|
reklam |
|
|||
Beaubourg Kültür Merkezi tarzında bir bina da çevreye saygılı sayılabilir mi? AG: Sayılamaz. Ben ona karşıyım. O, bir çeşit "gadget". Teknolojik bir olay. Belli bir avant-garde müze imajına uygun düşsün diye seçilmiş. Aslında, Beaubourg'da iki saatten fazla kalmak mümkün değil. İnsan yorgunluktan bitap düşüyor. Müze olarak da sıhhatli bir çevre değil. Ama halk tarafından genel bir kabul gördüğü söylenebilir, öyle değil mi? AG: Evet, hem Parisliler hem de yabancılar tarafından kabul gördü. Ben buna ticari bir başarı diyebilirim. Rogers'ın yaptığı öteki Lloyd's binası da aynı şekilde rağbet gördü ama o da bir firmanın imaj arama kaygısına uygun düşüyor. Ve bu imajı teknolojik bir dille çözümleme çabası, hatta kolaylığı var. Ama teknolöjik dilin ötesinde bir arayış yok. Mesela Kahn'ın yapıları da teknolojiktir ama bunun ötesinde bir kültürel boyut da taşırlar diyebilirim. Beaubourg tipi bir binanın kültürel boyutu yok mudur? AG: Var. Ama yapıldığı zamanın kültür görüşünü oraya bırakıyor sadece. Bina, tek dil konuşan bir bina. Bir kültürel çoğulluğu yok. Kültürel dilinin çoğulluğu yok. Belli bir kültürel zamanın ifadesi olmaktan ileri gidemiyor. Peki post-modernizm bu bakımdan daha çok dil konuşan bir tarz olarak nitelendirilebilir mi? AG: Muhakkak. Şimdi post-modernizm, kısmen bir tepki olarak doğmuş bir olay. Aslında, günümüzde zamanını kapatmış bir olay gözüyle bakabilirız buna. Mesela, post-post-modernizm konuşuluyor artık. Yalnız, post-modernizmin bir iç çelişkisi oldu. Çünkü görüş olarak bu akım belli bir maniyerizmi içeriyor... çoğulcu bir yaklaşımı var. Mesela yöresel, bölgesel verileri içine alan bir olay. Değişik yöreler olduğu için de, çoğulcu olması gerekiyor tabii. Buna karşılık, post-modernin ürettiği dil, kendi kendini tekrar eden, çoğulcu olmayan bir dile dönüştü. O zaman da kendisini tüketti. Artık bir imaja dönüştü. Bir düşünce akımı olarak başlangıçta belli bir potansiyeli içinde barındırıyordu. Kanaatimce devrini tamamlamıştır. Şahsen ben, çok enteresan da bulmuyorum. Şu anda devrini yaşayan bir mimari düşünce var mı? Hangisi? AG: Kavramsalcılık ve bağlamsalcılık. Post-modernizmin öncülerinden Michael Graves'in günümüzde yaptığı objelere, saatlere vs. ne diyorsunuz? AG: Bu, bence post-modern düşüncenin yozlaşmasının bir uzantısı. Kendisini belli imajlarla tekrar etmesi, bir alamet-i farikaya dönüştürüp belli bir ticari başarıya ulaşması. Çeşitli mimarlann günümüzde değişik objeler tasarlamaya başladıklan görülüyor. Mario Bellini'nin de dediği gibi, artık mimariyle tasarım arasındaki ayrım çizgisinin ortadan kalkmaya başladığı ve herşeyin bir tasarım kavramı içinde ele alınabileceği yolundaki görüşe ne diyorsunuz? AG: Bence güzel bir görüş. Zaten eski dönemlerden beri böyle olmamış mıdır? Rönesansta, Art Nouveau'da ya da Gotik'te, yani birçok devirde böyle olduğu görülüyor. Tabii dekorasyonun mimariden ayrıldığı zamanlar da var. Ve aslında son international style denen 1930'lardaki olay, dekorasyonu iten, dışlayan, mimarideki yazıyı yok eden bir olay. Bence içiçe olmaları sıhhatli. Bir de başka birşey var: Mimariye "ana sanat" deniyor. Yani, diğer sanatları içine alabilen bir sanat. Mimarinin kurduğu çevre içinde diğer sanatçılar da kendi faaliyet alanlarını sürdürebilirler. Bina karmaşık bir olay. Biz bir bina yaparken koloristle de çalışıyoruz. Onun sanatı da giriyor işin