.
İnsanların ve malların hareketi 19.yy.'daki sanayi devriminin buluşu olan
demiryollarıyla artmıştı. Ancak demiryolu 19.yy.'da daha çok şehirlerarası
taşımacılık için kullanılmış, bazı lineer hatlar dışında şehirlerin
gelişmesi üzerinde etkili olmamıştı. 19.yy.'da başlanan metro inşaatlarının
20.yy.'ın ilk yarısında tamamlanması demiryolunu hat olmaktan çıkarıp ağa
dönüştürecektir. Bir şebeke ancak ağa dönüştükten, yani şehir üzerindeki
farklı noktaları en kısa yollardan birbirine bağlama kapasitesine kavuştuktan
sonra etkin olarak kullanılabilir hale gelir. Uzak noktaların hepsi birden,
her yerden ulaşılabilir hale gelir. 20.yy.'ın ilk yarısında tamamlanan
metro ağlarının etkinliğini artıran bir diğer etken de elektrik gücüyle
çalışmaya başlamalarıydı: Elektrikli tren buharlı trene oranla çok daha
hızlı ve düzenli hareket etme kapasitesine sahipti. Kısacası metro ağları
yerleşmelerin parçalar halinde şehrin bünyesinden kopmalarına, yani şehrin
desantralizasyonuna imkan tanımış oluyordu.
Metro ağı içindeki hareket sadece hızlanma açısından değil,
fragmanter niteliği ile de yepyeni bir deneyimdi: Ne kadar hızlanırsa hızlansın,
çevreyle ilişkiyi ne kadar bulanık bir izlenime dönüştürürse dönüştürsün,
yer üstündeki hareket bir sürekliliğe (continuite) işaret eder. Oysa yer
altında iki nokta arasında ne olduğu hakkında hiç bir izlenim uyanmadan
hareket edilir; bu ışınlanmaya benzetilebilecek kesintili ve süreksiz
(discontinuite) bir deneyimdir. Bu hızlı ve kesintili hareket ile desantralize
olan şehir bünyesinin boşluklu ve parçalı örüntüsü, birbirleriyle örtüşen
modern bir yaşam deneyimine aracılık etmiş oluyorlardı.
20.yy.'da şehirlerin desantralizasyonunu kolaylaştıran bir başka etken de
metro şebekesinin yanına yeni bir karayolu şebekesinin eklenmiş olmasıydı.
Yüzyılın başında bir yenilik olarak ortaya çıkıp ortasından itibaren
kitleselleşen ve bir orta sınıf standardı haline gelen özel otomobiller şehrin
çevresindeki kuşakların, aralarda kalanların "bypass" edilerek
kullanılmasını bir kez daha kolaylaştırmış oluyordu.
Yukarıdaki örneklerin de işaret ettiği gibi 20.yy.'ın ilk yarısına
kadar şehire mesafeli durmak için en azından üst-orta tabaka mensubu olmak,
ya da büyük işletmelerde ve maden ocaklarında çalışmak gerekiyordu.
Hareketi serileştiren bu gelişmelerin birer gündelik yaşam standardına dönüşmesi
sonucunda, şehirlerin 19.yy.'ın sonuna kadar gelişmiş olan bünyelerinden
uzaklaşmak artık bir ayrıcalık ya da istisna olmaktan çıktı, kitleselleşerek
bir orta sınıf standardına dönüştü.
Ancak şehrin parçalar halinde kopması ve ilişki örüntüleri üzerinden
birbirine bağlanabilmesi için sadece hareketin hızlanması ve ulaşım
olanakların gelişmesi yetmez. Bir de şehirden kopuk bu arazilerin yine büyük
parçalar halinde mamur hale getirilebilmesi gerekir. Sadece binaları yapmak
yetmez. Altyapı dahil yapılı çevrenin bütününü birden tasarlamak ve inşa
etmek gerekmektedir. Bu hem pahalı, hem de ucuz bir iştir. Şehrin dışı söz
konusu olduğu için araziler ucuzdur; ancak öte yandan da mevcut bir yapılaşmanın
içine ya da kenarına ilişilmediği için ilk yatırım maliyetleri yüksektir.
19.yy.'ın küçük müteahhitleri bu denklemi ekonomik kılabilecek güce sahip
değillerdi. Başlangıçta yapılan yatırımı arsanın ucuzluğu ve toplu yapımın
getirdiği ekonomiyle dengeleyip yatırımın lehine çevirebilecek büyüklükteki
girişimcilere gereksinim duyuluyordu. Toplu konutun modern bir yerleşme normu
haline gelmesi ulaşım standartlarındaki gelişmenin yanı sıra yatırım ölçeğini
büyüten yeni girişimcilerin de ortaya çıkmasıyla mümkün olmuştur.
20.yy.'ın ilk yarısında bu yeni girişimciler ya doğrudan doğruya kamu
kuruluşları olmuşlar, ya da kamu sübvansiyonlarınca desteklenerek ortaya çıkmışlardır.
Öncülüğü kamu kuruluşlarının yapması 20.yy.'ın şehirlerinde artık sıradan
bir olgu haline gelecek olan yerleşme birimlerinin sosyal reform tasarılarının
parçası olarak gündeme gelmelerine yol açacaktı.
