Kent Üzerine Notlar: 2
“Gerçekte
tarihselliği olan kentsel üretim biçimlerini, doğal bir sürecin
parçasıymışcasına temsil eden algısal harita ve toplumsal ilişkilere başat,
başkalaşmış, özgürleştirici algısal harita ve ilişki biçimleri mümkün müdür”,
sorusuyla bir önceki yazımızı sonlandırmıştık. Sanırız, olasılıkları çoğaltarak
başka tür bakma biçimlerini söylemsel de olsa sınamaya çalışmak, özellikle son
yarım yüzyılda takılıp kaldığımız ve bir anlamda kaçınılmaz olduğu varsayımıyla,
kayıtsızca yeniden-ürettiğimiz kentsel mekânları/temsiliyetleri, anlamamızı
kolaylaştırıcı bir mecraya bizleri iteleyebilir.
Geçen yazımızda uzun
uzadıya kentsel mekânların bileşenlerini betimlemeye çalışırken, mekânın,
kullanım değeri ve artı-değeri arasındaki gel-gitlere takılıp kaldığını
söylemiş; mekânın alınıp satılır, salt tüketime hazır bir “meta”ya
indirgenebilmesi sürecini, kapitalizmin yerleşik bir düzeneğe sığdırdığı algısal
haritalamanın bir sonucu olduğunu belirtmiştik. Burada bizim için daha da önemli
olan, sosyal aktörler arasında takasa zorlanan mekânın kendisi ve takasın
mecrası olarak adlandırdığımız pazarın biçimlenişi, gücü ve bağlamsal
etkileşimidir. Bir diğer deyişle, kullanım değeri ve artı-değer arasındaki
kaymalar, pazarın takas bağımlı arsız istencinden öte bir şey değildir: mekân
takasa zorlandığı oranda, kullanım değerini yitirerek, artı-değere uzanan bir
tür “yapmacık”, kurgulandırılmış toplumsal doğallığa itelenir. Tartıştığımız
sorun alanını biraz daha irdelemek gerekirse, “değer”in ne olduğu ve nesnenin
nasıl değer edindiği üzerine de yorum yapmamız anlamlı olabilir. En yalın
haliyle değer’in karşılığı “emek” olmalıdır; ancak, kullanım değerinden
artı-değere uzanan çok katmanlı takas sürecinde, emeğin yerini, ölçülebilir bir
simge sistemine terk ettiği görülecektir. Sosyal aktörler arasında, yazılı veya
değil, bir tür uzlaşma üzerinden geçerliliği sorgulanmayan bu simge sistemi ve
onu üstlenmiş nesne, mekânın alınıp satılabilir bir “şeye” indirgenmesindeki son
“mutabakat” alanıdır. Kapitalizmin son devresinde, kaçınılmaz bir üstünlüğü
olduğu teyit edilen ve uluslararası pazarda dolaşımı meşru kılınan bu simge
sistemi (bir diğer deyişle, para), mekânın maddesel ve sosyal bileşenlerini
adeta göz ardı eden bir süreci de katıksız meşru kılmaktadır.
Üstat Mübeccel KIRAY’ın çok daha önceleri dile
getirdiği bu kaçınılmaz ilişkisellik, kapitalizmin doğal kılınmasına bağıl bir
doğallığı kentsel mekân için de geçerli bir akçeymişcesine sosyal aktörlere
sunar. Hiç şüphesiz ki, simge sistemlerinin pazarda etkin kılınabilmesi ve
mekânın nesneleştirilebilmesi için, meşruiyeti sorgulanmayan düzeneğin
içselleştirdiği eylem alanları ve taktikleri anlamak gerekir: kent bilimcilerin
üzerinde ısrarla durduğu toprak (land: arazi, alan, vatan, ülke, vb.) ve
arazi-kullanımı (land-use: sanayi, işyeri, konut, eğlence, vb.), gerek mekânın
maddesel niteliğinin ölçülebilir kılınması, gerekse mekânın “işlev” aracılığıyla
üstlendiği temsiliyetlerin geçerlilik kazanabilmesi için, gerekli iki eylem
alanıdır. Bu eylem alanları içerisinde, farklı taktiklerin kullanılması,
toprağın, kullanım değerine başat değerler edinebilmesi için kaçınılmazdır. Ne
de olsa salt kullanım değeri üzerinden yapılacak bir takas, kentsoylunun
varsıllığı önündeki en önemli engellerden bir tanesidir ve süratle bu sürecin
başka mecralara itelenmesi gerekir. Üstelik bu itelemenin tarihselliği,
ideolojik araçlarla gizlenmeli, saptırılmalı ve yukarıda değindiğimiz biçimiyle,
toplumsal kurgulamalar aracılığıyla doğallaştırılmalıdır. İşte tam bu noktada,
artı-değere yüklenen ve belki de son çeyreğin en önemli sorun alanlarından bir
tanesi olarak kabul edilen ikincil simge sistemlerinin niteliği sorgulanmalıdır.
Artı-değere eklemlenen ve tüketimin bir tür yansıması olarak benimsenen
işaret-değeri (sign-value), sosyal aktörler arasındaki uzlaşmanın son kertesidir
ve sosyal parçalanmayı/ayrıştırmayı/başkalaştırmayı, maddesel bir ortamda meşru
bir düzeneğe çeken yeni bir değer sistemiymişcesine, kapitalist örüntü
içerisindeki yerini sorunsuz bir biçimde alır. Sosyal aktörler arasında takasa
zorlanan “şey” artık, nesnenin kendisi olduğu kadar nesneye bindirilmiş
işaretlerin de “yekünüdür”. Satın alıp, tükettiğimiz “şey”, kendisine atfedilen
artı-değer ve ona takılı bütün işaretlerin kendisidir. Bütün bunlar, bizim bir
açmaza doğru sürüklendiğimizin habercisi olabilir; ancak, kaçış noktalarının
bilinmesi, açmazın aşılabilirliğini de muştulayabilir. Dolayısıyla burada
yöneltilmesi gereken soru, doğal gibi görünenin yeniden tarihsel kılınmasına
ilişkin olmalıdır: bu tür bir sorunun itici gücü de, sanırız, egemen düzeneğin
anlaşılmasını, çözünlenmesini gerektirir.
Birincil sorumuzu takılan ve bize göre önemi
yadsınamaz ikinci soru da, artı-değerin yeniden kullanım değerine dönüştürülüp
dönüştürülemeyeceği üzerinedir. Bunun tümüyle olası olduğunu savlamak yanıltıcı
olabilir, ancak olasılıkların araştırılması bir gerekliliktir ve önümüzdeki
yazılarımızda, Türkiye örneklerine dönerek, hem açmazın kendisini, hem de açmaza
yönelik kaçışları sınamaya çalışacağız.
Yazarla yazı ile ilgili görüşlerinizi paylaşmak için aşağıdaki
formu kullanabilirsiniz.
|