içine. Grafistle de çalışılabiliyor. Tabii, bu demek değil ki, herkes kendi sanatını ayrı ayrı yapıyor. Geçenlerde Musee d'Orsay'de bir Chicago sergisi vardı, Frank Lloyd Wright'ın birçok çalışması da sergjleniyordu. Wright'ın çok değerli bir iç tasarımcı ile çalıştığı görülüyor. Yani Wright'ın diye bildiğimiz bazı perspektifler aslında onun iç tasarımcısı tarafından yapılmış. Yani, böylece bir bütünlük oluşturuyorlar. Ama tabii mimarlar kendilerini iç tasarimlardan, obje tasarımlarından soyutlamıyorlar. Mesela Corbusier, kendini hiç soyutlamıyor. Zaten soyutlandığı anda çevresel değerini kaybediyor mimari. Siz çalışmalannızda iç dekorasyon meselesini nasıl çözümlüyorsunuz? AG: Bu, işin ölçeğine bağlı. Mesela Paris'te yaptığımız bir lüks konut projesi var, burada çalışan ekibin içinde bir de dekoratör grubu mevcut. Yalnız, ben başlangıçta kesinlikle söyledim: Benim için çalışacaklarını, son sözün kesinlikle benim olacağını onlara belirttim. Yani iç dekorasyonu yapanla mimarın yaptığı işin ayrı olmaması lazım. Onlar da benim bu şartımı memnuniyetle kabul ettiler. Yani bizim verdiğimiz fikirlere açık, o fikirler doğrultusunda bir çalışma yapılıyor. Tamamen onların ürettiği birçok şey de var tabii. Böyle bir ekip çalışması yapılıyor. Mimari olayın aslında geniş ve kompleks bir kadroyla yapılması olumlu birşey. Ama, bütün bu unsurların birleştiriciliği konusunda mimarın bir gücü olmalı. Yani mimarın bir orkestra şefi olduğu yolundaki analoji bir yerde doğru. Mimarın çok yönlü bir kimse olması gerekir. Benim yaptığım binalarda bir teknolojik özellik var. Bu, gene benim formasyonundan kaynaklanan birşey. Yapıyı mühendise ben teklif ediyorum mesela. Mühendisten gelmiyor teklif. Ve, mühendisle birlikte yapıyoruz. Mesela bütün havalandırma sistemini son derece iyi kontrol edebiliyorum. Teknolojik binaya, dolayısıyla çağdaşlığa inanıyorum ben. Teknolojik yapı deyince...Beaubourg Kültür Merkezi yarışmasında ikincilik ödüllerinden birisini almıştınız, değil mi? AG: Evet, ODTÜ'den bir grupla katılmış ve ikinci ödülü almıştık. Kemal Aran, Metin Demirel, Selahattin Ömür ile birlikte, Türkiye'de yaptık. Bir bakıma heroik bir olaydı tabii. 600-700 proje arasında 15-20 ödülden birisini almak. Bir inancımız vardı, onu ortaya koyup son derece enteresan birşey çıkardık ortaya. Bizim projemiz soyuttu. Onlar ise hemen inşaata hazır somut bir proje bekiiyorlardı. O bakımdan, ikincilikten daha ileri gitmedi ama yine de bir başarıydı tabii. Sonra Grand Palais'de yapılan sergide bizim proje en beğenilen projeler arasında yer aldı. Daha sonra da Paris'te uluslararası yarışmalara katılma süreci devam etti. Bunda Kahn'ın yanında çalışmış olmamın ve bütün formasyonumun etkisi vardı tabii. Büyük bir güven var insanda. Yani, "iyi mimarlar var, ama ben de iyi mimarım" diyebiliyor insan. "Onlar büyükse, ben de büyüğüm." Zaten böyle bir yaklaşım olmazsa, bu işe girilmiyor. Hoca olarak da aynı şey. Orada da öğretim üyesi olmanın gerektirdiği bir güven duygusu var. O bakımdan, böyle yarışmalara sürekli olarak giriyoruz. Benim Fransa'da yaptığım bütün realizasyonlar da yarışma sonucu olan şeyler. Fransa'da o sistem var. Bu yarışmalarda bir hayli derece aldık. Mesela, Belçika'da Ghent şehriyle ilgili bir proje yarışmasında ödülümüz var. Fransa'da Courneuve şehrinin planlanması yarışmasında birinciliğimiz var. Paris'te halen yapmakta olduğumuz konut projesi de bir yarışma sonucunda seçildi. Le Mans şehrinde sendika binaları yarışmasında da birinci olduk. Bunun dışında, Kuzey Fransa'da bir dizi konut yapımı için bir büyük yarışma açılmıştı, onda da yine birinci olduk. Böyle devam edip gidiyoruz işte. Kazandığımız yarışmaların bir kısmı lojmanlarla ilgili. Hem yeni lojman yapımı, hem de lojman yenilemesi projeleri bunlar. Mimarinin konut sorunuyla çok içiçe olduğu kanısındayım. Konut, şehrin dokusunu oluşturan unsurdur. Bir şehrin mimarisi konuşulurken de onun konut tipolojisi, konut yapısı, bunlar konuşulur. İşin doğrusu, Türkiye'de en fazla ihmal edilen şey de budur. Konut deyince, akla çok ilkel bir apartmancılık ve bir spekülasyon olayı geliyor. Bu yüzden de biz şehirlerimizi sürekli yoketme halindeyiz. Kendi kendisini yiyen canavarlar gibi. Yedikçe büyüyor. Büyüdükçe de kendisini daha çok yiyor. Bir kısır döngü içindeyiz. Çevreyi ve mimariyi yokeden bir toplum durumundayız. Benim toplu konutta büyük tecrübem.oldu. Büyük sayılarda toplu konut gerçekleştirdik. Aslında bizim büronun en çok ismini duyurduğu alanlardan biri, bu yönüdür. Bunun bir sanatı var: Şehir dokusu nasıl yapılır, büyük miktarda konutlar nasıl bir araya getirilir, onun zenginliği nasıl olur gibi sorunlar var. Çünkü, mimari kantitatif (nicel) bir olay. Rakamlarla uğraşan, o rakamların yeniden yapılandırılması sorunuyla uğraşan bir alan. Şimdi bunun tam karşıtı İstanbul'da yaşanıyor mesela. İşte Boğaz'da villalar görüyoruz. Çok acaip orantılara sahip olan; acaip, arabesk yapılar bunlar. Bir de başka unsur var: Aynı yapının 25 kez tekrar edildiği görülüyor. Bu tabii, ilkellik. Afrika'daki bir köye gidin, oradaki köy kulübeleri bile 25 kez tekrar etmez. Yani burada yapılan iş ne konut, ne konutun tekrarı, ne çevrenin yapımı... Çok basite indirgenmiş ilkel bir olay sadece. Hele bu olayın İstanbul gibi tarih boyunca bir konut kültürü olan bir kentte olduğu düşünülürse... Büyük metropollerde tek elden mimari planlama yapılamayacağına göre, bu tekrarlanmayı nasıl önleyebiliriz? AG: Şimdi, işin değişik boyutları var. Burada büyük bir çelişme de görmüyorum. En basitinden, 25 villa yapacak adamın, bir şey yapıp onu 25 kere tekrar edeceği yerde, nasıl eskiden bir sokakta 25 ev varsa ve bunların farklılaşması varsa, aynı şekilde bunu mimari sanatının ve insan içgüdüsünün gereğince yapması lazım diye düşünüyorum. Bu, en azından, mimarlık ve şehircilik sanatlarının varolması ile ilgili bir konu. Kültüre izafe edilen önemle de yakın ilgisi var galiba. AG: Şüphesiz. Şimdi, şehri ve mimariyi toplum yaratıyor. Mimar da o toplumun bir parçası ve o toplum tarafından eğitilmiş bir kimse. Mimarlık eğitimine verilen önem de kültürün bir parçası. O eğitim hem okulda alınıyor, hem de daha sonra hayat içinde devam ediyor. Bu tip şeylerin korunması gerek. Toplumun kendi kültür değerlerini koruması gerek. Fransa, bu konuda en duyarlı ülkelerden biri, değil mi? AG: Evet. Batıda bütünüyle bu konuda bir duyarlılık var. Örneğin Fransa'da her Cumhurbaşkanı kendi devrinde topluma açık yapılardan büyük birşey bırakmak istiyor. Mesela Mitterand devrinden söz ediliyor şimdilerde. Türkiye'de de böyle bir devir olmuş aslında. Atatürk ilgilenmiş. Ankara'daki Fransız Büyükelçiliğini yapan Laprade ile tanıştım. 85 yaşındaydı. Fransa'da bir sürü binası var. Benimle tanışınca hemen Atatürk'ten bahsetti. Nasıl kabul gördüğünü, o devirdeki stil tartışmasını anlattı. Yani devleti yöneten grubun bir şekilde mimari endişesi olması güzel birşey tabii. Ama bu endişe, empoze mi edilir, yoksa bir tartışma ortamı mı yaratılır, tabii bunlar ayrı sorunlar. Yani, iyi binaların olduğu kadar, iyi binaları yapan mimarların da korunması sorunu oluyor. İş ve çalışma şartları olarak korunmaları gerekiyor. Tıpkı bir senfoni orkestrasının varlığının, müzisyenlerin korunmasına bağlı olduğu gibi. Çalışmalarınız arasında kültür ve müzik salonlarının sayısının fazlalığı göze çarpıyor. Özel bir sebebi var mı? AG: Bunun iki boyutu var. Birisi, konser salonu, kongre salonu gibi büyük açıklıklı binalarda ve özel teknoloji isteyen binalarda bir birikimim var. Diğeri ise müziği sevmem. Ben, mimarlığa başladığımdan beri, özellikle de Amerika'daki devremde büyük binalar yapma şansına sahip oldum. Örneğin Kahn'ın bürosunda Bangladeş'teki Assamble binası üzerinde çalıştık. Bu nedenle zamanla büyük boyutlarda çalışma yeteneğine ulaştım. Benim diğer bir yaklaşımım da bu binaların teknolojik yönden tutarlı olmaları. Bundan kastım şu: Örneğin büyük yapılarda bir akustik sorunu vardır, bilhassa konser salonlarında havalandırmanın bir takım özellikleri vardır, aynı şekilde bu tür binaların kendilerine özgü strüktürel özellikleri vardır. Bunlar benim için çok önemli, bu yüzden de iyi bir ekip oluşturdum. Örneğin birlikte çalıştığımız akustikçi Paris operasını, Berlin Filarmoni Salonu'nu ve Münih Konser Salonu'nu yapmış, çok tanınmış bir Alman; Müller. Ayrıca statik mühendisleriyle de yakınlığım var. Yani ben kendimi teknolojik bir yönü de olan bir mimar olarak değerlendiriyorum. İşin doğrusu zamanımızın anıtları da bunlar bence. Peki yeni açılan İstanbul Konser Salonu ile Atatürk Kültür Merkezi'ni nasıl buluyorsunuz bu açılardan? AG: Bu iki binanın da dış görünüşlerini sempatik bulmak mümkün değil. Şehre güzellik katan binalar olduklarını söylemek zor. Akustik gibi sorunlar yeterince çözülebilmiş mi, yoksa bu tür konularda da aksamalar var mı sizce? AG: Akustik, bina içinde sonradan yapılan bir ayartama değil, binanın "concept"inde, projenin başından düşünülmesi, geliştirilmesi gereken bir şeydir. Bakın biz Müller'le çalışırken onun da Kremer adında bir ustası vardı, gayet sempatik buldu projeyi ama; "Bir şartım var, yapacaksak başından beri birlikte yapalım, ben sonradan gelip akustik işini halletmem" dedi. İşte bu da çok önemli. Aslında bu tür büyük binaların yapılması
gene de olumlu tabii ama keşke Atatürk Kültür Merkezi'ne ilk çalışmaları
yapan August Perret devam edebilseydi. Tabii zor konular bunlar, o yapılara da
emek vermiş pek çok insan var, böyle bir kalemde silmemek Siz Türkiye'de de pek çok projenin içindesiniz. AG: Evet büyük ölçekte bir konser salonu için bir proje hazırladım İstanbul Kültür ve Sanat Vakfına. Gayet güzel bir yer de bulundu, ümidederim gerçekleştirilir. Bu projenin başından beri de bir ekip çalışması yürüttük. Bakın; "bir konser salonu keman gibidir" denir. Nasıl ki bir kemanın formu onun ses özelliklerinden doğuyorsa, konser salonunun formu da akustik özelliklerinden doğar. Bir çeşit Stradivari olmak gerekiyor yani. AG: Tabii, en genelden en küçük ayrıntıya; iç malzemenin seçimine, ışıklandırmaya kadar her şeyi tasarlamak zorundasınız. Bir de şu var: 1950'lerden sonra hi-fi setler o kadar gelişti ki, konser salonlarına gerek yokmuş, bir klasik müzik parçası evde oturulup dinlenebilirmiş gibi bir hava esti. Şimdilerde, bir konserin yerinde doğrudan dinlenilmesinin güzelliği yeniden gündeme geldi. Bunun öncülüğünü de Alman akustikçiler yaptı işin doğrusu. Sözünü ettiğim Müller, Kremer gibiler. Aslında nasıl ki iki kemanın sesi aynı olmazsa bir salonun tadı da başka bir salonda yoktur. İşte İstanbul'da dinlenen bir konserin de bir özelliği olmalı. Bu İstanbul'un ikliminden gelir, kullanılan ağacın cinsinden gelir. İşte biz de bu tür bir üst düzey çalışma yaptık, bilmiyorum bir karşılık bulacak ve yapılacak mı? Daha önce konuştuklanmıza dönersek, bu salonları tasarlayanların da müzikten anlamaları gereğinden söz edilebilir mi? AG: Elbette. Örneğin Müller, akustik müzik aleti yapanlara akustik dersi veren birisi. Ben de tabii bu dünyada yaşıyorum. Değişik konser salonlarının müziksel tadını biliyorum. İşin güzel tarafı biz Müller ile beraber bu projeyi bitirdiğimizde şimdiye kadar yaptığı en güzel binanın bu olduğunu söyledi ki, şimdiye kadar yirmiye yakın konser salonu yaptı. Dediğim gibi çok da güzel bir yer bulundu, gönül ister ki herhangi bir müdahele olmadan yapılabilsin. Peki, öğretim üyeliği ile yoğun büro faaliyetleri birarada yürüyor mu? AG: Tabii, zaten benim büromda çalışanların hemen hepsi benim eski öğrencilerim ki, bu da bir tür lisan birliği sağlaması açısından olumlu. Bu ikisini bir arada yürütmek hayli geliştirici. Öğretim üyeliği son derece heyecan verici, sürekli yeni bir nesille karşılaşıyorsunuz, bir iç yenileme de söz konusu. Ayrıca öğretim üyeliği özellikle Fransa'da son derece ayrıcalıklı bir durum. Mimarinin "hümanizma"sı için neler söyleyebilirsiniz? AG: Mimarın topluma karşı, kullanıcıya karşı bir sorumluluğu var. Hastane yapıyorsanız çok iyi çalışması, binanın işletme maliyetinin düşük olması; bütün bunlar son derece yoğun bir çalışma gerektiriyor. Çabuk mimari yapmak mümkün değil. Mimarın çalışma sürecinde vereceği biraz daha fazla zaman ya da alacağı biraz daha fazla ücret, binanın işletme masraflarını çok fazla kısabilir. Bu nedenle aslında akıllı işveren mimara çok imkan sağlayandır. Çünkü binanın bütün "performance"ı o masada belirleniyor. Türkiye'den en beğendiğiniz mimarların adlarını verebilir misiniz? AG: Türkiye'deki mimari kültürü çok zengin. Osmanlı'daki mimari kültürü son derece köklü, nefis bir mimari. Mesela şimdiki konut çıkmazından bahsediyoruz. Oysa, bütün Osmanlılık sürecinde konut üretimi 1940'lara kadar dünyadaki en başarılı uygulamalardan biri. Evleri, kollektif, yarı-kollektif yapılarıyla. Mesela Mimar Kemalettin, Mimar Vedat (Tek), Seyfi Arkan... bunlar son derece değerli mimarlar. Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra da çok kaliteli bir mimari hava esiyor. Bu da işveren-mimar ilişkilerinin çok üst seviyede düşünülmüş olmasından ileri geliyor tabii. Mesela, pek kimsenin bilmediği Mallet Stevens adlı çok kaliteli bir Fransız mimar geliyor Türkiye'ye o dönemde. Onun Fransa dışında yaptığı tek bina İstanbul'dadır. Ali Sami Yen stadyumunun arkasındaki bu nefis bina şimdi inanılmaz bir halde. Poelsky'nin öğrencisi Seyfi Arkan'ın Taksim'de yaptığı Üçler apartmanı da çok kaliteli bir binadır. Yani, demek istediğim, toplumumuz çok zengin bir mimari kültür mirası bulmuş, ama maalesef onu da inanılmayacak bir süratle yoketmiştir. |
Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]