Köşe Yazısı

“Meraklı BoÄŸalar, Kasaplık Koyunlar”

Yazan: Mahmut Åženol Tarih: 1 Haziran 2006

“Yazıya daima kısa bir giriÅŸle baÅŸlamalı!” Cumhuriyet’teki ilk günlerimde, böyle öÄŸrettiler. Hangi kısa cümleyle baÅŸlasam, diye benim kaç zamandır, gözlerinden hüzün akan acûzeler gibi çevresinde oyalandığım bu yazı, Sayın Emine Merdim’in “Arkitera”nın yazı kadrosunda adımı görmek, okura göstermek ısrarından kaynaklanıyor. Yoksa, durduk yerde, rahatımı niye bozayım?

Öneriyi aldığımdan beri, Bach’ın Brandenburg Konçertosu eÅŸliÄŸinde ne taslaklar hazırladım; çöp sepetim doldu, taÅŸtı. Indiana’nın mısır düzlüklerinde ilhâm bile aramaya kalkıştım; olmadı! Türlü kısa cümleler yazdım; hiç biri yeterince kısa deÄŸildiler… Yazıya, mutlaka kısa bir giriÅŸ koymalı, okurumu daha en başından tavlamalıydım. Zira, okurla buluÅŸan ilk yazı, bir tanışma merasimi sıkıntısı terine iyice batıp çıkar; görücüye gidilmiÅŸ, dünür salınmış gibidir. Hani, “Bir yaÄŸsa da, kurtulsak!” denilen yaÄŸmur bulutlarının tahammül edilemez sıkıntısına benzer…

Böyle durumlarda, seyretmiÅŸ olanı anımsar, usta bir yazarı canlandıran Sean Connery’inin, “Finding Forrester” adlı filminde Bronx’lu yazma tutkunu delikanlıya söylediÄŸi vecize aklıma geliyor. Sean, delikanlıyı masasında karşısına oturtur, önüne Hermes-3000 modeli daktiloyu koyar, kâğıdı ÅŸaryoya takıp der ki:
“Haydi yaz!”

Kendisi de bir baÅŸka daktiloya çöreklenmiÅŸ, omzu başında gezdirdiÄŸi edebiyat Perisi ile fısır fısır konuÅŸmaya koyulmuÅŸtur. Bronx’un ghettosunda büyüyen yazı tutkunu çocuk, afal afal bakınırken, Sean amcamız çoktan yazmaya baÅŸlamıştır. Basket oyunu uzamasına uÄŸramış siyahî, vardakosta ergeni, Amerikalı delikanlı, “Ä°yi ama” der, “Aklıma bir ÅŸey gelmeden, nasıl yazarım?”

Ä°skoç gülümsemesi dudaklarından bütün film yaÅŸamı boyunca eksilmemiÅŸ bulunan, 007 James Bond emeklisi Sean’ın o sözünü nasıl unuturum:

“Sen yazmaya hele bir baÅŸla, arkası gelir…”

Hımmm… Demek ki, ilk cümleyi koymak önemlidir. Gerisi, TRT’nin “Arkası Yarın” programları gibi nasılsa geliyordu. Çünkü bu iÅŸ, bir merak iÅŸiydi. Ä°lk cümleyle merakı bir yarattınız mı, gerisi kolaydı. Ä°sabel Allende’nin “Ruhlar Evi” adlı baÅŸyapıtına giriÅŸi okuyan, bir meraka düÅŸer ki, arkasını getirmeden duramaz. ''Barrabas llego a la familia por via maritima'', Barrabas bize denizden geldi... Barrabas bir köpektir! Meraklandınız deÄŸil mi? Köpek denizden nasıl gelir, diye.. Denizde ne iÅŸi olabilir? Sabah sabah yüzmeye mi çıkmıştır? Yoksa, bilmediÄŸimiz bir deniz köpeÄŸi türü mü vardır? Meraklanmayana aÅŸkolsun! Öyleyse, okura gidip bir “Ruhlar Evi” almak düÅŸer; daha önce okunmuÅŸsa, ki umarım öyledir, bir daha okunması icap eder. Ä°ÅŸte, merakı uyandırmak, her ÅŸeyin başıdır.

Hollandalı Erasmus, hani ÅŸu deliliÄŸe övgüler düzen büyük Aydınlanmacı filozof, “Merak seçkinlere ait” olmalı diyordu. Erasmus kısaca, “Kadın dedikodusuna dönmemeli!” dediÄŸi “Merak”ın meraklısıydı. “Korkuları yenmenin en iyi yolu, merakın iyileÅŸtirici yanına sığınmaktır” savındaki Erasmus’u, bir asır sonra yaÅŸamış olan Descartes de, onaylıyordu: Bilgi uÄŸruna merakını yenemeyen Réne Descartes, evini sofrasını, sıcak yorgan döÅŸeÄŸini terk edip merakından yollara düÅŸecekti. “Merak, insanoÄŸlunun canlılık kaynağıdır”, diyordu.

Yazı yazmanın da, iÅŸte bu yüzden bir merak iÅŸi görülmesi, iyisinden yazılan bir metni okumanın ise bundan daha geri kalır bir ÅŸey olmaması gerekir. Bunu anlatmak için, bildiÄŸiniz isimlerin büyük gölgelerine sığınmaya devam edeyim: Pekâla, Montaigne’e kulak veriniz, size ÅŸöyle diyecektir. “Merak, gündelik yaÅŸamdaki gizemdir ve ondan korkulmaması gerekir. Bilinmedik bir yerde, elveriÅŸsiz koÅŸullarda yürüyüÅŸe çıkmakla aynı ÅŸeydir.”

Bunların ardına, Thomas Hobbes’i eklersem, ÅŸaşırmayın. Merakın insan aklının ÅŸehveti olduÄŸunu söyler ki, bir ÅŸehvet tutkunu olarak yaÅŸamı boyunca “Merak Don Juan”lığı yapacaktır. Bu alıntılar listesi, böyle uzar gider..

19.Yüzyıla gelindiÄŸinde, “merak” o kadar dallanıp budaklanmıştı ki, alıp başını gitmesinden korkulunca, sınıflandırdılar. Bilimsel amaçlı olan “maksadını aÅŸmamış merak” ile “aylak merakı”nı birbirine karışmasın, diye farklı sepetlere koydular. Bana öyle geliyor ki, yazar çizer takımı, hele hele gazeteci milleti aylak merakına bulaÅŸmış olanıdır. Böylesinin, KurbaÄŸalı Dere’de hâlâ kurbaÄŸalar var mı, diye merakından oraya gidip bakınacağına emin olabilirsiniz. Hatta bu tür insanların, olur olmaz her ÅŸeye yönelik, baÅŸkalarının hafif bir nezle atlatırcasına savuÅŸturdukları bellek takıntılarıyla, örneÄŸin patlıcanın envâ-ı çeÅŸidi yapılıyor da, niye dondurması olmuyor türünden bir merakın peÅŸinde dolandıklarına tanık olabilirsiniz.

Haksız da sayılmazlar! Ben de, ÅŸimdi birden bunun merakına düÅŸüp Sözlük’ü taradım, üÅŸenmedim buldum: “Patlıcanın dolması, karnıyarığı, imambayıldısı, sarmısaklı püresi, Ali Nazik’i, oturtması, musakkası, silkmesi, kızartması, beÄŸendisi, pilavı, çorbası, çöp ÅŸiÅŸi, ciÄŸeri, böreÄŸi, salatası, turÅŸusu, reçeli ve tatlısı, daha neler neleri yapılıyor da, ÅŸükürler olsun henüz dondurması yapılmıyordu.” Neden? Ä°ÅŸte, aylak merakı budur!

Baba Cervantes’in, La Mancha’lı Don Quıjote’yi yollara salmadan evvel, bir daha kimsenin üstüne mürekkep oynatamadığı insanlığın bu baÅŸyapıtında seslendiÄŸi, yine, aynı merakta olan okurdur. Cervantes, “Desocupado Lector!” diye sesleniyor, okuruna. En iyi Don KiÅŸot çevirisini yapmış olan Bertan Onaran’ın Türkçemize kazandırdığı, Türk avarelerinin ellerinden düÅŸmeyen roman, “Aylak Okur!” diye baÅŸlar.

Okuru, başıboÅŸluÄŸunun ve aylak merakının farkında mıdır, diye Cervantes daha baÅŸtan onu bir sıgaya çeker. Hani, iÅŸin gücün varsa, burda eÄŸlenip oyalanma, diyesi gelmiÅŸ gibidir. Ciddi ve parayla iÅŸi olan insanların, bu aylak mısın be birader, sorusuyla baÅŸlayan romana giriÅŸmeleri beklenemez. Onlar, gazetelerin borsa sütunlarında dolaÅŸmayı yeÄŸlerler.

Zaten, Ziya Gökalp’in dediÄŸi gibi, “Gazeteler halk için, kitaplar aydınlar içindir!” Gökalp’in bu élite, seçkinci tavrını, anlamalı. Cervantes’inki de bundan farklı deÄŸildir. Cervantes de okuru Don KiÅŸot peÅŸine takmadan önce uyarır. Ancak, aylak merakına sahip olan bizler, zaten çoktan okumaya hazır bulunur; Pancho’nun ardından, Don KiÅŸot’u izleyenlerden biri oluveririz…

Cervantes’in Ä°ngilizce’deki en iyi çevirisini yapmış olan Ä°ngiliz yazar Aubrey de Selincourt, “Don KiÅŸot, hayatta en az üç kez okunmalı!” der, “Gençlikte, olgunlukta ve yaÅŸlılıkta…” Buysa, yaÅŸam boyunca aylak olmak anlamına gelir. Ne ki, aylak merakına sahip biri bundan asla sıkılmayacak, hatta benim yaptığım gibi, roman her yıl bir kez, hatim indirircesine okunacaktır.

Åžimdi, geldiniz mi lafıma? Merak her ÅŸeyin başıdır. Hele aylak merakı bambaÅŸkadır. Gazeteci, yazar takımı bu aylaklığın en gözde temsilcisi olduÄŸundan, benim de farklı davranmam açıkcası beklenemez. Ben her ÅŸeyi merak ederim!
Bu uslanmak bilmez merakımla, kızımın iÅŸlerine de burnumu soktuÄŸum zamanlar olmuyor, deÄŸil. Arkitera’nın editörlüÄŸünü yapan kızım Gülin Åženol’un, “Türkiye’de Kamusal Heykel Muskadır” baÅŸlıklı, Sayın UÄŸur Tanyeli ile söyleÅŸisine, saÄŸanak yaÄŸmur misali çukur dolduran yorumlar yapıldığını görünce, baba yüreÄŸim elvermemiÅŸ, bir çift laf da ben edeyim istemiÅŸtim. Altıyol’da saat 6’da BoÄŸa’da buluÅŸalım baÅŸlığınıysa, kendi yorumuma merakımdan uygun görüp koymuÅŸtum. O zamanki yorum yazımı, en çok Arkiteracı’lar beÄŸenmiÅŸ olmalı; meraklarından, acaba editörümüzün babası da bize yazı yazar mı, diye uzun uzun düÅŸünmüÅŸler. Bu kadar meraka gerek yoktu! Bana, Burkina Faso’da yazını basacak gazete var, desinler, hiç yüksünmem, oraya da yazarım.

BoÄŸa heykelininin kamusal alan tartışmasında kullanıldığı söyleÅŸi yazısının ardından, Kadıköyü’nün eski bir sakini olarak onunla tanışıklığım, göz âÅŸinalığımı anlattığım yorum yazısına ÅŸimdi bakıyorum da, bir ÅŸey eklemeyi unutmuÅŸ olduÄŸumu görüyorum. BoÄŸa, bana kalırsa, kırmızı Ä°spanyol ÅŸalının ardında ne var diye meraktan çat diye çatlayacak kadar, dünyanın en meraklı hayvanlarından biridir. Kırmızıya saldırması bence merakındandır; ancak bunu, bir zamanlar kırmızıdan, kızıldan söz edildiÄŸinde, velveleli bir öfke krizine kapılanlarla karıştırmamak gerekir. BoÄŸa, kırmızının ardında ne var, diye merak ediyordur.

Hayvanlar âlemindeki merakın insanoÄŸlundan geri kaldığı söylenemez. “Kediyi merak öldürür”, deniyorsa da, siz aldırmayın bu yakıştırmaya… Kediler açlık, bakımsızlık ve karşıdan karşıya geçerken, “önce sola, sonra saÄŸa, sonra tekrar sola bakınız!” eÄŸitimi almadıklarından ölüyorlar.

Bir hayvanın merak duymaya baÅŸladığını anlayabileceÄŸiniz tek iÅŸaret, kuyruÄŸunu sallamasıdır. Zaten kuyruk oynatmak, hayvanlarda pek keyifli bir ÅŸeyle uÄŸraşıyor olmaklığın sembolüdür. Merak, ardında bir keyif bırakmasa, uÄŸraşılacak bir ÅŸey olmazdı. Altıyol’daki BoÄŸa’nın kuyruÄŸunu oynatıyor olamaması, ne yazık ki, onun bronzdan dökülmüÅŸlüÄŸüne yorulmalıdır. Yoksa, gayet eminim ki, Altıyol BoÄŸası’nın kuyruÄŸunda Saka kırbacı yememek için, insanlar “kamusal alandan” uzak dururdu. Çevresinde, Kâğıthane sefâsına çıkılmış gibisinden dolaÅŸan pek görülemezdi.

Ben tüm hayvanların, az çok meraklı, aylak olduklarını düÅŸünüyorum. Bir tanesi istisnâdır: Koyunlar! Koyun milleti daha yavruyken çok sevimlidir; onu alıp baÄŸrınıza basacağınız, öpüp koklayacağınız gelir. Koyunun yavrusuna kuzu denir; Ä°nsan da, sevdiÄŸine “kuzu” diye seslenmez mi? Siz, kuzuya yavrum diye seslenip aşırı bir sevgi seli beslerken, bir bakarsınız ki o sadece iÅŸkembesini doldurmaya çalışan, çevreyle ilintisi tümüyle kesık bir mahlûkat hâline gelmiÅŸtir. Kırlardaki güzelliklerin, şırıl şırıl akan derelerin, Ragıp Çalapala kitaplarında yaz tatiline gitmiÅŸ talebe konulu öykülerdeki köy manzaralarının farkında bile deÄŸildir; çünkü, merak etmez.

Merak etmediÄŸinden, kısa süre sonra, hayatta canı sıkılmaya baÅŸlayacaktır. KoyunlaÅŸma zamanı geldikçe, bu can sıkıntısı tahammülfersa bir biçimde artar, günler hep aynılaşır ve sonunda koyun tarifsiz kederler içinde kalır. Koyun, o vakit, bezgin, yılgın ve çökmüÅŸ bir yaratıktır. Denilebilir ki, bütün yaratıklar arasında onun kadar ölmeye yatkın, “Allah canımı alsa da, ÅŸu hayattan bir kurtulsam”, diyene rastgelinemez! Anımsarsınız, geçenlerde Anadolu’nun bir yerlerinde, uçurumdan atlayan koyunun ardından ötekiler de atlamıştı; bunu meraktan, ya da, yoldaÅŸlarına baÄŸlılık duygusundan yapmamışlardır. Bana kalırsa, bir ân evvel ölmeyi istemektedirler.

Sanıyorum, koyunlar bütün hayvanlar arasında kesilmeye en çok hazır olanıdır. Hatta, kanat takıp bulutlar arasında kuÅŸ gibi süzülmeye, Ä°brahim Peygamber’in elindeki parlayan bıçağın altına yatmaya cân-ı gönülden hazırdırlar. Koyun, ÅŸöyle laf olsun gibisinden bir iki çırpınma gösterip başını kasabın eline verir. Kasap vitrinlerinde bacağından aÅŸağı sarkıtılıp, poposuna da renkli kropon kâğıdı takılmasına çoktan razıdır.

Can pazarı bu! ÖrneÄŸin, tavuk debelenir, cıyak cıyak öter; horoz gagalar; inek, öküz, manda, deve aÄŸzından köpükler çıkarıp kör talihin kör bıçağına direnir. BoÄŸa’yı, koyun gibi, öyle kolay kolay bıçak altına yatıramazsınız; gelsin Matador Christobal Tardo! Ama, koyun öyle midir ya! Koyun, bu ezeli ve ebedi kaderine razı olmuÅŸ, hayat bıkkını bir canlıdır. Tekrar ediyorum; öyledir, çünkü merak denilen “huysuzluk keçisi” onda yoktur.

Burdan geleceÄŸim yer ÅŸurası olmalıdır: Merak denilen ÅŸey, canlılığın temelidir. Ben de, türlü konularda merak besleyip canlılığımı, haydi felsefî olsun diye kullanırsan, vitalism’i onda buluyorum. Bu canlılık, baÅŸkalarına laf yetiÅŸtirmek olarak, zaten bende evvel eski bulunduÄŸu gibi, “hüdâ-i nâbit” bir ÅŸekilde beliriyor. Galiba, buna edebiyat dilinde, kinâye sanatı demektedirler.

“Altıyol’da BoÄŸa” yorumumda, örneÄŸin mimarlarımızın konuÅŸmalarına biraz sataÅŸmıştım. Sanıyorum bu, Arkitera’nın mimar kökenli yöneticilerinin pek hoÅŸuna gitmiÅŸ olmalıdır. DoÄŸruyu söylemiÅŸ olmanın kendisinde üstü örtülü bir mizah bulunur; sizin kendinize söyleyemediÄŸinizi birisi göstermiÅŸ olunca, gülersiniz. Mimar kızımdan ve arkadaÅŸlarından bildiÄŸim kadarıyla, örneÄŸin, “Kentsel tasarımın yerleÅŸkede uzansal boyutundaki görsel malzemenin tamamlayıcı etkenlerini üzerinde yansıtan, doÄŸal dokunun belirleyici elemanında yürüyen insanlar…” denirse, sizin anlamanız gereken, “Orda bir kaldırım var, üzerinde yayalar dolaşır!” olmalıdır.

Bunun için mimarlarımızı sarakaya alıyor, deÄŸilim. BildiÄŸimce, her mesleÄŸin kendine ait bir söylemi, her meslek erbâbının da bir bakışı vardır. ÖrneÄŸin, polis memuru Hulûsi Kentmen gibi bakar; kimisi Komiser Kolombo gibidir. Doktora gidiniz, size daha uzaktan sarılık teÅŸhisi koymaya hazır bir bakışla bakacaktır. Sözcükleri de, reçetelerinin okunamaz oluÅŸu gibi, örneÄŸin ÅŸöyledir: “Kardiyovüsküler sistemin nörolatik semptomlarına baÄŸlı olunarak mamaplasti tetkikinde…” Böyle bir ÅŸeydir, konuÅŸmaları; anlamını nerden bilebilirsiniz?

Ä°ÅŸte bunun gibi, bütün meslek erbâbının bakışı, konuÅŸması farklıdır, onları kolayca ele verir. Ayakkabı boyacısı bile, size deÄŸil, sandukasına tırmanıp fırça altına yatacak, tozlu kunduralara bakar. MüÅŸteri bekleyen ÅŸoför, sizin taksiye binip binmeyeceÄŸinizi daha köÅŸede göründüÄŸünüzde anlar, konuÅŸması da buna uygundur. Mimarlarımız böyle konuÅŸmuÅŸ çok mu?

Ben, zaten ailemizde, mimar Gülin hariç, fazladan iki mimar daha olduÄŸundan bu tür konuÅŸmaya idmanlıyımdır. Kayinbiraderim Suat Demirer mimardır. Kazakistan’da BaÅŸkanlık Sarayı’nı yaptı. Teyzemin damatı Ömer Ercan da, bir mimardır; üstelik yükseklerdendir! Ama, ÅŸu sıralarda, mutfak tezgâhları üretiyor. Rahmetli babam da inÅŸaat kalfasıydı; Bafra sigara paketi arkasına çizdiÄŸi plan ve krokilerden, daha çocukken, mimariyi öÄŸrendiÄŸimi söyleyebilirim.

Mimar Suat’ın, Alma Ata’da BaÅŸkan’ın laf olsun, petro-dolarlar harcansın diye yaptırıp bir daha adım atmadığı bir tenis kortunda, o vakitler ortaya çıkmış beton paslanması sorununu “Calgon” kullanarak çözmesini, bana 18 kere anlatmasından öÄŸrenmiÅŸ bulunuyorum. Gün gelir, belki gerekir diye unutmadan belleÄŸimde saklıyorum. Arada bir, evde çivi çaktığım için ben de inÅŸaatla ilgili sayılırım.

GördüÄŸünüz gibi, çevremde mimar çok. Ancak, bu kadar mimara karşın, bir mimari sanatlar dergisinde yazı yazacağımı 40 yıl düÅŸünsem aklıma getiremezdim. Meraklarım arasına, bundan böyle mimariyi de ekleyecek, sizlere zaman zaman ABD’den yazılar gönderiyor olacağım. Bu yazıyı, size bir merakla okutabildiysem, eh artık tanışmış sayılırız. Bundan sonra, sırası gelmiÅŸ olan yazılarda, örneÄŸin akıl ve havsalamın hiç almadığı gibi, Amerikan evleri niye mukavvadan yapılıyor, sorusunu tartışmaya açıyor, olacağım. Öyle ya, deprem kuÅŸağında yapılsa muhakkak daha iyi sonuç vermesi gereken bu alçıpan evleri, kasırga ve hortum memleketinde inÅŸa etmelerine bir türlü akıl ermez. Bunu bilen varsa, beri gelsin; ÅŸimdiden mimari konuÅŸmaya hazırlansın, hatta tartışma bir ân evvel açılsın.

Bu arada, madem ki bir yorum göndermekle, mimarlık dünyasının seçkin bir yayın organında, Arkitera’da, talihin tatlı bir cilvesiyle kendimi buldum; eh, neden olmasın, ÅŸimdi Tıp Dergisine, Balıkadamlar DerneÄŸi ve Kaptan Kılavuzlar’ın haftalık gazetelerine, Arıcılar BirliÄŸi aylık bültenine de birer tane postalayayım. Ä°ÅŸler açıldı!

Merhaba...

Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin
Buraya yazacağınız görüşleriniz, Arkitera Forum bölümüne yansımayacak, sadece yazara ulaşacaktır. * İşaretli alanlar mutlaka doldurmanız gereken alanları belirtmektedir.
Sizin:
Adınız, Soyadınız *
E-Posta Adresiniz *
MesleÄŸiniz *
Telefon Numaranız Adres seçimi:
Adresiniz
Mesajınız:

ÝPUCU: büyük harf "M", küçük harf "e", sayý dört, sayý dört, küçük harf "v", küçük harf "t"

Lütfen sol imajdaki resimde görülen dizgiyi yandaki kutucuğa giriniz.
Köşe Yazısı Arşivi
Dönem içindeki köşe yazarlarının listesi aşağıdadır. Yazısını okumak istediğiniz yazarı listeden seçiniz. Bütün yazarların listesini görmek için buraya tıklayınız