Yapılar, Kentler ve İnsanlar
Mimarlık tanımlanırken, insanların hem fiziksel
mekânlara, hem de kendi duygu ve düşüncelerini anlatan biçimlere duydukları
gereksinimi karşılayacak yapıları üretme eyleminden söz edilir.
Dolayısıyla eylem iki unsur taşır: İnsanların yapı gereksinimi ile yapının
yansıttığı insan duygu ve düşünceleri.
İnsan ve yapı birbirini karşılıklı olarak etkileyen, belirleyen iki
olgudur. İçinde yaşadığınız ya da çevrenizdeki yapılar sizin nasıl bir
insan olduğunuzu da az çok anlatır.
Ülkece içinde bulunduğumuz çıkmazları, bunalımları yapılarımıza
bakarak da anlayabiliriz.
Halkımızın büyük çoğunluğunun içinde yaşadığı yoksulluk ve kültürel
geriliğin bir yansıması olarak özellikle de kentlerde yoğunlaşan yapı
sefaletinden söz edebiliriz. Hiçbir zaman tam olarak bitmeyen, üzerinde sürekli
bir kat daha çıkmaya hazır demir filizlerin göründüğü, sıvası, çatısı
olmayan, çevresindeki öteki yapılarla, önünden geçen ya da geçecek
sokakla hiçbir ortak yanı ya da ilişkisi olmayan bir çirkinlik denizi.
Bu çirkinliğin içinde varsıl kesimlerin yaşadıkları, inceliklerle
tasarlanmış özel alanlar, siteler var bir de. Bu yapılardaki özene, ayrıntı
işçiliğine bakınca da sanki genel beğeni düşüklüğüne tepki olarak
ortaya çıkmış izlenimi doğuyor.
Böylesi dış dünyadan soyutlanmış özel alanlar, orada yaşayan insanları
mutlu kılabilir mi?
Bu arada başka ülkelerde üç yüz-beş yüz yıllık geleneksel kent dokuları
yerinde dururken bizim kentlerimizin elli yıl önceki dokularının bile
yerinde yeller estiğini de anımsayalım.
Toplumlar da, kentler de bir bütündür. Toplumsal kesimler arasında ya da
bir kentin farklı mahalleleri arasında aşılmaz duvarlar örülmüşse artık
aynı toplumun bireyleri olduğumuzu söyleyebilir miyiz?
Sabah'ın pazar ekinde tiyatro sanatçısı Yılmaz Erdoğan, ''Kemer
Country'' den Cihangir'e taşınma nedenini şöyle açıklıyor: ''Orda hayat
tel örgülerle çevrili... Kemer'de çok müstakil bir hayat var. Kemer'de
squash oynayıp sushi yerken yazamam.''
Aynı günün gazetelerindeki bir başka haber de, Ankara Belediyesi'nin ücretsiz
dağıttığı bulgur torbalarından birini alabilmek için çabalarken kalabalıkta
ezilip ölen bir yaşlı kadınla ilgiliydi.
Bu iki olay aynı dönemde aynı ülkede yaşanıyor!
Bir de nüfusun çoğunluğunu oluşturan genç kuşaklar var, bu toplumsal çatlamanın
ortasında yetişen.
Daha gittikleri okullarda başlıyor, içine itildikleri ayrımcılık dünyası:
Bir yanda devletin olanaksızlıklar içindeki okulları, öte yanda yüksek ücretlerle
öğrenci alan özel okullar.
Özel üniversiteler de verdikleri eğitimden önce yapıları ya da yapı
topluluklarıyla dikkat çekiyor.
Bunlarda da yapı ile onun kullanılış biçimi ve kullanacak insanlar arasındaki
ilişkilerin hiç düşünülmediği görülüyor. Gösteriş ön planda. Üniversite
yapısı, on sekiz-yirmi yaşındaki bir gencin ilişki kurabileceği, kendini
yabanc ı duymayacağı bir mekân olmalı öncelikle. Dünyada eşi benzeri
olmayan çağ ötesi yapılara, bu ülkenin liselerinde okumuş, bu ülkenin
sokaklarında dolaşarak, bu ülkenin insanları arasında büyümüş genci alıp
kapattığınızda, dahası, yine o toplumun içine dönecek insana orada öğrettikleriniz
neye yarar?
Devletin son yıllarda çeşitli kentlerde açtığı yeni üniversitelerde
de benzer yapı sorunları görülüyor: Geniş bir araziye, koca koca yapıları
kondurmakla üniversite olunamıyor. Üniversite, bulunduğu kente kimliğini
veren kurumların başında gelir. Üniversite kenti, sokaklarındaki özgürlük
havasından tanınır. Üniversite kentleri kültür kentleridir. Kitapçıların,
sinemaların, tiyatroların, konserlerin sokaklarına yayıldığı kentlerdir.
Hangi üniversitemiz, hangi kentimize bu özelliği kazandırdı, bir bakalım.
Birey-toplum-yapı-eğitim... Bunlar birbirini belirleyen etmenler. Hiçbiri
tek başına varolamıyor. Kentlerimizi yenibaştan, insani özellikleri öne çıkararak
düzenlemedikçe, insanımızı uygar kılacak eğitim ve yaşam olanaklarını
sağlayamadıkça tek tek kurtuluşların olamayacağını hep beraber göreceğiz.
Cumhuriyet - Turgay Fişekçi
|