Büyük şehirlerin dışlarında üretilmeye başlanan toplu konut yerleşmelerine
20.yy.'ın ilk yarısında yüklenen misyon, genel olarak sanayi toplumunun
aksayan, iyi işlemeyen mekanizmalarını revize etmek, düzeltmek olarak özetlenebilir.
19.yy. büyük şehrinin sıkıştırarak, üstüste yığarak yerleştirdiği
yeni nüfusu aralarında makul mesafeler bırakarak, yaşama standartlarını
sanayi toplumunun vaatleriyle buluşturarak yeniden yerleştirmek 1920'lerde başlayan
atılımın arkasındaki başlıca motivasyondu. Birinci hedef kümesi, yerleşme
üretiminin modern sanayi toplumunun işleyişi ile uyumlu hale getirilmesi, inşaat
sektörünün sanayi toplumunun normlarına uygun bir yapıya kavuşturulmasına
yöneliyordu. Bununla ilişkili ikinci hedef kümesi ise ortaya çıkan kamusal
ve özel yaşama alanlarının eski alışkanlıkların tortularından arınmış
modern yaşama kültürünün oluşmasıyla ilgileniyordu.
20.yy.'ın yerleşme üretimine yön veren ilk kayda değer eğilimi
Anglo-Sakson kökenli bahçe-şehir hareketidir. Yüzyıla damgasını vuracak
olan boşluklu şehir kurgusu Ebenezer Howard'ın yanı sıra Rudolf Eberstadt
gibi şehirciler tarafından da daha en başından diyagramlar halinde çizilmiştir.
İlk vizyonları izleyen öncü örnekler, 19.yy.'ın sonlarında egemen olan eğilimlerin
de etkisiyle ortaçağ ya da kır vurgusu ağır basan yerleşmelerdi: Londra'da
Haempstead Garden City, Ruhr'da Margaretenhöhe bu arayışın en bilinen örnekleridir.
Karlsruhe'deki Dammerstock yerleşmesi örneğinde olduğu gibi, 1920'ler yolların
lineerleşmeye, binaların dik çatılardan, küçük pencerelerden, kıvrımlardan
arınmaya başladığı, endüstriyel yapım tekniklerinin uygulanmaya başlandığı
dönemdir. Ancak gerek yerleşmelerin, gerekse de yerleşmelerin içindeki
binaların ölçeği 1950'lere kadar değişmez. Birkaç bin kişiyi aşmayan
yerleşme ve 5 katı aşmayan bina ölçekleri söz konusudur halâ. 1950'lerle
birlikte birkaç onbin kişilik yerleşmeler tasarlanmaya ve üretilmeye başlanmıştır.
Onlarca aileyi barındırma kapasitesine sahip iri bloklar da bu yerleşmeler içindeki
standart binalar haline gelmeye başlamışlardır.
Bu süreçte konut üretiminin sanayileşmesi hep belirli bir teknokrat
grubun öncülüğünü yapacağı bir proje gibi algılanır. Organizasyon
modelleri ve uygulanan yapım teknikleri ile yerleşmelerin üretim ortamları
fabrikalara, ürünün biçimi de diğer sanayi ürünlerine benzetilmeye çalışılır.
Ancak sanayileşme, izole ortamlarda kurgulanmaktan önce sektörün bir bütün
olarak örgütlenmesine ilişkin bir olgudur. Şantiye üretim ortamı olmaktan
uzaklaşıp montaj ortamı olarak örgütlendiği, montaj işlemlerinin ağırlığı
doğrudan üretime oranla arttığı ölçüde modernleşecektir. Dolayısıyla
da sanayileşmiş alt-sektörleri birer girdi olarak kullandığı, onları
kendi bünyesine çekme kapasitesini geliştirdiği ölçüde modernleşecektir
yapı ve konut sektörü. 20.yy.'ın son çeyreği bu açıdan dönüm noktası
olmuştur. Plastik kökenli malzeme ve donatıların yapı sektörü içindeki ağırlığı
artmış; ahşap, toprak, taş gibi doğal malzemeler endüstriyel ortamlarda işlenmiş
ve farklı amaçlarla kullanılabilecek hazır ürünler olarak piyasada daha
geniş bir yer işgal etmeye başlamışlardır. Tek tek ürün üretmekten
uzaklaşıp, hazır-mutfak örneğinde olduğu gibi esnek menüler üretmeye başlayan
mobilya sektörü de bu eğilimin bir başka ifadesidir.
Bu sayıda yayınlanan toplu konut projeleri, 18.yy.'ın sonunda, 20.yy.'ın
başında ve sonunda uğradığı tarihsel kırılma eşiklerinden süzülerek
biçimlenen modern yerleşme kültürü mirasının, farklı programlarla ve önceliklerle
son yıllarda üretilmiş örnekleridir. Oldukça değişken ve süreksizliklerce
belirlenen bir tarihin güncel örnekleri olsalar da, toplu konutun bina
tasarlamaktan önce bağlam yaratma problemi olduğunun ve hangi dönemin
verileriyle kurulurlarsa kurulsunlar kendi kendine işleyen bir sürecin ifadesi
olmayıp, verilerin her seferinde yeniden işleme sokulduğu spesifik bir mimari
tasarım problemi olduğunun kanıtlarıdır.
|