reklam

Mimarlık ve Kent Yazılarından
Diyalog 2002 - II > Aykut Köksal

Tarih: 10 Aralık 2002
Yer: Arkitera Forum

 

1 2 

Yitik Kentin Peşinde
XXI Mimarlık Kültürü Dergisi, sayı 2, Mayıs-Haziran 2000, s.100-109

Kentsel korumanın 20. yüzyıldaki serüvenine bakmak, aslında farklı kentlerin farklı koruma öykülerini ele almak demek. Başka bir deyişle, yaşanmış pratikler, "kentsel koruma"yı tek bir model üzerinden işlemeyi neredeyse olanaksız kılıyor. Kuşkusuz, koruma üzerine geliştirilmiş kuramsal yaklaşımları, dahası yerleşik paradigmayı sorgulamayı getiren bir durumla karşı karşıyayız. Doğal olarak, bu sorgulamaya kapı açmanın yollarından biri de yüzyılın korumacılık deneyimini örnekler üzerinden irdelemek olmalı. Bu bağlamda, her biri "özel" bir durum gösteren, biri Türkiye'den, öteki ikisi ise Avrupa'dan, üç kentin koruma öyküsüne daha yakından bakalım.

Son yirmi beş yıl içinde, Türkiye'de "koruma"nın simgesi olmuş bir tek yer vardır: Safranbolu. Tarihsel karakterini yitirmeden bugüne ulaşmış bir Anadolu kenti. Peki, modernleşmeye direnmiş bir kentle mi karşı karşıyayız, yoksa korumacıların büyük bir başarısıyla mı? Şöyle de sorabiliriz soruyu: Safranbolu'yu modernleşmenin yıkımından koruyan ne olmuş? Ama bu soruyu yanıtlamadan, yani kentin nasıl korunmuş olduğunu anlamadan önce neyin korunmuş olduğunu görelim.

Vadilerin yamaçlarına bir amfitiyatro düzeninde yerleşmiş binalardan oluşur Safranbolu. Kentin görünümünü alabildiğine çekici kılan hem bu amfitiyatro düzenidir, hem de büyük bir zenginliğin göstergesi olan evlerin görkemi. 18. ve 19. yüzyıldan bugüne ulaşmış olan bu evler incelmiş bir kent kültürünün yaşama biçimini yansıtır. Evleriyle, büyük ve zengin çarşısıyla, bahçeleriyle, sokaklarıyla kentin tarihinde "altın" bir çağ yaşanmış olduğu bellidir. Gerçekten de 19. yüzyılda bölgenin en gelişmiş ticaret merkeziydi Safranbolu. Ana ulaşım eksenleri üzerinde yer almaması kenti dış etkilerden korumuş, öte yandan dışa yönelik güçlü ticari etkinliği ise, imparatorluğun çöküş döneminde bile varsıllığını sürdürebilmesini sağlamıştı. Kentin ayırıcı özelliklerinden biri de ailelerin kapalı bir ekonomik sisteme sahip olmasıydı. Ekonomik refahla kapalı aile ekonomisinin buluşması Safranbolu'ya özgü büyük aile düzenini getirmiş, bu da görkemli konutların biçimlenmesinde en belirleyici etken olmuştu.

Safranbolu'yu var eden bu ekonomik ve toplumsal düzen 20. yüzyılın başlarına dek sürdürür kendini. Cumhuriyet'le birlikte ise kentin tarihinde yeni bir dönem başlayacaktır. Kuşkusuz bu dönemin başta gelen özelliği Safranbolu'nun artık bölgenin en önemli merkezi olmaktan çıkmasıydı. Bir yandan ulaşım eksenlerinden uzak, sapa konumu, bir yandan da ticareti elinde tutan azınlıkların kentten ayrılması, Safranbolu'nun giderek içine kapanmasına ve durallaşmasına yol açtı. 1890'da 7.500 olan kent nüfusu 1927'de 5.200'e indi. 1937'de, kentin 10 km kadar güneyinde Karabük demir-çelik tesislerinin kurulmasıyla birlikte ise, yöre Safranbolu dışında yeni bir çekim merkezi'ne kavuştu ve Safranbolu dural konumunu yakın tarihlere dek getirdi. 1960'da kent nüfusu hâlâ 7.300 dolayındaydı. Yanı başındaki Karabük'ün süratle büyüyen güçlü bir çekim noktası olması Safranbolu'yu Cumhuriyet'in modernleşme atılımlarının dışında bırakmış, ama bu durum tarihsel dokunun da 1970'lere dek bozulmadan gelmesini sağlamıştı. Bu yıllarda Karabük'ün bir banliyösüne dönüşmüş olan kentin tarihsel kimliğiyle artık yeni bir anlam kazandığını, ne var ki bu kez de "korunmasına" neden olmuş Karabük tarafından yok edilme tehdidiyle karşı karşıya kaldığını görüyoruz. İşte tam da bu noktada, Safranbolu, korumacıların, mimarlık tarihçilerinin ilgi odağına dönüşüyor. Aslında bu yıllar, 1960'larda tüm dünyada yaygınlaşmaya başlayan koruma düşüncesinin Türkiye'nin mimarlık çevrelerinde de etkin olmaya başladığı bir döneme denk düşüyor. 1975'in Avrupa Mimari Miras Yılı olarak belirlenmesi ise koruma söylemini daha da yaygınlaştırıyor ve Türkiye'de bir koruma nesnesi arayan bakışlar, İstanbul'un pek de uzağında olmayan Safranbolu'ya takılıyor. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü'nün öncülüğünde, 1975'ten itibaren Safranbolu haftaları düzenlenmeye başlanıyor. Böylece, Safranbolu'ya yönelik ilgiyi yasal koruma kararlarına doğru yönlendirecek yol da açılmış oluyor. 1976'da alınan ilk koruma kararlarını 1985'te kentin iki bölgesinin kentsel sit alanı olarak ilan edilmesi izliyor. 1991'de koruma imar planı uygulanmaya başlıyor, 1994'te ise Dünya Mirası Komitesi'nin kararıyla Safranbolu, Dünya Mirası Listesi'ne alınıyor. Tarihsel karakteriyle Türkiye'de büyük bir popülerlik kazanan ilk yerleşme olan Safranbolu'nun bu kimliğiyle dikkatleri üzerine çekmesi yalnızca koruma kararlarının alınmasını getirmiyor, özellikle iç turizmin oluşturduğu dinamikle "koruma" Safranbolu'da ekonomik bir değere dönüşüyor. Bu da hem Safranbolulular'ın, hem de çeşitli kurumların korumaya etkin katılımını sağlıyor.

Safranbolu gibi pek çok Anadolu kenti tarihsel karakterleriyle bu yüzyıla ulaştılar. Ama o kentlerin Safranbolu gibi "özel" bir tarihleri olamadı; kağıt üzerinde alınmış koruma kararları ise bu kentlerin modernleşme karşısında direnmelerini sağlayamadı. Kuşkusuz, modernleşmeyi (yani değişimi) ve korumayı birlikte yorumlayacak yaklaşımlar ve siyasetler de üretilemedi Türkiye'de.

Ama bir yandan modernleşmenin dinamiklerini reddetmeyen, bir yandan da gelişmeyi kendiliğindenliğe bırakmadan korumacılığı gerçekleştirebilmiş dünya kentleri de var. Bunlardan birisi İtalya'nın Bologna kenti. Bu kez de bir ülkenin "özel" tarihine, hem de siyasal tarihine uzanmak gerekiyor. İtalya'nın yakın siyasal geçmişinin öne çıkan olguları arasında, belki de en başta, İtalyan Komünist Partisi'nin tek başına veya sol ittifaklar içinde yerel yönetimlere gelmesi yer alır. Merkeziyetçiliğe karşı duran bir düşünsel geleneğe yaslandığı bilinen İtalyan Komünist Partisi'nin bu doğrultuda biçimlendirdiği siyasetler yerel yönetimlere de yansır doğal olarak. İşte Bologna'da tarihsel merkezin korunma ve onarım çalışmaları bu siyasetin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkacaktır.

1970'lerin başında, Bologna yerel yönetiminin verdiği en temel karar, kentin gelişmesinden önce, öteki kentlerle birlikte bölgenin gelişmesine öncelik tanımak, böylece Bologna'yı bir yoğunlaşma kutbu olmaktan kurtarmak olur. Başka bir deyişle, kentin büyümesi sınırlı tutulacak ve bir çekim merkezine dönüşmesi engellenecektir. Daha önceki imar planlarında öngörülmüş gelişme alanları iptal edilir ve kentin bütününe ilişkin yeni bir toplumsal proje tartışmaya açılır. Bu yaklaşım tarihsel merkezi kentin bütününden ayırmaz ve tek başına bir koruma nesnesi olarak tanımlamaz. Kentin bütününe ilişkin geliştirilen proje, eski çekirdeğin korunmasını da bir sonuç olarak yanında taşıyacaktır. Amaç, tüm sanayi kentlerinde yaşanmış olan değişimin, yani tarihsel çekirdeği iş ve yönetim binalarına devreden, konutları ise periferiye iten sürecin önüne geçilebilmektir. Bunu gerçekleştirmenin yolu ise kentin belirli işlev alanlarına bölünmesine engel olmak ve mevcut bütünsel yapıyı koruyarak yarına ulaştırmak olacaktır.

Bologna deneyiminin en önemli boyutu ise katılım'da ortaya çıkar. Yerel yönetimin uzman kurulları mahalle meclisleriyle doğrudan ilişki içinde çalışır. Tartışmalar yalnızca meclis üyelerinin değil herkesin katılabildiği toplantılarda gerçekleşir. Yapılacak tüm çalışmaların içeriği bu toplantılarda belirlenir. Tarihsel merkez, anlamı restorasyonla sınırlı olan ya da noktasal olarak belirli yapılara yönelmiş bir koruma çalışması içinde ele alınmaz. İstenen, kent merkezini oturanlarıyla birlikte yarına ulaştıracak dönüşümleri gerçekleştirmektir. Eski konutların sıhhileştirilmesinde, modern gereksinimlere yanıt verir hale gelmesinde, restorasyondan tipolojik çözümlemelere dek mimarlık bilgisinin tüm bileşenleri birer araçtır sadece. Bu konutlara yapılacak müdahelelerin içeriğine o konutlarda oturanlar karar verir. Mimarlık bilgisinin taşıdığı araçlar ise bu müdaheleleri doğru kılmayı sağlar. Kamusal yapıların nasıl işlevlendirileceğine de yine mahalle meclisleri karar verir, mimari programlarını ise kullanıcıları belirler. Bunun örneklerinden biri de Barracano Manastırı'dır. Asıl yapılan, yapının mahallenin kullanımına kazandırılmasıdır, ama sonuç yapının korunması olur. Mahalle meclisine bağlı etkinlik mekanlarından sergi evine, tiyatrodan ana okuluna dek çeşitli işlevleri barındırır Barracano.

Bologna örneği, mevcut tarihsel dokuyu sermayenin dinamiklerine terketmeye karşı çıkan bir yerel siyasetin başarısıydı. Çok daha yakın tarihlerde gerçekleşen bir başka koruma yaklaşımı ise, pek çok açıdan tam karşıt noktada yer alıyor. Berlin'de birleşme sonrası merkezin yeniden inşasından söz ediyoruz. Bu kez sermayeyle "işbirliği" içinde gerçekleştirilen bir projeyle karşı karşıyayız. Ne var ki Berlin örneğinin farklılığı bundan da ibaret değil: Bologna'da korunan eski doku bugüne ulaşmış tarihsel binalardan oluşuyordu. Yani kentin görünen belleğiydi koruma altına alınan. Berlin'de ise anlamı öne çıkaran, başka bir deyişle belleğin görünmeyen katmanlarına da ulaşmayı amaçlayan bir yaklaşım söz konusu. Yapılan çalışmaya daha yakından bakmadan önce bu belleği, ana hatlarıyla da olsa okumakta yarar var.

1 2 

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz