reklam

Sorular & Cevaplar
Diyalog 2002 > Cengiz Bektaş

Tarih: 28 Mayıs 2002
Yer: Arkitera Forum

 

rennie

Cengiz Bey,

Etimesgut Cami'sini 1966 yılında yaptınız. Aradan 35 yıldan fazla bir süre geçmiş. Aynı camiyi şimdi yapmanız daha mı kolay olurdu daha mı zor?

Bu süre içinde Türkiye'nin mimarlığa bakışında, mimarlık eserlerini talep eden müşterilerin profilinde neler değişti. Gözlemlerinizi kısaca anlatabilir misiniz?

Teşekkürler...

Cengiz Bektaş 

Etimesgut Camii 1964 yılında tasarımı başladı. Gerçekten bu alanda ilk çağdaş davranıştı. Aydınlanmacı yönümle önem verdiğim bir tasarım. Kendim de yapımına el gücü ile girişerek başarıldı. Bugün aynı şeyi yapabilir miydim? Sanıyorum daha ilerisine geçebilirim bugün. Sorunun özü bana şu sözü anımsatıyor. Kültürü olanların parası yok, parası olanların kültürü yok. Çağın değer yargıları konusunda belli bir kültür düzeyine ulaşmış ama parası da olan bir işverenle sanıyorum yapabilirim bunu. Bu soru için teşekkür ediyorum.


Süha Özkan

Sevgili Cengiz,

28 17-19 arası bilgisayar başında olmak için çabalayacağım. Ertesi gün Roma da Pritzker Ödülü Töreni’nde olacağım için katılımım gerçekleşemeyebilir. Bunun için katkımı hemen yerleştiriyorum.

Ben bir mimarlık tarihçisi olarak yaşayan mimarlarla ilgili bir şey yazmama değerlendirme yapmama kararımı (1967-1983) (buna oruç da diyebilirsin) senin için bozdum ve yaşayan bir hakkında değerlendirmeyi ilk kez 1983 yılında “To Erase a Chalk Line” katkısı ile Mimar dergisinde dillendirdim. Açılan bu yoldan önce Sedad Eldem kitabını gerçekleştirdim sonra da 30 u aşkın mimar ve mimarlık katkıcısı hakkında değerlendirmeler yaptım. İyi de oldu. Beni o zaman ikna ettiğin için teşekkür ediyorum Çünkü o başlangıç oldukça değerli bir seçki (anthology) oluşturdu.

Önce DGSA sonra Alman mimarlık eğitimi almış genç mimar olarak Ankara’daki ilk yapılarında Etimesğut Camisi, TMO, İngiliz Sefaret Okulu, ve daha sonra TDK nı kastediyor ( ve Büyük Ankara Oteli bitişiğindeki şansız yapıyı katmıyorum) o yılların çağdaş ve Türkiye şartlarına uyarlanmış ve modernizmden ödün vermeyen ürünlerini gerçekleştirdin.

Son yirmi yıla yakın bir süredir yöre ye ve bölgeye duyarlı bir yaklaşım gerçekleştirmeye yöneldin. (Mersin de ki çok katlı yapıdan da söz etmiyor onu bir yol kazası olarak görüyorum. Çünkü meslek yaşamımda sizler gibi tasarım beceri ile yaşam savaşı veren kişilerin kaderinde var. Hoş görmekteyim.)

Antik Tiyatro Oteli, Ora, Akdeniz Üniversitesi Öğrenci Merkezi projeleri ile de yöreye saygılı, nitelikli, özgün bir mimari yaklaşım çizgisi geliştirdin. Geçen yıl aldığın Aga Khan Ödülü de bu çabanı taçlandırdı. Kutlu olsun.

Dört sorum var. Bunları yanıtlamadan yukarıdaki saptamalar ile ilgili itirazlarını da (varsa) bilmek isterim.

1. Yöresel esin ile çağdaş mimarlık arasındaki ilişkiyi nasıl nitelendiriyorsun? Nasıl ve nereye kadar?

2. Bu ilişkini kavramsal araçları nelerdir.? Biçim mi? Yapı ayrıntıları ve gereçler mi? Yoksa mekan anlayışı ve soyut izlenimsel tatlar mı?

3. Mimarlığın kadar ozanlığın ve değme üniversite hocasına nasip olmayan araştırmacığın var. Bu üç becerin birbirini nasıl etkiliyor. (Öznel örnek verirsem benim sergilediğim, kendi sanat ürünlerimin ve yaklaşımımın mimarlık düşüncelerimle uzaktan yakına hiçbir ilgisi yok. Ben sanatı daha bağımsız, öznel ve özgür bir ifade ortamı olarak görmekteyim.)

4. Yeşil (yada bio climatic) Mimarlığın neresindesin? Bu yaklaşımı izliyor musun? Seni heyecanlandırıyor mu?

Cengiz Bektaş

Sevgili Süha,

Sana herşeyden önce kendi adın sanınla soru sorduğun için teşekkür ediyorum. Şu anda elimde olan soruların büyük çoğunluğu takma ad kullanıyor. Oysa ben kendi adımla işte orta yerdeyim. Neden kendimiz olmaktan bu derece kaçınıyoruz? Bunu beceremediğimiz sürece özellikle bizim alanımızda bizi ilerilere götürecek tartışmaları gerçekleştiremeyeceğiz diye üzülüyorum. Çünkü daha önce, örneğin kırk yıl önce ben eleştiri alanında apaçık olmayı denediğimde sonradan bir takım sıkıntılar çekmeme karşın hep böyle davranmaya özen gösterdim. Bu nedenle senin bu örnek davranışına teşekkür etmem boşuna değil. Sorularına geçmeden senin de istediğin gibi önce iki küçük açıklama yapmalıyım.

Büyük Ankara Oteli yanındaki yapı aldatıldığım bir yapıdır. Bunun öyküsünü bir yazımda anlattım. Bir otel olarak bana gelen tasarım bu alana ayrılmış krediden yararlanılarak yapıldı ama son dakikada bir işyeri yapısına döndürüldü. Bunun amacı başkalarının parasını kullanarak kendi yapısını gerçekleştirmekti açıkçası. Ben ve bu konu ile ilgili herkes bir anlamda aldatıldı. Bunu öğrendiğim günkü üzüntümü anlatamam. Kısacası kullanışında şanssızdı. Ama kentsel tasarım açısından önemliydi. Özellikle komşusunun Büyük Ankara Oteli olduğunu unutmamasıyla. Bunun için de savaş vermiş, İmar İskan Bakanlığı’ndaki yetkilileri de inandırabilmiştim. Bu yapının cephesini 15 yaşındaki bir çocukla bile yapabildim. (Ön yapım ögelerini) Gropius’un “küçük boyutlu ön yapımdan” ne demek istediğini anladığımın kanıtıdır bana göre. Bir başka ünlü mimar ölçülerinden, oranlarından senin olduğu hemen anlaşılıyor, bulunduğu yere ışık getiriyor demişti.

Mersin’deki çok katlı yapıya gelince. O da bir kentsel tasarım başarısıdır bana göre; Mersin kentinin merkezinin neresi olması gerektiğini gösteren yedi sekiz katlı bir beton tarlasında ilk kez bir heyecan getirmeyi başaran (bu söz de bir mimarlık hocasının) en azından bugüne dek dağ köylerine bile Mersin’in nerede olduğunu gösteren hiç bir aksaklığı saptanamamış bir yapı. Gün geçtikçe daha iyi anlaşılacak. Ama asıl çevresinde yarattığım, çevrenin boyutlarını aşmayan oylumları ile önemli.

Şimdi güzel sözlerin için tüm yüreğimle teşekkür ettikten sonra yanıtlara geçiyorum.

1- Senin de bildiğin gibi ben yöreye hiç biçim açısından bakmadım. Ve yöreye baktığımda insanların bu çevreyi yaratırken ne gibi ilkeler, ilişkiler içinde davrandıklarını sezinlemeye çalıştım. Bu nedenle o ilkeleri saptamaya çalıştım. Örneğin kültür birikiminin bilincinde olmak, tutumluluk, esneklik, gerecini ve teknolojisini yakınından seçmek, içten dışa davranış, içle dışın uyuşumu gibi ilkelerde yöreselle çağdaş mimarlık arasında koşutluk olduğunu saptayabildim. Bu nedenle yöresel esinden ötürü mü, yoksa çağdaş mimarlık inancından ötürü mü böyle davranıyorum mu diye düşünmedim. Benim derdim insancıl oylumlar yaratmak ve planlamacının işi “gelecek”. Geleceği göz ardı etmemek, bugünün beğenisine takılıp kalmamak en önemlisi...

2-Sanıyorum birinci soruna yanıtım ikinci soruna da karşın söyleyebileceklerimi içeriyor. Biçim hiç derdim olmadı. O, içten kendiliğinden geldi. Yapı ayrıntıları ve gereçlerinde doğaya, çevreye, tutumluğa uygunluk gelgeç modalara takılmama, en önemlisi idi. İkinci soruna doğrudan yanıt vermek gerekseydi mekan anlayışı ve iç-dış uyuşumunda yalansızlık diyebilirim.

3-Daha önce de determinizm gereği mi böyle davranıyorsunuz diye sorulmuştu bana. Ben bir bütünü yaşıyorum. Yaptığımda da, yazdığımda da bu bütünsellik benim için bir tutku. Yaşama biçimim de buradan çıkıyor. Belki senin resim yaparkenki yaklaşımın bende şiir yazarken duyumsanabilir. Ama o bile değil. Senin resimlerini seviyorum. Oradaki yalınlığı, azla çoğa ulaşma isteğini. Benim şiirimde mimarlıktaki davranışımla ilişki hemen başka yazarlarca sezinlenebiliyor. Türkiye’de mimar olmak gerçekten en az bir yüz yaşı gerektiriyor. Çünkü mimarlık gereği ilgi duyacağın alanlarda derinleşmek için bütün olanaklar var. Yaş aldıkça çaresizliğim artıyor. Hep elli, yüz genç mimarla bir arada çalışma grupları oluşturabilmeyi düşlüyorum hala.

4-Bio climatic, senin dediğin gibi ya da yeşil mimarlıkta çaktırmadan araştırmalar yapıyorum. Örneğin Mertim’de çift kabuk yaparak Mersin’in havasını temizleme işini bir Alman danışmanla birlikte çözmeye çalıştım. Teorik olarak çözdük uygulatamadık. Son bitirdiğim bir yapıda güneş enerjisindan yararlanmayı becerebildim. Herhangi bir araç gereç kullanmadan. Yanlızca plan çözümü ile ve İzmir’in cumbalarındaki ilkeden yararlanarak. Öyle ki kışın soba yanan oylumlardan bile daha sıcak oylumlar elde edebildim. Bunu henüz yayınlamadım. Bu alandaki amacım (heyecanlanmakla kalmıyor) bir gün doğanın kan dolaşımı içinde yapıları gerçekleştirebilmek.

Sana da soruların için yürekten teşekkür ediyorum. Sevgiler, başarılar.

Süha Özkan

Sevgili Cengiz,

İlk yarım saat senden ses çıkmayınca: "Bu forum evsahipsiz mi olacak?" diye kaygılandım.

Yanıtların doyurucu. Gerçekten ben senin mesleğini hiç bir "ara çıkar"a, bir eser vermek uğruna bile olsa, peşkeş çekmediğini biliyorum. Acı değilse bile çok sıkıntılar çektiğini da izledim. Yine de sonunda ortaya çıkan yapılar toplum malı olduğu için "beğendiğimizi - beğenmediğimizi" söylememiz eleştirel ortama katkıdan başka birşey değil. Onun için burada Mertim ve Atatürk Bulvarı yapılarından söz ettim. Biliyorsun düşünce dedikodularla değil üleşerek gelişiyor. Bence bir ömür boyu yaptıkların, senden daha çok başarılar beklememizi zorunlu kılmakta. Bu da, bence, hoş bir duygu.

Web ortamında kişiliğin gizlenmesi "oyunun bir kuralı" bu konuya Sevgili Bülent Erkmen de karşı çıkmıştı. Bence önemli olan düşüncenin yada katkının niteliği. Öyle değil mi? Belli ki bir kişi zaman ayırıp bu ortama girmiş. Katkısı önemli. Gerçek kişiliğinin sunulması onun tercihi olmalı.

"Aidiyet ve Modernizm" sorusunu ben anlamadım. Yaşlanıyorum galiba? Aidiyet=Kimlik mi, oluyor? yanıtını merak ediyorum. "Yapış yapış bacak koparan aidiyet mi? Modernlik mi? Onu da anlayamadım? Yine de düşünceyi gıdıklayan bir yönü var, doğrusu!

Sevgiyle.

Cengiz Bektaş

Sevgili Süha,

Katkıların için ben sana teşekkür ediyorum. Aidiyet duygusunu yitirmiş bir kişinin evinde, sokakta, alanda, kentinde bir otelde yaşar gibi yaşadığını sanıyorum. Aidiyet duygusunu yitirmiş kişilerden kendi çıkarları uğruna yararlanmaya çalışanlar Türkiye’ye çok büyük zararlar verdiler. O nedenle kent konusunda bir araya gelip sıkı sıkı tartışmamız gerekiyor. Bunu başarırırız ki umud ediyorum. Sevgi ile...


muskil 

günümüz genç mimarları

Cengiz Bey,

Konu başlığından da anlaşılacağı şekilde ben kendi kuşağımızdan
bahsedeceğim.Öncelikle bu oturumun amacının bizim sorunlarımızın paylaşımı, sonrada bu sorunları anlattıktan ve çözüme ulaştırdıktan sonra amacımızı gerçekleştirebilmek için sizden bilgi alma ve onları uygulayarak özümsemek olduğuna inanıyorum.
Elbette sizin gibi büyüklerimizin bizimle buluşmaları bilgilerini görgülerini paylaşmaları çok önemli.
Fakat ya bizim kuşağın sorunları:Siz bunları birleşip çözmeden,bizide yanınıza katarak savaşmadan, biz nasıl başarıya ulaşacağız.(Hadi siz paçayı sıyırdınız,peki ya biz.)
Lütfen sizden bu sıralayacağım problemler hakında çözüm önerilerinizi alabilir miyim.

1- Benim mimarlığa girdiğim sene mimarlık okulu sayısı 17 idi.Şimdi 30 a yakın. Sizce bu doğru bir sonuç mu doğuracak, ülkemizin mimara ihtiyacı var mı. Bu mezun olacak mimarlar(vakıf üniv.telerine ufacık puanlarla girenler bizden daha iyi miamrlar olarak mı çıkacaklar)
2-Depremden sonra mimarlığı öldürdüler,zaten bize hiç bir hak vermiyorlardı, şimdi bütün hakları elimizden aldılar.Birçok mimar aç.
Bu konuda bir savaşımda bulundunuz mu yoksa siz nasıl olsa paçayı kurtardınız mı.(özür diliyorum...)
3-Bazı bizden yaş olarak büyük mimarlar (yani cumhuriyetten sonra ünlü mimarların yurtdışında bi şekilde mimarlık diploması almış oğulları... En güzel örneğide Murat Tabanlıoğlu'dur.)
Bunun gibi mimarlar yarışma projelerini bir ticaret haline getirmişler ve sırf yarışma projesi için bürolarında 50 mimar çalıştırabilmektedir.Tabi bizim nesilin zor durumda olması bunların ekmeğine bal sürecektir...
Sizi bu konuda çok takdir ediyorum.Diyorsunuz ki yarışma projesine bir mimari mesaj verilmek istendiğinde girilmelidir,ticarete dökülmemelidir.
Peki bizim yolumuzu bu yönden nasıl açabilir diniz, çözümünüz nedir.

Gördüğünüz gibi bütün yollar kapalı bu ülkede ne yapalım Cengiz bey söyleyin.
Allah aşkına bir umut verin......Kendi umutlarınızı değil.....


Mustafa KİLCİ

Cengiz Bektaş

Süha Özkan’a teşekkür ettiğim gibi size de teşekkür ediyorum Sayın Mustafa Kilci.

1-Ben daha 1973’te mimar gereksinimimizin doyuma ulaştığını yazmıştım. Şu anda sizin de söylediğiniz gibi doyum fazlası mimarımız var. Ama olsun denilebilinir. Ne yazık ki bunun zararlarını gene mimarlar çekiyor. Buluşmalar için inanın ki elimden geleni yaptım. Kendi kuşağımın sorunlarından çok gelecek kuşağın sorunları ile uğraştım diyebilirim. Örneğin altı yıl “öz yönetim” denedim. Ama anamalcılıkla yönetilmek durumunda olan bir toplumun içinde zorlandık. Denemenin sonuna geldik. Ama benimle birlikte olanların hepsi, sevenler de sevmeyenler de, buna tanıklık edebilirler. Mimarın parası çok, kültürü yok insanların uşağı olmaması için düzenler tasarladım, uyguladım. Sonunda yalnızca yol gösterebildim. Bu savaşımdan hiç de vazgeçmedim. Ama bu savaşıma katılma isteğini gösterebilenler ne yazık ki bir elin parmakları kadar idi. Birinci sorunuza yanıtım sanıyorum şu söylediklerimin içinde var. İyi mimarın yetişmesi okuduğu okulla etkilenebilir. Ama tümüyle ona bağlı değildir. Benim inancım mimarın bugün de usta çırak ilişkisi içinde yetişmesi gerekliliği. Bir de asıl kendisinin yapacağı eğitim izlencesi. Özellikle yurdumuz böyle bir izlence için büyük olanaklar sağlıyor. Örneğin Alman arkadaşlarım buradaki yapıları görebilmek için iki üç yıl para biriktirmek zorundaydılar. Oysa ben çalışma arkadaşlarıma bu türlü örneklerin tanınmasının ne denli kolay olabileceğini göstermeye çalıştım. Mimar yüksek öğreniminden ancak bir anahtar edinebilir. Sonra özverisini sürdürerek yaşama koşullarını alçak gönüllülükle saptayarak ustalara gider. (Yurtiçinde ya da yurtdışında) Yapmayı orada öğrenmeye başlar. Ana yanlışları başkalarının adı altında yapmak en akıllıcasıdır.

2-İkinci sorunuza pek bir şey söyleyemiyorum. Bütün depremlerden sonra mimarlarımızın üzerine böyle durumlarda ne düştüğünü düşünmekle kalmadım, yapılacak olumlu işlerde kendim ve işliğim ile hazır olduğumu ilgililere bildirdim. Son depremden sonra da bir grup mimarla yapılacaklar üzerinde sistemli olarak düşündüm. Bir rapor da ortaya çıktı bu çalışmalardan. Ama bugün de yapılacakların yapıldıklarına inanmıyorum. Ben paçayı kurtarmış değilim. İçinde yaşadığım toplum paçayı kurtarmadıkça da kurtaramayacağım. Ancak depremden sonra kurulmak istenen kimi kazanç kaynaklarına karşı (denetim büroları) hep birlikte savaş verilmelidir. Benim yanımda tutunamamış kimi kişiler bugün benim projelerimi denetleme durumundalar ve buna karşı söylediğim herşey sanki özel sorunlarımı dile getiriyormuşum gibi algılanıyor. Oysa bu hepimizin sorunu.

3- Ben yarışmalara 1969’dan beri girmiyorum ve yalnızca beş beşbuçuk yıl girdim yarışmalara. Bugünkü düzende yarışmaya girmekte çok anlam bulmuyorum. Önce yarışmalar düzeninin değişmesi için savaşım verilmeli, sonra da yarışmaya girmeli. Yarışma gerçekten mimarlığın heyecan verici bir alanı ancak doğru kullanılmalı.

Ama sakın ola ki umutsuzluğa düşmek yok. Bu olabilecek en kötü durum olur.


vizzz 

Olbia Sosyal Merkezi Projenizin idealinizdeki yada yıllar boyunca edindiğiniz deneyimler sonucunda vardığınız mimari düşünceyi yansıttığına inanıyor musunuz?
Bu projenizin ötesinde daha neler yapmak istersiniz?
Günümüz koşullarında mimarın, özellikle de Türkiye'de pratik yapmaya çabalayan mimarın konumu ve duruşu ne olmalıdır?

Cengiz Bektaş

“Mimarlık insancıl oylumlar yaratmaktır bana göre” deyişime uygun olarak Olbia’da yarattığım oylumların varmak istediğim sonuca vardıklarına inanıyorum. Beni Olbia’nın ne biçimi, ne şusu ne busu ilgilendirmiyor. Aslında bu yolda bir ilk olduğunu söyleyebilirim. Plana baktığınız zaman bunu saptayabilirsiniz kanısındayım. Şiirimde söylediğim gibi “adımlarınızı planlıyorum” sözü gerçekleşti. Üniversite içinde yapılan bir araştırmaya göre öğrencilerin başarı yüzdelerinde %25’lik bir artış olmuş. Benim için en önemlisi bu. Kitapçıda alışveriş yaparken bir öğrenci yanıma gelip şunları söyledi. “Bilin istiyorum. Bu oylum beni yaşamımın sonuna dek etkileyecek” Bütün yapılarımın kullanıcılarından böyle bir şeyi duyabilmek istiyorum. Olbia’dan sonraki yapılarımda da. Ve lütfen inanın ki yanlızca bunun için çalışıyorum. Böyle söyleyince sanılıyor ki “tuzum kuru” ve bunu becerebiliyorum. Tuzum kuru değil ama ancak bu yolda çalışabildiğim, ilerleyebildiğim zaman mutlu oluyorum. Günümüz koşullarında mimarın, özellikle de Türkiye’de pratik yapmaya çalışan mimarın konumu ve duruşu bu olmalıdır diye düşünüyorum.


FLuXuS

...?

...sizce `modern`lik nedir?


geçmiş bölümlerin özeti için...
(bkz: Emre Arolat)
(bkz: Arkitera'nın G.A'ya hain saldırısı)
(bkz: Defne Koz'un cevabı)
(bkz: Doruk Pamir'in cevabı)
(bkz: Doğan Tekeli)
(bkz: Bülent Erkmen'in cevabı)
(bkz: Şevki Pekin'in cevabı)

Cengiz Bektaş

Bence modernlik bir dünya görüşüdür. Aydınlanmacıların ardından gelmesi gereken, genellikle sosyalist mimarların bir felsefesi denilebilinir. Bizde çağdaşlıkla çağcıllık birbirine karıştırılıyor. Modernlik felsefi bir görüş ve içtenlikle paylaşımda eşitlik isteği olarak görülebilir. Ben mimarlıkta çağdaşlığın yeterli olabileceğine inanmıyorum. Aşmak gerekiyor. Bundan da önemlisi bireyi gözardı ederek toplumda paylaşımı, bundan da doğacak mutluluğu sağlayamadığımızı, bize bir anlamda kanıtladı şu son yüzyıl. Ondan ötürü herşeyden önemlisi gene ve bir daha söylüyorum, insancıllık.


zeynep

Daireler

Cengiz Bey Merhaba,

ben projelerinizdeki imzanız haline dönüşen daireleri merak ediyorum.

Acaba bu daireler sizin için projelere başlarken bir çıkş noktası mı? yoksa herşeyi bir araya toparlayan bir son nokta mı?

İyi Diyaloglar dilerimle...

Cengiz Bektaş

Projelerime başlarken çıkış noktam yanlız va yanlızca kullanıcının kendisi. Daireler dediğiniz eğrilerin sanki onun (ya da onların) adımlarını izlemekten çıkan çizgiler. Bir akışkanlığı, değişimi birlikte getiren bir arayış. Kısacası hiç bir zaman son nokta değil. Son noktaya hiç bir zaman ulaşılamaz sanıyorum. 


mortimes

Merhaba!

Bu kez kısacık bir soru soracağım!
Bir mimarın ofisinde birlikte çalıştığı "genç" mimarların, ofisin (ve tabii işi alan, yürüten, yöneten mimarın) ürünlerini ortaya çıkarmadaki belirleyiciliği nedir sizce? İhmal edilebilecek kadar küçük mü, yoksa büroları (ve ürünlerini) orada çalışanlara bağlı dönemler halinde ele almayı (düşünmeyi) kışkırtacak kadar belirgin mi?

["Çok iyiler" yetiştirmiş bir duayene sorulması boşuna değildir.]

Cengiz Bektaş

Katılıma inanıyorum. Mimarların artistlik (sanatçı duyarlılığı) tutkuları kimi katılımları engelleyebiliyor. Oysa deneylerimle biliyorum ki, bazen küçücük bir çocuk bile tasarıma katkıda bulunabiliyor. Herkesin kendi aklını kullanabilecek denli yürekli olması önemli. Bu ortamı kurmaya çalıştım. Kimileri böyle bir ortamı kendini ortaya çıkarma yolunda kullanmaya çalıştılar. Onları önlemek istediğim zaman sanki demokrasi dışında davranıyormuşum gibi algılandığını da yaşadım. Mimarlık bir takım tarafından denetlenmeli. Yaratıcılığı önlemeden.


blur

Mertim

Merhaba,

quote:
Açık söyleyeyim; bir ''mimar'' olarak, Bektaş'ın Mersin 'deki o ''simge olsun'' (!) diye yükselen gökdelen projesi dışındaki, diğer tüm mimarlık ürünlerinde kentsel ve kültürel değerlere olan bağlılığını gösterdiğini söyleyebilirim...
Yukardaki alıntı Oktay Ekinci'nin Cumhuriyet Gazetesi'nde 11 Temmuz 2001'de yayınlanan'Yalınayak Mimarlar...' adlı yazısından.

Bu yazı üzerine Arkitera Forum'da başlayan Mertim, Cengiz Bektaş adlı tartışmada
quote:
mersin'deki gökdelen sahiden de Cengiz Bektaş'ın elinden çıkmış bir binaya benzemiyor diğer işlerine bakılınca.
 
quote:
Mersin'e gidip görme şansınız oldu mu bilmiyorum ama zamanında Eiffel için söylenenbir söz var. "Paris'in en güzel göündüğü yer Eiffel kulesi. Çünkü onu görmüyorsunuz. " Bu bina da bence öyle. Yalnız yıllar sonra Eiffel ile ilgili görüşler değişti. Bu bina için de değişecek mi bakalım?
 
quote:
Bana ilk anımsattığı bir mezar taşıydı.
yukarıdaki görüşler ortaya atıldı.

Siz Mertim binanızı bugün nasıl buluyorsunuz?

Cengiz Bektaş

Bu soruya Sayın Süha Özkan’a verdiğim yanıtta karşılık bulabileceğinizi sanıyorum.


mona

Cengiz Bektaş Mimarlık İşliği

Cengiz Bey,

Cengiz Bektaş Mimarlık İşliği genç mimarların yetiştiği "okul gibi bir mimarlık ofisi" olarak biliniyor. Sizin yanınızda mimarlığa başlayıp bugün iyi noktalara gelen mimarlar var mı? Genç mimarlarla nasıl bir çalışma ortamını paylaşıyor sunuz?

Cengiz Bektaş

Bana “eğitim ödülü” verilmesine karşın bu işi iyi becerebildiğimi sanmıyorum. Benim yanımda birlikte olmuş, gerçekten iyi mimarlar var. Türkiye’de de biliniyorlar. Kimler olduğunu söylememe gerek yok. Yayınlardan izlenebilir. Genç mimarlarla hep birlikte ve tek bir oylumun içindeyiz.


FLuXuS

... aidiyet - modernlik ilişkisi çerçevesinde, Türkiye mimarlığı açısından "Aga Khan" mimarlık ödülünün "değerini" değerlendirir misiniz?

Cengiz Bektaş

Aidiyet özellikle bir göz ülkesi olan Türkiye için çok önemli. Bu nedenle tasarımların sosyal içerikleri de en azından kendilerince ya da onlardan da çok önem kazanıyor. Daha önceki yıllarda Aga Han Mimarlık Ödülünü bu açıdan eleştirdiğimi bilen biliyor. Gerçekten de özellikle son dönemde ödüllendirilen tasarımların en az yarısı sosyal içerikli idi. Modernlik kavramını bir biçim, bir “üslup” olayı olarak görmediğim, sosyal içeriği ile değerlendirdiğim, size daha önce verdiğim yanıttan anlaşılabilir sanıyorum. Ağa Han Ödülleri değişen seçici kurullara göre değişiyor. Benim tasarımımı değerlendiren seçici kurulun başkanının Halep’teki törende beni izleyicilere “şimdi gerçek bir mimar geliyor” diye tanıtışını unutamam. Bu benim için en az ödül kadar değerli bir tanıtımdı. Modernlik kavramını toplumsal bağlamından ayrı düşünmeyen bir insan için bunun önemi var sanıyorum. Aidiyet duygusu üzerine daha önce uzun uzun yazdım.

Süha Özkan

Aga Khan Mimarlık Ödülü denince bu kurumu 20+ yıldır yöneten kişi olarak devinmemem elde değil. Bu çabaya nerede ise 15 yıllık akademik ve yönetim görevlerimle yarışan bir zaman verdim.

Önce anlamak gerkiyorki bu Ödüle yalnız ve alınganca Türkiye açısından bakmak çok yanlış. Bütününü anlamak ve elieştirmek daha yararlı.

Bir kere bu Ödül'ün yapısı İngiliz Hukuku ile Roma Hukuku arasında olduğu denli yapısak fark var. Biliyorsunuz Roma Hukuku "Kuralcı"dır. kısacası yasa koyucu kuralları beirler ve "Suç ve Ceza" o kuralların belirlediği ilkeler içinde oluşur. Oysa İngiliz Hukukunda kural yerine oluşum vardı ve oluşum içinde bulunduğu ortama göre değerlendirilir. Kısacası "örnekler" yasal tabanı oluşturur kurallar değil. Ödül'ün çalışma tarzı, yapısal olarak, daha dinamik olan ve toplumsal devinimi ve değişimi içeren İngiliz yasal düzenlemsine benzemektedir. Dolayısı ile her jüri kendilerine sunulan projelerden o dönem için bir çıkarsama yapmaktatdır.

Sürekli korunan amaç ise çözümün öncelikle mimarlık mesleğinden bekleniyor olmasıdır. Onun için adı: Mimarlık Ödülü.

Sonunda ödüllerin bugün 80 i aşkın projenin oluşturduğu "mozaik"in algılanması olarak değerlendirilmesi gerekir. Yoksa parçalara bölünerek sunulması ve eleştirirleri bu örnaklerle değerlendirmek yanıltıcı olur.

Biz eksiklerimizi iyi biliyoruz. Örneğin hala yeterli miktarda ve nitelikte sanayi yapıları, çalışma alanları, çağdaş ve çıok sayıda konu projelerini bu mozaik içine erkili bir biçimde yerleştiremedik. Bu konularda nitelik ve nicelik sorunumuz var. Bu yönde katkılar bekliyoruz. Yoksa restorasyon, kent doku korumaları, geleneksel teknoloji, tekil konutlar, turizm yapıları, herbiri çok önemli ve değerli olsa da kanıksadığımız katkılar. Ödülü salt bu ortamın malı olarak görmek istemiyoruz


tuncmehmet

Denizli

Değerli Hocam; Şu sıralar Denizli için çalıştığınızı biliyorum. Sizden çok şey bekliyoruz..

Cengiz Bektaş

Denizli için duyguların beni kıvandırdı. Ancak şunu söyleyebiliyorum. “Güzel günler göreceğiz çocuklar”


publisher

TEŞEKKÜR

Merhaba Arkadaşlar ve Cengiz Bey;

Benim mesajım bir soru değil. O nedenle belki de arkitera ilgilileri mesajımı buraya uygun görmeyerek, koyup koymama hakkına sahipler. Ancak Cengiz Bey'in bu 2002 diyaloğundaki son isim olduğunu henüz okudum. O halde yazmadan duramadım:

-Bu elektronik ortamda bugüne dek gerçekleştirilen her bir diyalog için herkese teşekkür etmek istedim….gerçekten….Bu oluşumun çok daha güzel bir çizgiye doğru yol alacağına çok eminim……herkese ve son katılımcı olan Cengiz Bey'e de teşekkürler……

(Cengiz Bey'e bir teşekkürüm ise bir mimarın sahip olması gereken çok yönlülüğe dair toplumda bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum. Kendisi gibi daha çok örneğe ihtiyacımız var. Mimarlar sadece bina yaparak değil, yaratıcılığın başka yönlerinde de kendi varlıklarını ortaya koyarak topluma ulaşırlar, ulaşmalılar….//Mesela ben gitar çalıyorummmm)) // Cengiz Bey'e bu anlamda bir teşekkür !:….)

Bundan sonraki diyaloglar için daha çok katılımcı olması için çevremdeki kişileri bu ortama yönlendirmeye çalışacağım. Neden mi?…..

"Mimarlar //YÜREKLERİYLE// çizerler,
ama konuşa konuşa anlaşırlar"…..

Herkese kolay gelsin;
Meral

Cengiz Bektaş

Yürekten teşekkürler.


butando

Köy Enstitüleri

Sayin Bektas,
Kentliolmak yada olmamak adli kitabinizda Köy Enstitüleriyle ilgili bir makaleniz dikkatimi cekti.Kalan Enstitü binalarinin korunmasi icin düşünülen projeler hakkinda bilgiye sahipmisiniz?
Saygilar
Dr.Bulent Tandogan

Cengiz Bektaş

Sayın Dr. Bülent Tandoğan,

Bildiğinizden hiç kuşku duymuyorum. Köy Enstitüleri cumhuriyetimizin “modernleşme” yolunda en önemli adımlarından biriydi. Pek çok ülkeye de örneklik etti. Çıkarları zedelenen, zedelenecek olanlarca kara çalınarak cumhuriyetimizin kösteklenmesi pahasına (bunun böyle olduğu bugün apaçık görülüyor) ortadan kaldırıldılar. Köy Enstitüleri ülkemizin yetiştirdiği çok önemli mimarlarca tasarlanıp köy çocuklarının çamurlara bata çıka, teneke ile su taşıyarak “amelelilik” ederek tırnaklarıyla gerçekleştirilmiş yapılardan oluştular. Eğer ilgilenir ayrıntılarına inerseniz bir kahramanlık öyküsü ile karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. Mimarlar Odası’nın çabalarıyla bu yapılar bildiğimde anıt olarak ya da kültürel varlık olarak tanımlandılar, “tescil edildiler”. Böylece bir yağma düzenine karşı korumada ilk adım atılmış oldu. Ama bunun yetmeyeceğini hepimiz biliyoruz. Bugün kimilerince buraların yeniden ışık saçar duruma getirilmesi için uğraşılıyor. Bildiğim bir örnek Kepirtepe. Burayı bir sosyal kültürel özek olarak değerlendirmek için bir vakıf kuruldu. (O vakıfın onur üyesi olmaktan gerçekten onur duyuyorum.) Amacın gerçekleşmesi için bir küme insan içtenlikle çalışıyor. Başaracağımız umudundayım. Tabii Köy Enstititülerinin kurulduğu yıllar nüfusumuzun %80’nin köyde yaşadığını, oysa bugün %80’nimizin kentlerde yaşadığını unutmadan yapılıyor bu çalışmalar.

Sorunuz için teşekkür ediyorum.


Süleyman Boz

Denizli'deki Bektaş Yapıları

Merhaba Sevgili Cengiz Bektaş,

Arkitera'nın sunduğu bu olanakla, ilgilenenlerin sizi internet ortamında da tanıması ve söyleşmesi güzel bir şey.
Özgeçmişinize ve eserlerinize baktığımızda yaşamınızda Denizli'nin ayrı bir yeri olduğu hemen anlaşılıyor. Her insanın kendi memleketi ile bu kadar ilgili olabilmesi imrenilmesi gereken bir olgu.

Denizli'de adı geçen tasarımlarınızdan Müftü Ahmet Hulusi Efendi Külliyesi dikkatimi çekti. Sanırım bu uygulanmayan bir tasarım. Neden uygulanmadığı ve bu tasarım talebinin kimden geldiğini ve yerini biraz açabilir misiniz? Bu proje yeniden gündeme getirilemez mi?

Sevgi ve selamlarımla..

Cengiz Bektaş

Sevgili Süleyman

Senin yüreğinin de Denizli için çarptığını biliyorum. İşte bu, bundan önceki soru ya da yanıtlarda dile gelen aidiyet duygusu ile ilgili bir şey ve öyle de değerlendirilmesi gereken bir duygu. Müftü Ahmet Hulusi Efendi Külliyesi, müftünün Kurtuluş Savaşını başlatan ilk insanlardan biri olduğu bilincinin tasarımıydı. Biliyorsun İzmir’e gider, oradaki Sakallı Nurettin Paşa’yı “bunlar İzmir’i düşmana verecekler, cephe gerisine, Denizli’ye gel, örgütlenelim” diyerek Denizli’ye çağırır. Benim Acıgöl şiirim bu çağrı üzerine kuruludur: Denizli’ye gidiyorum, gel ardımdan.... Bu nedenle gerçek bir heyecanla çalıştım. Zannettim ki bir ışık kaynağı yaratılacak. Sonradan ortaya çıktı ki davranış pek de o kadar saf değil. Bunu daha sonra bir yayınımda anlatacağım. Ve belki de böyle bir tasarımı hep birlikte gerçekleştirebiliriz. Kim bilir?
Sevgiler


Süleyman Boz

Yeni-Atatürkçü Bektaş Kavramı Açılmalı mı?

Sevgili Cengiz Bektaş,

Boyut yayınları tarafından Arredemento Mimarlık dergisi'nin bir eki olarak verilen "Cengiz Bektaş" kitabında Uğur Tanyeli'nin sizin hakkınızda çok ilginç ve iddialı değerlendirmeleri, savları var.

Örneğin sizi Türk Aydınları içersine katarak "Vatanı Kurtarma psikozu" na kapıldığınız iddiası..

Yalnız Atatürk.ü aydının halkla bütünleşerek , halkla yaşayarak yalnızlığını giderme isteği..

Bektaş'ın "Bir cemaat odağı gibi işlev görüyor.." olması iddiası..

"Yeni Atatürkçü aydın olarak Küçük gelenekle büyük geleneği uzlaştırma çabası ve birincisini ikincisine aşılama gayretleri.."
"Türk Kültüründeki"Abnadoluluk " niteliğini ön plana çıkaran tarih anlayışı.."

Bu savlara herhangi bir yerde ya da yayında yanıt verdiniz mi? Verdinizse bunları okumak isterdim. "S. Eyuboğlu, H. Balıkçısı, A. Erhat ardılı olarak.." değerlendirilme konusuna nasıl yanıt verdiniz bunu da okumak isterdim..

Selamlarımla..

Cengiz Bektaş

Süleyman Boz

Kimileri kendilerine göre yakıştırmalarda bulunabiliyorlar. Aydınlanma ve çağdaşlaşma yolunda bir koşutluğa hiç bir karşı çıkışım olmadı. Ama kimi yazılarımda bu türlü kavramların ne denli yanıltıcı olduğunu, derinliklerinin olmadığını, yüzeyselliklerini vurguladım. “Cemaat odağı gibi işlev görüyor” savı gençlerin yetişmesinde yarattığım ortamla ilgili sanırım. Ona da aldırdığım yok. Çünkü o ortamdan yetişen ve herbiri kendisi olan ünlü genç mimarlar var bugün. Tarih anlayışında resmi tarihi aşıp sivil tarih çalışmalarını bilerek bilmeyerek ilk başlatanlardan biriyim. Ya da öyle görünüyorum. Bu da bana yetiyor. Atatürk’ün bir yanlız adam olduğuna son yıllarda daha çok inanıyorum. Ve onu yeterince tanıyabilmek için sanıyorum önümüzdeki yıllarda daha çok zaman vereceğim. Çünkü bir çok alanda gerçek bir ders niteliğinde. Eyüboğlu, Balıkçı, Erhat ardılı diye görmeleri de bir biçimci bakış açısından doğuyor. Bugün de Eyüboğlu’nun şu tümcesine inanıyorum Anadolu konusunda: “Bu kazanda eriyen de biziz, eriten de”


Süleyman Boz

quote:
Orjinal mesajı gönderen: Cengiz Bektas
Sevgili Süleyman

"Senin yüreğinin de Denizli için çarptığını biliyorum... Bu nedenle gerçek bir heyecanla çalıştım. Zannettim ki bir ışık kaynağı yaratılacak..."

satırlarınızı okuyunca son yazımın başlığı aklıma geldi.
Yerel bir konu olmasına karşın evrenseli de kucaklıyor bence.
Forum katılanlarınca da paylaşmak için aşağıya ekliyorum.
Selamlarr..

"HOROZ GÜNLÜĞÜ Süleyman BOZ
IŞIK DOĞUDAN GELİR,
KURTULUŞ ANADOLU’DAN

Geçen haftayı 18. Amatör Tiyatrolar Şenliği kortejini izleyerek açtık. Geçen yıla göre bu yıl korteje katılımın azlığı, tiyatro gruplarının iyice seyrekliği dikkatten kaçmıyordu. Ama Gazi Bulvarı’nda farklı milletlerden cıvıl cıvıl sanatçıları ve gençleri görmek güzel. Belediyeyi bu kültürel etkinliği sürdürdüğü için kutlamalıyız.
Meserret sokağının yeni düzenlenmiş halinin açılışı da yapıldı. Başkan Tıkıroğlu zamanında bu sokağın ilk düzenlenişini ve sponsor Lionesleri anımsadım birden. Ama sokağın Bektaş imzası ile sosyal planlama da göz önüne alınarak düzenlenmesi güzel. İlk baştaki “Taşralı” tepkilerin giderek azaldığını da söylemeliyim burada. Melek Pazarı’nın da bu anlayışla düzenleneceğini, içinde turistlerle haşır neşir olunacak, yaz aylarında, açıkta soğuk bira içilebilecek mekanların da bulunacağını öğreniyoruz. Çağdaş yaşamı savunmak için çağdaş mekanların ve yaşama biçimlerinin yaratılması gerekiyor elbet. Karanlığa karşı savaş sadece lafla olmuyor!.. Bu projeyi de desteklemek gerekiyor aydınlık Denizli için.
Son zamanlarda Kınıklı/Çamlık ‘tan başlayan eski Kızılcabölük- Tavas yolunun genişletilerek açılması konuşuluyor. Bazı dostlar arayarak bu konudaki görüşlerini söylediler. Daha çok çevreci, yeşilci dostlar.. Bu yolun açılmasının bir “Doğa katliamına yol açacağı iddiasında olan” dostlar. Biz de merak ettik. Tavas’a uğradık. Bu mevsimin is kokulu koyun yoğurtlarından almadan geçmedik Tavas’tan. Hem de kalaylı bakraçta! (Meraklısı varsa Bal Market’ten sipariş edebilir.) Kızılcabölük’e uğradık. Oranın da ünlü kebabından yemeden geçemedik. Kahveleri içmek için başkan Osman Erkli’ye uğramak istedik. Başkan festival organizasyonu işi için Denizli’ye inmiş. Şu yolun aslını astarını bir de ondan dinleyelim dedik ama başka sefere kaldı.. Oradan çıkarak söz konusu yola girdik arabamızla. Aman Ya Rabbii!.. Şimdiye dek hep Denizli tarafından girerek 3. çeşmeye kadar görmüştük o yolu. Meğerse gördüğümüz kısmı en çirkin olan kısmı imiş.. Denizlinin yanı başında böyle bir vadinin olması? Harika bir şey. Vadinin dibinde akan çay. Yamaçlardan bu çaya dökülen çavlanlar, küçük pınarlar, asırlık dev çam ağaçları. Yemyeşil bir dünya!.. Sanki Karadeniz’de Çamlıhemşin’deyiz.
Daracık taş döşeme bir yoldan ilerliyoruz. Aracımızın altı vurmasın diye 10 km. bir hız anca var. Bazı milletvekilleri bu yolun genişletilmesi ve asfaltlanması için ön-ayak oluyorlarmış. Rivayete göre bazı varsıllarımız yamaçlardaki arazileri kapatmış bile! Buraları imara açtırıp amerikanvari villalar yaptıracaklarmış! Onlar el attı ise bu iş olur diyorlar!.. Her cumartesi pazar spor, yürüyüş için bu yola dökülen okurlarım şiddetle bu yolun açılmasına karşı çıkıyorlar. Kamu oyu oluşturmaya çalışıyorlar. Ama kolay mı? Bir zamanlar koministlik ne ise şu sıralar çevrecilik, yeşilcilik de o! Baksanıza; Lerzan’ı bir ellerine geçirseler alimallah ümüğünü sıkacaklar!.. Ama bu çevreci yalınayaklar, nedense adlarını da vererek doğrudan kendilerini koymak istemiyorlar meseleye!.. Eh, bu da güzel insanımızın gaydırı gubbak bir davranışı değil mi? Yaa! Kimden korkuyorsunuz? Çıkın ortaya, savunun yaşamı. Yaşadığınız ortamı.
Yolun sonunda Çamlık mesireliğine iniyoruz. Bir de ne görelim? Çamların altında,Beyağaç belediye başkanı Duran Demir, askere uğurladığı oğlu ve arkadaşları için mevlit (!) okutmuyor mu? Sarılıp selamlaşmadan sonra Duran, gençlerin akşamki Onur Akın konserine serbest giriş garantisini alıyor yanımızdaki arkadaştan ve ayrılıyoruz.
Aynı gün akşamı Denizli Lions Kulübü’nün toplantısına katılıyoruz. Bu yol macerasını anlatıyorum. Lionların hepsi yolun açılmasını istemiyorlar. Başkan Murat Atıcı, Dr. Galip Yıldız. Dr. Yusuf B. Karaosmanoğu, Melih Sözmen vd.... Konu dönüp dolaşıp ülkenin siyasi ve ekonomik durumuna geliyor. Lionlar Ankara’dan umutlarını hepten yitirmişler. Biz İstanbul’dan da umudu kesmelerini ve ne varsa gene Anadolu’da olduğunu söylüyoruz. Nasıl kurtuluş savaşında ve Selçuklu’nun yıkılıp yeniden Osmanlı olarak doğmasında, Anadolu öncülük etti ise kurtuluşun yine Anadolu’dan başlayacağını söylüyoruz. Birden gözlerinde bir umutun yalazlandığı farkediliyor...
“Işık doğudan gelir, kurtuluş Anadolu’dan” diyerek toplantıya son veriyoruz. Kalplerinin en karardığı anlarda bile okurlarımıza Anadolu’nun öyküsünü, tarihini okumalarını tavsiye ederek bu yazımızı da burada bitirelim. O İskender’i görmüş, Kahpe Bizans’ı görmüş, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı, Timur’u, Yunanı, Fransızı, İngilizi görmüş Anadolu’yu. Ve sonunda hep ışığı yakalayan Anadolu’yu...
22.5.2002 Denizli"

butando

Süleyman Boz

Sayin Suleyman Boz,
Istanbul Zeynep Kamil hastanesi Tiyatro gurubu Ze-Ka Oyunculari olarak Festivale katilmak istedik ama basvuru suresini kacirmisiz,zamaninda haberi olursa Istanbuldan pek cok amator grup festivaline katilir senlendirirdik,artik darisi seneye.
Sevgiler
Dr.Bulent Tandogan

[email protected]

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz