reklam

Ahmet Gülgönen ile Söyleşi
Diyalog 2003 > Ahmet Gülgönen

Tarih: 22 Nisan 2003
Yer: Arkitera Forum

1 2                                sonraki sayfa >>

A&F Gülgönen Mimarlar
Arredamento Dekorasyon 1989/06, sayfa 92-101

Çok iyi bir mimar olmak için üç şart olduğu söylenir: Birincisi, bir ustanın "rahle-i
tedris"inden geçmiş, ondan "el almış" olmak. İkinci şart, ailenin ve o aile içinde yetişme şartlannın önemi büyüktür. İyi mimarın üçüncü özelliği ise, mimannı korumasını bilen değerli işverenlerle iyi ilişki kurmasıdır.

Bu özellikler açısından bakıldığında, Ahmet Gülgönen'in günümüz mimarlık aleminde son derece enteresan bir konumu var. Mimarlık aleminin son büyük ustalanndan sayılan Louis Kahn'ın öğrencisi ye asistanı olarak yıllarca yanında çalışmış. İkincisi, bağrında mimarlar ve doktorlar barındıran köklü bir Osmanlı ailesinden geliyor; mimarlığı dededen aldığı söylenebilir. Üçüncü olarak, Gülgönen, Fransa'da gerekli diyalog ortamını kendisine yaratmış durumda.

Uluslararası çapta kabul görmüş; gerek jüri üyesi, gerekse katılmacı olarak uluslararası yarışmalara sürekli çağırılan belki de tek Türk mimarı olan Ahmet Gülgönen, Paris'teki Güzel Sanatlar Okulu'nun (Ecole des Beaux Arts) tarihindeki tek Türk hoca olma niteliğini de yıllardır sürdürüyor.

Ahmet Gülgönen'in, Paris'te eşi Florence Gülgönen ile -gerek kavramsal, gerekse pratik düzeyde- yönetip yürüttüğü uluslararası mimarlık bürosu APRAH, Fransa, F. Almanya, Cezayir ve Türkiye gibi birçok ülkede çeşitli boyutlarda pek çok proje uygulamasını başanyla üstlenmiş durumda. Uluslararası teknik müşavirleriyle esas altyapıdan gücünü alan bu büronun baş mimarı Ahmet Gülgönen'i, İstanbul'da gerçekleştirdiğimiz bir söyleşi eşliğinde çeşitli projelerinden ömeklerle tanıtıyoruz.

Ortadoğu Teknik Üniversitesi ile başlayan, Amerika'da, daha sonra Fransa'da devam eden ve öğretim üyeliğine varan bir serüveniniz var. Bir de uluslararası çeşitli yarışmalarda kazandığmız ödüller ve mansiyonlar var.

Ahmet Gülgönen: ODTÜ'de 4 yıllık talebeliğim oldu. Üniversitenin kurulduktan sonraki üçüncü yılıydı. Tabii yeni kurulan okulların bir gücü oluyor. ODTÜ'de, UNESCO'nun yardımıyla ve University of Pennsylvania ile kurulan ilişkilerle kurulmuştu. İlk hocalar oraya bağlıydı.

Ben Ankara'da bachelor's alıp Amerika'ya University of Pennsylvania'ya gittim, şehircilik ve mimarlıkta master çalışmaları yaptım. Master sınıfında Louis Kahn'ın talebesiydim, bitirdikten sonra da onun bürosuna girdim ve 2,5 yıl kadar çalıştım. Ondan sonra hoca olarak tekrar Ortadoğu'ya döndüm. 7 yıllık bir devrem var orada. 1965'de dönmüştüm, 1972'de davetle Paris'e gittim. O sırada Ecole des Beaux Arts'ın yapısı değişiyordu. 68 olaylarından sonra eski okul yeni bölümlere ayrılıyordu. Amerika'dan, Kahn'ın ofisinden tanıdığım bir grup Fransız mimarla birlikte Beaux Arts'a bağlı bir okulun kurucularından olduk. Yaklaşık 15-16 yıldır. Orada hocalığım devam ediyor.

ODTÜ'den neden aynldınız? 71 olaylannın bir etkisi var mıydı?

Ahmet Gülgönen: Şüphesiz ki verimli bir eğitim ortamı yoktu ama ben bir de yenilenmeye inanıyorum. 22 yaşında Amerika'ya gittim, 26 yaşında döndüm. Orada kalıp bir memur statüsüne bürünmek istemedim. İnsan devamlı yeniyi arıyor. Paris'ten gelen teklif de çok cazipti tabii. Fransız mimarlarının bile rüyası orada hoca olmak. Çünkü Fransa'da Beaux Arts'da öğretim üyeliği çok prestijli bir şey. Ama Türkiye ile de ilişkilerim sürüyor. Ben bu mesafenin zaman olarak kısa olduğunu düşünüyorum.

Louis Kahn'ın gerek sizin üzerinizde, gerekse genel mimari üzerindeki etkilerinden söz edelim.

AG: Louis Kahn çok önemli bir mimar. Yaptığı binalar da öyle. Şu bakımdan; modern mimari International Style'a bağlı heroik devrini yaşadıktan sonra belli bir duraklama devri oldu.

Yenilikler arandı. Bunda Kahn'ın etkisi büyük. Çünkü Kahn modern mimariye ayrı bir boyut veriyor. Çok enteresandır, Kahn'ın formasyonunda da Beaux Arts formasyonu var. O da University of Pennsylvania'dan mezun. Paul Crt'nin talebesidir. Amerikan Beaux Arts'ı gibi.

O yüzden benim Kahn'dan sonra Beaux Arts'a gitmemde bir devamlılık var. Ayrıca Kahn'ın da bir enternasyonal tarafı var. Benim ondan önceki birikimlerimle birlikte orada olmam da bir devamlılık yani. Çünkü bürodaki mimarların hemen hepsi yabancı ve genç. Modern mimarlık tarihi içinde Kahn'ın önemli bir yeri var. Bu yer aslında teorik olarak Avrupa'da Amerika'dan daha iyi anlaşılıyor diyebilirim. Şimdi Beaubourg'da büyük bir retrospektif sergisi olacak Kahn'ın, Modern mimaride Beaux Arts kökeni diye bir sorun var. Viollet-le-duc ile ve Anatole de Baudot ile ilgili. Bütün bunlar aslında bir kutuplaşma gibi görünüyor ama kendi içinde bir devamlılığı var. Onun yanında, dediğim gibi, Kahn'ın bürosunda bir hayli genç mimar var.
Kendisi de bir usta. İnsan çok şey öğreniyor. Bir kere büyük bir hevesle çalışma var.

Mimarinin kesinlikle büro saatleri içinde kalan bir olay olmadığı, bütünüyle derin boyutları bulunan bir conceptuel (kavramsal) sanat olduğu öğreniliyor. İnsanın kendisini bütünüyle vereceği bir sanat olduğu görülüyor.

Ayrıca tabii bina yapımıyla ilgili de bir çok şey öğreniyor insan. Mesela, ben Kahn'ın yanında büyük binalar üzerinde çalıştım. Büyük bir bina nasıl yapılır, o tasarım süreci nedir, hangi sahfalardan geçer; o eğitimden geçtim. İşin zor tarafı öğreniliyor tabii. Bunun yanında tabii ki püf noktaları da var. O ikisinin bir dengesi kuruluyor. Bir de genç yaşta böyle bir deneyden geçmek benim için büyük bir şans oldu. Son derece yoğun ve verimli bir devreydi.

İlişkiniz daha sonra da devam etti, öyle değil mi?

AG: Etti tabii, ondan sonra da Paris'e geldiği zaman hep görüşüyorduk. Eski talebeleri ve onun yanında çalışanlar, onun yakını olan bir gruptuk. Tasarım sorunlarını konuştuğu, tartıştığı bir grup insandık.

Günümüz mimarisinde artık Mies, Corbusier, Rietveld vesaire gibi büyüklerin kalmadığı, ustalar döneminin kapandığı yolundaki görüşe ne diyorsunuz?

AG: Aslında fazla kısaltılmış bir görüş bu. Çünkü, modern mimarinin öncülerinden, yani 1945-50'ye kadar (II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar) olan nesilden sonra mimariye büyük ağırlık veren Kahn oldu. "Kahn'dan sonrası kim?" diye bir soru sözkonusu günümüzde. Hatta geçenlerde yapılan konferansta da sözkonusu oldu bu. Ama Kahn'ın 1970'lere sarkan bir devamı var, böyle kısa vadeli terimlerle düşünmek zor. Şimdilerde bir sürü isim atılıyor ortaya. Mesela Frank Gehry. Sadece, medya farklı bugün. Herhangi bir mimarın adı çok kısa zamanda herkese duyurulabiliyor. Aynı medya ve hızı, sürekliliği 1930'larda yoktu tabii. Belli kongreler oluyordu ve çok daha ağır bir süzgeçten geçme süreci sözkonusuydu. Bunun da verdiği avantajlar vardı. Şimdi flaş isimler çıkıyor ama aradan 4 yıl geçince de kimse aynı isimlerle ilgilenmeyebiliyor.

Bu arada Kahn'la birlikte mesela Scarpa'yı da söyleyebilirim. Meksikalı mimar Louis Baradan'ı da büyük mimarlardan biri olarak gösterebilirim. Mimaride büyük isimlerin tükenme sürecine girdiğimizi sanmıyorum. Ama büyük isimlerle flaş isimleri de birbirine karıştırmamak lazım. Bir anlamda, Kahn ve Carlo Scarpa son dönemin kilometre taşları olarak nitelendirilebilir. Ama bence, en büyük isim Kahn'dır yine de. Yani, kendinden sonraki kuşağı en çok etkileyen mimar olarak.

Siz kendinizi belli bir akıma bağlı sayıyor musunuz?

AG: Bir akım demeyeyim de bir düşünceye bağlı sayıyorum kendimi. Benim bağlı olduğum düşünce ya da benim inancım şöyle: Mimari, conceptuel (kavramsal) bir olay. Yani, buna conceptualisme diyebiliriz. Yapılan iş tesadüfi değil. Her yapılanın gerisinde bir düşünce, bir sebep var. Gerek sembolik, gerekse yapısal olarak. Tarih içinde ve dışında birçok referans noktaları var. Geriye doğru ve ileriye yönelik bütün bu göndermeler vesaire mimar tarafından bilinçli bir şekilde seçilerek yapılıyor. O yüzden mimarininin bir kavramsal boyutu var. Sözünü ettiğim mimari anlayışın bir diğer boyutu da contextuel (yani bağlamsal) olması. Yani, mimari, benim inancıma göre, köksüz bir olay değil. Uluslararası bir yönü olsa da, herhangi bir şeyi her yerde yapmak doğru değil. Benim kasdettiğim bağlam, yalnız fiziki anlamda değil, aynı zamanda kültürel. Yani, bir yerde yapılan mimarinin o yere ait bir tutarlılığı, söyleyeceği oraya ait bir sözü olmalı. O yeri güzelleştirmeli. O yeri derken, tabii onun hemen yakın çevresi ve biraz daha uzak çevresi sözkonusu. Bu iki boyut birbirine bağlı.
Mimari kavramsal ve bağlamsal bir sanat olarak beliriyor. Bağlamsal derken, onun sosyal yönünü de içeriyor, demek istiyorum tabii. Çünkü, bağlam zaten sosyal bir olay.

Şimdilerde Paris'te çok çeşitli ve değişik düşüncelere bağlı, farklı tarzda çalışan mimarların ürünlerinin aynı anda ortaya çıktığı görülüyor. O zaman, bu bağlamsal ilişki nasıl beliriyor?

AG: Şimdi bağlamsallık (contextualisme) zaten tarif olarak çoğulcu bir tarif. Münhasır (exclusive) değil, içeren (inclusive) bir tanım bu. Çünkü her bağlamın ayrı bir değeri olması gerekir. Ve her bağlama mimarın da belli zaman kaymaları içinde referansları olabilir. O yüzden, benim söylediğim yaklaşım tek tip bir mimariye değil, çoğulcu bir mimariye açık. ikıncisi de şu: Tabii ki değişik akımlar görülüyor. Paris gibi büyük bir metropolde de böyle olması çok doğal. Ama aynı düşünceyi paylaştığımız kişilerin çalışmaları da var. Mesela bağlamsal sanat olarak Spreckelsen'in Defense'daki L'Arche binasını gösterebilirim. (Spreckelsen benim ODTÜ'de hocamdı. Aslında o da beni etkileyen kişilerden biridir. Bir diğeri de Aptullah Kuran'dır.)

Spreckelsen geçen yıl öldü. Büyük bir dram tabii. L'Arche bitirildi ama binayı "azaltıcı yönde bazı ufak tefek değişiklikler de yapılmadı değil. Yani, şunu söyleyeyim: Spreckelsen olsaydı, bina daha iyi bir biçimde bitirilebilirdi. desela binanın ortasındaki asma yapı Spreckelsen'in eskizlerinden farklı bir biçimde gelişti. Bazı iç detaylar kanımca çok iyi olmadı, ama Arche yine de bütünüyle zamanımızın en önemli anıtlarından biri sayılabilir. Ve bu bina bağlamsal: Mesela, bir aks üzerinde oluşu... bu aksın mihverinden oynatılması (dsax edilmesi). Bunlar, bağlamsal anlayışta. Bunun gibi, evreye saygılı her çeşit mimari bir bakıma bağlamsal oluyor.

Beaubourg Kültür Merkezi tarzında bir bina da çevreye saygılı sayılabilir mi?

AG: Sayılamaz. Ben ona karşıyım. O, bir çeşit "gadget". Teknolojik bir olay. Belli bir avant-garde müze imajına uygun düşsün diye seçilmiş. Aslında, Beaubourg'da iki saatten fazla kalmak mümkün değil. İnsan yorgunluktan bitap düşüyor. Müze olarak da sıhhatli bir çevre değil.

Ama halk tarafından genel bir kabul gördüğü söylenebilir, öyle değil mi?

AG: Evet, hem Parisliler hem de yabancılar tarafından kabul gördü. Ben buna ticari bir başarı diyebilirim. Rogers'ın yaptığı öteki Lloyd's binası da aynı şekilde rağbet gördü ama o da bir firmanın imaj arama kaygısına uygun düşüyor. Ve bu imajı teknolojik bir dille çözümleme çabası, hatta kolaylığı var. Ama teknolöjik dilin ötesinde bir arayış yok. Mesela Kahn'ın yapıları da teknolojiktir ama bunun ötesinde bir kültürel boyut da taşırlar diyebilirim.

1 2                                sonraki sayfa >>

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz