reklam

Yazılarından
Diyalog 2003
> Doğan Kuban > Yazılarından

Tarih: 25 Mart 2003
Yer: Arkitera Forum

<< önceki sayfa                               1 2

Sanat Eseri Olan Yapıda Bütünlük Sorunu ve Bunun Restorasyon Kararları Üzerindeki Etkisi:
Uzun bir geçmişi olan yapıların ilk yapıldıkları durumda kalmaları hemen hemen imkansızdır. Dolayısiyle restorasyon konusu olan yapı veya yapı grubunun bir tarihi anın estetik eğilimini tam olarak yansıtan bir bütün olmaktan çok, birçok parçaların bir araya gelmesinden meydana gelen bir konglomera olması normaldir. Bütün Ortaçağ boyunca yapı tasavvurunun additif bir süreç olduğunu görüyoruz. Daha sonra Avrupa' da Rönesans kültüründe ve bizde Osmanlı sanatında, yapı tasavvurunun soyut bir tamlık ilkesine gore geliştiği çağlarda bile yapılara ilk bütün tasarısını değiştiren bir çok ekler yapıldığına şahit oluyoruz. 

Genellikle fonksiyonel sebepler zorladığı zaman stilistik bütünlüğe pek aldırış etmeden daima yeni ekler yapılmıştır. Bunlar yeni bir mihrap, yeni bir mahfil, yeni bir son cemaat mahalli olabileceği gibi, örtüde bir değişiklik, yeni bir kaplama da olabilir. Böylece orijinal tasavvur değişir. Hatta başlangıçtan tamamen farklı olabilir. Bazı Selçuk Çağı camileri böyle değişiklikler geçirmişlerdir. Bunun sonucu olarak, restorasyon için ele alınan yapıda stilistik bütünlük değil, fakat bir tarihi süreklilik ifadesi olma daha büyük bir önem kazanabilir. 

Bir bakıma önümüzdeki yapı süreli organik bir gelişmenin bütünlüğüne sahiptir, tarih içinde yapının bu değişmesi karşımıza çok önemli restorasyon soruları çıkarır karşımıza. Bunların başında yapının hangi çağının en önemlisi olduğunu tespit etmek vardır. Örneğin, Osmanlılar zamanında değişikliklere uğrayan bir Bizans kilisesinin restorasyonu söz konusu olduğu zaman, veya 15. yüzyılda yapılmış bir medresenin 18. yüzyılda yenilenmiş bünyesine müdahele edildiği zaman, hangi devir esas alınacaktır? Şunu da hatırlamak gerekir ki, ekseri yapılarda bu gelişme iki veya üç devir değil, fakat daha çoktur. Topkapı Sarayı gibi bir kompleks gözönüne alındığı zaman, sorunun büyüklüğü daha iyi belirmektedir.

Önce bu gözlemden varılacak ilk önemli sonucu belirtelim: 
Ekseri hallerde, bir yapının ilk tasavvur edildiği çağa uygun olarak restore edilmesi pratik olarak kabul değildir. Yani orijinal devre dönen bir restitüsyon, ancak yapının bize kadar varmış bazı kısımlarının yokedilmesiyle kabil olabilir. Dolayısıyle ilk yapıldığı çağdan sonra geçirdiği değişikliklerin herhangi bir noktasını bir dönüş noktası olarak kabul edip edemeyeceğimiz sorusu ortaya çıkar. Oysa yukarda belirtildiği gibi, bu da çok hallerde hem kabil değildir, hem de yapının tarih içinde meydana gelen kimliğine bir tecavüzdür. 

Buna göre, tarih açısından yapıya müdahale ancak kendi çağımız için söz konusu olabilmektedir. Gerçi bizim müdahaleyi kabul etttiğimiz nokta da tarihi gelişme içinde bir başka andır. Ve niçin bizim de kendi çağımızın koşullarına göre bir değişiklik yapamayacağımız sorusu ortaya çıkmaktadır. Genel olarak bunun cevabını aşağıdaki gibi veriyoruz.

Çok yakın zamanlara gelene kadar, restore etmek, bir tarihi eseri, değişmeyen bir fonksiyona gore kullanmak amacı ile yapılan ve yapıya bir tarihi belge olarak değil, fakat yaşayan bir çevre elemanı olarak bakan bir tutumla gerçekleştiriliyordu. Günümüzde restore edilen yapı herşeyden önce bir tarihi belgedir. Bu tarih bakımdan bilinçlenmenin bir yeni aşamasıdır. Yapının restorasyonu, daha önce belirtildiği gibi, önce bu tarihi kimliğin korunması amacı ile yapılır. 

Yapının yine aynı fonksiyona tahsis edilmesi gerekli değildir. Çünkü aynı fonksiyon bugün için yokolmuş olabilir: Bir sarayın saray, bir kilisenin kilise, bir medresenin medrese olarak kullanılması olanaksızdır; veya bir yapının eski fonksiyonunu görmesi fiziksel olarak kabil değildir: bir hamamın, yeniden işletmeğe açılmasının, yapının rutubete dayanamayacağı düşüncesiyle kabil olmaması gibi. Gerçi günümüzde de yapının çevrenin hayatına katılması onun yaşaması için gerekli sayılmamaktadır. Fakat bu, değişen yaşama koşulları içinde, yapının çevrenin doğal bileşeni olarak değil, fakat özel bir bileşeni olarak yaşaması demektir. Vaktiyle çevre ile beraber meydana gelen, bu sefer çevrenin kendisine verdiği özel bir statü içinde yaşamaktadır.

Bundan yüzyıl önce İstanbul'da bir ahşap konak, gerektiği zaman restore değil, fakat tamir ediliyordu. Bugün aynı konak, eğer hala içinde yaşanmaya devam ediliyorsa, tamir değil restore edilecektir. Bundan yüzyıl öncesinin tamiri de korunması öngörülebilecek bir tarihi değer kazanmıştır. Gerçi bazı yapılar, özellikle camiler için, aynı şekilde devam eden fonksiyon sebebiyle müdahale koşullarının da aynı kalması gerektiği düşünülebilir ve bu noktada bir dereceye kadar hak da iddia edilebilir. Bununla beraber çağımızın geçmişe göre değişik bir teknolojik aşamada oluşu buna imkan vermemektedir. 

15. yüzyılda yapılan bir caminin 17. yüzyılda tamir edilmesi, stil açısından bazı değişiklikler getirmekle beraber, kullanılan teknik, malzeme, caminin toplum strüktürü içindeki fonksiyonel yeri ve buna bağlı olarak camiye yapılacak müdahalenin niteliği, 15. yüzyıl insanının tanıdığı durumdan çok farklı değildi. Bugünün insanının taş duvarlı ve kubbeli bir camiye hala aynı malzeme ile, ve az farklı bir espri ile müdahale edeceği ümidi yoktur. Bugünün malzemesi ve tekniği ve ekonomik koşulları, bundan elli yıl öncekinden köklü olarak farklıdır. O yüzden de mescidi tamir edenler düşünce bakmından ne denli tutucu olurlarsa olsunlar, çatıyı betonarme yapmakta sakınca görmemektedir. 

Bu davranış bizim bugün vardığımız tarih bilincine aykırıdır. Oysa, Violet - le - Duc' in bile gotik katedrallere müdahalesi, bir çeşit teknik ve ruh yakınlığı dolayısıyla idi. Türkiye' de, özellikle Osmanlı stili, uzun yüzyıllar büyük bir homojenlik göstermiştir. Yapıların toplum içindeki fonksiyonları ise çok yakın zamanlara kadar aynı kalmıştır. Böyle bir ortamda yapının bir tarihi eser olarak görülmesi ve ona göre muamele görmesi söz konusu olmamıştır. Ancak bugün, fonksiyonel, teknik ve kültürel çok köklü değişikliklerden sonra, eski çağın mirasına nötr ve bilimsel bir gözle bakıyoruz.

Sanat eserinin tarih boyunca orijinal tasarıya yapılan çeşitli eklerle değişmesi normal olmakla beraber, orijinal tasavvurunu koruyan yapılar da vardır. Bunlarda estetik bütünlük bu ilk tasavvura aittir. Özellikle klasik Osmanlı çağının yapılarında, ya da fonksiyonları gereği herhangi bir ek'e lüzum olmayan türbe gibi yapılarda restorasyona esas olacak çağ hakkında şüpheye düşmek imkanı yoktur. 

Aynı şekilde kısa bir süre içinde meydana gelmiş bir yerleşme düzeninde örneğin, İstanbul' da Akaretler gibi bir konut dizisinde veya büyük bir teknik stil homojenliği gösteren bir yerleşmede, örneğin; malzeme ve yapı detaylarında hiçbir ayrıcalık görülmeyen bir Anadolu şehri mahallesinde restorasyona esas olacak çağ bellidir. Böyle bir durumda en önemli sorun 'rökonstitüsyon' a gidilip gidilmeyeceğine karar vermektir. Bu karar aşağıda belirtilen durumlara göre değişir. 

Yapı sağlamdır. Kullanılabilir durumdadır veya korunacak çevre yaşamaktadır. Bugüne kadar büyük değişiklikler geçirmemiştir. Orijinal elemanlarının, biçimsel konstrüktif nitelikleri bilinen küçük bir kısmını kaybetmiştir veya onların yerine artistik değeri olmayan, geç devir ekleri veya tamamlamaları vardır. Böyle bir durumda rökonstrüksiyona gidilebilir.

Önce elde tamamlanacak kısımlara ait olan bilgilerin gerçek tarihi değerinin tam olarak tesbit edilmiş olması gerekir. Bu yetersiz olduğu zaman hem tarihi, hem de estetik hata başlar. Örneğin, yetersiz bir fotoğrafa veya aynı çağda yapılan benzerlerine bakarak bir minare şerefesini tamamlamak böyle bir hataya götürecektir. Ona karşılık eğer şerefe korkuluklarına ve mukarnaslarına ait parçalar kalmışsa tamamlama mahzurlu sayılmamalıdır. Genel olarak bu anlamda bir tamamlama söz konusu olduğu zaman yeni kullanılan malzemenin eski ile ilişkisi sonucu ortaya çıkar. 

Genel bir ilke olarak ekler büyüdüğü veya dekoratif işçilik arttığı oranda orijinale benzetmek tehlikelidir. Bu ilkenin doğal sonucu olarak kısmen yok olmuş, fakat kalan kısmı stilistik bir bütünlüğe sahip bir yapının, yeniden tamamlanması doğru değildir. Böylece tasarı bütünlüğüne sahip bir yapının yakıldıktan sonra yenileştirilmemesinin sebebi, günümüzün koşulları içinde bu bütünlüğe, bir genel çizgi olarak varılsa bile, orijinaldeki hassasiyetle malzemenin kullanılamayacağı ve detayların yeniden yaratılamayacağı düşüncesidir. Böylece bir mekanik kopya yapmaktansa, kalanı korumak daha uygundur, daha da ekonomiktir.

Eğer yapı yıkılmışsa, fakat bazı orijinal parçalar ele geçirilmişse ve yapının artistik veya tarihi değeri büyükse, bu takdirde sadece eldeki elemanlarla, orijinali hatırlatmak için kısmı bir restitüsyon göze alınabilir.

Orijinal tasarının fazla değişmediği hallerde yapılacak müdahalenin bu senel sınırlarını belirttikten sonra, yapının yapıldığı çağın da restorasyon kararı üzerindeki etkisini hatırlatmak doğru olur. Bugün kullanılması söz konusu olmayan ve Antik çağda, ya da Erken Ortaçağa ait eserlerin hiçbir şekilde tamamlanması doğru değildir. Bu ilke şimdiye kadarki bütün uluslararası toplantılarda ve yukarıda sozü edilen bölgelerde tekrarlanmıştır. Böylece Side' deki hamamların müze olarak restore edilmesi tartışma konusu bir uygulamadır. 

Bazı özel hallerde, örneğin, bir tiyatronun basamaklarının yeniden kısmen tamamlanması ve yapının eskisine benzer bir fonksiyona tahsis edilmesi gibi uygulamalarda sınırlar biraz daha genişletilebilir. Fakat burada da bilinmeyen kısımların teorik esaslara dayanarak tamamlanması reddedilir. Şüphesiz mevcut fragmanların yerine konması gibi ameliyeler sakıncalı değildir. Daha yeni çağlara doğru geldikçe, kullanılabilecek yapıların rökonstitüsyonu isteği artar. Çok özel durumlar dışında, örneğin, yapının büyük bir kompleksi tamamlayan bir eleman olması gibi haller dışında kısmi veya bütün bir tamamlama ne estetik, tarihi, ne de ekonomik açıdan doğru değildir, diyoruz. Gerçi tamamlanmadan bırakılan bir detay estetik açıdan olumsuz bir tutumdur. Fakat belgesel kimliğin bozulmaması için gereklidir. Bununla beraber tamamlamaya davet eden sebepleri iyi değerlendirmek gerekir. 

Bir mermer kaplamanın kısmen yok olması arkadan çok kötü bir duvar konstrüksiyonu meydana çıkarıyorsa ve bu kalanların estetik etkisini bozuyorsa, burada bir tamamlama gerekecektir. Bu tamamlamanın eskisinin aynı veya değişik olması, tamamlamanın teknik olarak kabil olup olmamasının (dekoratif bir detay söz konusu ise) ve sonuçtan istenen estetik niteliğin ne olduğuna bağlıdır. Birçok hallerde nötr bir ek, eskisini yenilemeye tercih edilir. Burada genel bir ilke konulamaz. Fakat, bu konuda tamamlamanın boyutları, fonksiyonel sebepler, nötr adı verilen tamamlamanın, gerçekten nötr olup olmadığı düşünülmelidir. 

Yeniden kullanılacak bir caminin duvarlarının, kullanılış bakımından kaplanması gerekiyorsa, bunun, doğru olup olmadığı sorunu değil, fakat nasıl kabil olduğu sorunu birinci plana geçer. Tavsiye edilecek bir tutum yeni kaplamanın nötr olmasına çalışmak değil, fakat orijinal kaplamanın yokluğunu belirtecek ve etki itibariyle, ikinci planda kalacak bir yeni kaplama yapmaktır. Şüphesiz bu anlamda tamamlamanın sonuçları çoktur. Her durumda özel bir çare düşünmek gereklidir.

Uygulama ile İlgili Diğer Gözlemler:
Genellikle restorasyon eyleminin iki bölümü vardır:
a. Restore edilecek yapının bir sanat eseri olarak tanımının tam olarak yapılması.
b. Bu tanımı maddi olarak gerçekleştirme - uygulama.

Burada birinci bölümle ilgili bazı sorunları belirtmek istiyorum:
Tarihi anıtın restorasyonu sadece bir yapıyı ayakta tutmak amacıyla yapılamaz. Eğer, amaç sadece bir olsaydı, bunun için özel bir çabaya hacet kalmaz, herhangi bir yapı gibi restorasyonu da her mimar yapabilirdi. Bugün Türkiye' de durum gerçi budur, yani her önüne gelen eski eseri tamir etmek yeteneğini gösterdiğini sanmaktadır. Bu da sonuç olarak, yapının bir tarihi belge olarak yok olmasına yol açmaktadır. Önce restorasyonun tarihi korumak amacıyla yapıldığını hatırlamak gerekir. Yapı, tarihi korumak için bir araçtır. Bunun için yapının tarihini koruma açısından nasıl bir belge olduğu düşünülmelidir. 

Yapı, bir kültür belgesidir, bir teknik belgedir, bir estetik belgedir, bir yaşantı belgesidir. Öyleyse bir yapıda bunlarla ilgili ne varsa korunması gerekmektedir. Yani, yapının estetik görünüşü korumak, onu tarihi bir belge olarak korumak demek değildir. Yapıyı fonksiyonel olarak yaşatmak, örneğin, bir cami ise, ibadet fonksiyonunu görmesine devam ettirecek müdahalelerde bulunmak, onu bir tarihi belge olarak korumak için yeterli değildir. Bütün bunlar göz önüne alınmadığı için Türkiye'de garip bir tamir niteliğindeki restorasyonlar, tarihi koruma için yapılması gereken bilimsel restorasyon olmaktan çok uzak düşmektedirler.

Bilimsel restorasyon yapının analitik etüdü ile başlar. Bu etüt üç açıdan yapılır:
a. Tarih açısından,
b. Estetik açıdan,
c. Teknik açıdan (yani strüktür ve konstrüksiyon açısından.)

Her üç etüt kendi içinde ayrıca üç düzeyde ele alınır:
a. Yapının çevresiyle ilişkisi açısından;
b. Yapının bütünü açısından;
c. Yapının detayları açısından.

Tarih açısından etüt, yapının içinde geliştiği ortamın bütün yönleriyle tanınması, yapıda gördüğümüz mimari tasavvura yapı yapanı götüren nedenler ve yapının bugüne kadar geçirdiğı değişikliklerin aydınlatılması demektir. Bu etüt sadece yapı için değil, yukarıda belirttiğimiz üç düzeyde yani, yapının çevresi; yapının kendisi ve yapının detayları düzeylerinde yapılacaktır. Estetik açıdan, yapının yapıldığı çağın bilinen, ya da tesbit edilecek estetik ilkeleri ve çağın yapıyı da içine alan stilistik karateristikleri ortaya konacaktır. Yapıda uygulanan birimler, geometrik "tracee" ler veya modüllerinin araştırılması buraya girer. Bunun da yukarıdaki gibi üç ayrı düzeyde yapılması gerekir:

Teknik açıdan, yapının strüktürel şeması taşıyıcı sistemle örtü sistemi arasındaki bağlantı, bu strüktürü meydana getiren malzemenin bugünkü durumu, müdahale etme imkanları ve yeniden kullanılacak malzemenin ve varsa yeni strüktür elemanları katmanın yöntemi tesbit edilecektir. Burada strüktürel detaylarla dekoratif detaylar arasındaki bağlantı, yeni müdahalede eski bağlantı sistemi değişiyorsa, yeni kurulacak bağlantı sisteminin tesbiti, eski ve yeni malzeme arasındaki konstrüktif ilişkiler düşünülecektir. 

Teknik etüdün sonucu, estetik açıdan değerlendirilmek zorundadır. Genellikle, bu etütler yapının rölövesiyle birlikte başlar. Rölöve yapının bugünkü durumu yukarıdaki etütleri aydınlatacak şekilde etraflı olur. Çoğu hallerde yapı hakkında tam bilgi ancak sondaj ve kazılarla olabilir. Bu kazıların sadece yapının temeli, duvarları veya yıkılmış kısımları hakkında verdiği bilgiler, ya da yapı fragmanlarını ortaya çıkarması değil, aynı zamanda arkeolojik malzeme, seramik, para, monogram, taşçı işareti, tuğla, damgası gibi işaretler ve diğer küçük buluntular vererek yapı tarihini aydınlatması bakımından da büyük bir önemi vardır. Hatta, tarihi tetkikin tam olabilmesi için, her yapı çevresinde sondaj mahiyetinde kazı yapılması belki de tavsiye edilecek bir yoldur. Bu araştırmaların yapılması ise, restorasyon yapmaktan çok daha zordur. 

Restorasyona karar verdikten sonra mimar için belirli teknikleri uygulamak söz konusudur. O noktadan sonra restorasyon, diğer tamirlere gore daha titiz bir tamir haline girer. Türkiye' de her mimarın restorasyon yaptığını zannetmesi bu açıdan doğrudur. Çünkü, bir kere uygulamaya karar verdikten sonra, problem teknik sınırlar içine girer. Oysa restorasyonun asıl sorunu, restorasyonunun hazırlanmasıdır. Bu ise mimarlık formasyonundan farklı bir formasyona ihtiyaç gösterir. 

Özellikle, yukarıda söz ettiğim araştırmaların, kendine özgü ve hassas bir yöntemi vardır. Tarihi ve arkeolojik araştırma yöntemleri bu araştırmaları yapanlar için gerekli olacaktır. Şüphesiz bir restoratörün bütün bu araştırmaları kendi başına yapmayabilir. Fakat, bu araştırmaları organize edecek olan odur. Birçok hallerde, yapının tanınması sondaj ve kazıyı gerektirdiği zaman, bu iki bölüm tek bir bölüm haline de gelebilir. Gerçekten de kazılara bir restorasyon başlangıcı olarak bakmak, tarihi eserin korunması açısından gereklidir. Aksi taktirde, bütün arkeologların bildiği gibi, zaten bir çeşit tahrip niteliği olan kazı, sonunda toprağın sakladığı değerlerin tüm olarak yok olmasıyla da sonuçlanabilir.

Nitekim çıkarıldıktan sonra korunması düşünülmediği taktirde başlarına neler gelebileceği Anadolu' daki uygulamalardan görülmektedir. Dolayısıyla restorasyonu kazı ile beraber yürütmek amacıyla işe başlamak gereklidir. Kazının buna göre organize edilmesi gereklidir. Türkiye' de yabancı misyonların son yıllarda yaptıkları kazılarda Efes, Hiyerapolis, Sardis ve Afrodisiyas' ta bu ilkeye bir ölçüde dikkat edildiği görülmektedir. 

Birçok kazı yerleri ise, özellikle kalıntıların zaten pişmiş toprak malzemeden meydana geldiği güney - doğu illerimizde olduğu gibi, zamanın ve insanın eliyle tahrip edici etkilerine açık bırakılmıştır. Hiçbir şey kalmayacağı unutulmamalıdır. (Güney'de Tel Açana böyle yokolmaktadır. Perge Tiyatrosunda çıkan figürlü taşların bazıları köylüler tarafından böyle tahrip edilmiştir.) Restorasyon projesi bu araştırma ve çalışmalar sonucunda hazırlanır. Bunlarsız gerçekleştirilemez. Restorasyon tarihi ve estetik değerlendirmeyi aksettiren bir teknik eylemdir. Onun için restorasyonda sayılar ve boyutlardan çok nitelikler önemlidir.

Malzeme Sorunları :
Nasıl bir yapının veya yapı grubunun bütün estetik ve tarihi değerini ayakta tutan faktörlerden biri çevresi ile bağlantısı ise, yapıyı da ayakta tutan, malzeme ve bu malzemeden meydana gelen strüktürdür. Malzeme açısından birinci sorun, yapı malzemesinin ve onunla meydana getirilen taşıyıcı sistem ve örtü sisteminin (tuğla, taş, ahşap, duvar, sütun, kemer, kubbe, çatı, v.b.) varlıklarını devam ettirme kapasiteleridir. İkinci sorun ise, orijinal malzeme ile orijinal strüktür sisteminin, içinde bulundukları durumda, yapının orijinal tasavvuru ile ilişkilerini devam ettirip ettiremiyecekleridir. Görülüyor ki, burada fiziksel ve biçimsel iki sorun vardır:

Fiziksel sorun eski yapı malzemesi ve eski strüktürün, yapının hayatını sürdürmesine imkan verip vermediğine karar vermek ve onların gerekiyorsa, değiştirme yollarını araştırmaktır. Bununla beraber böyle bir karar verebilmek için, onunla beraber bir ikinci kararın daha alınması gereklidir: Malzeme ve strüktürde değişiklik biçimde (yani estetik özde) bir değişikliği zorlamamalıdır. Eğer yapı, harcı ve tuğlaları ezilmiş bir duvara sahip ise ve bu duvar örtüyü taşımıyorsa veya değişen zemin koşulları sebebiyle eski kontrforlar örtü yükünü taşıyacak yeterlilikte değilse, burada malzemenin değiştirilmesi zorunluluğu ortaya çıkabilir. 

Malzeme değişikliği biçimsel değişikliği gerektirmediği zaman, ortada sadece bir renk ve tekstür sorunu kalır. Fakat, yapının ayakta kalması için malzeme ve strüktürde yapılacak değişiklik biçimi de değiştiriyorsa, o zaman karar daha aynntılı olur. Yani biçim değişikliğini gerektiren zorunluluklar çok iyi değerlendirilmelidir. Örneğin, kubbesi yıkılan eski bir mescidin betonarme düz çatı ile örtülmesi, o mescidin bir sanat eseri veya tarihi çevrenin veya stilin bir parçası olarak yokolması demektir (Bu anlamda tamir, Türkiye' de özel dernekler tarafından çok sayıda yapılmaktadır). 

Böyle bir durumda verilecek karar, yapı hakkında belgeler yeterli ise, zaten bir kubbe ile kübik bir alt yapıdan meydana gelen mescidin kubbesinin tamamlanması yolunda olacaktır. Bununla beraber çevresi tamamen değişmiş, içinde artistik değerde herhangi bir detay kalmamış ve çağına özgü bir teknik özellik göstermeyen bir mescidi, sadece pratik sebeplerle eski biçim ve tekniğine uymayan bir şekilde tamir etmek elbette kabildir. Bu taktirde yapı, bir tarihi eser olarak kaybedilmiş demektir.

Gerçi bir kitabe taşıyan duvar da gereğinde korunacaktır. Fakat, büyük yerleşmelerin gelişme sıkıntıları içinde, bu gibi kalıntıların yaşama imkanları çok sınırlı olduğu unutulmamalıdır.

Bazı hallerde malzeme ve strüktür ile yapı biçimi arasındaki ilişki bazan çok daha sıkıdır. Birinin değişmesi diğerinin de değişmesini gerektirebilir: Bir mermer kolonun ve başlığın bir beton veya tuğla kolon ve başlıkla değişmesi gibi. Bu gibi hallerde iki yönlü bir sınırlama söz konusudur: Estetik sınırlama, fonksiyonel sınırlama.

Estetik açıdan biçimi de etkileyen bir malzeme ve strüktür değişikliği çok özel hallerde ve büyük endişelere yol açmadığı zaman söz konusu olabilir. Bu durum daha çok kolay detay çalışmalarında ortaya çıkar. Örneğin, yenilenebilecek bir kaplama veya duvar parçasının renk veya tekstür bakımından değişmesi, detayları bilinmeyen bir kısmın bütününün selameti bakımından detaysız olarak tamamlanması fonksiyonel müdahalelerdir. Bu ideal olarak uygun karşılanacak bir davranış olmamakla beraber, bir tarihi hatıra olan bir yapı veya yapı grubu kurtarılmak istendiği zaman, ya da kurtarılacak olanların önemi karşısında bir yeni ekin vereceği estetik rahatsızlığa katlanmak gerektiği için kabul edilen bir tutumdur. 

Bunun uygulanmasının çok rahatsız edici olmaması, sorumlu sanat adamının tecrübe ve bilgisine bağlıdır. Böylece, malzeme değişikliği, bir ilke olarak, biçimin etkilemeyeceği hallerde veya korunmanın başka türlü kabil olmadığı hallerde söz konusudur. Strüktür ve malzemede tarihi ve birçok hallerde estetik bir değer taşırlar; bir mermer kaplama veya bir açık baldaken tipli türbe gibi. Yani burada tarihi, estetik değerlerle yapının, ya da detayın konstrüktif niteliği biraraya gelmiştir. Böyle hallerde hepsi beraber yokolur. Genellikle bir mermer kaplama, mermer kimyevi etkilerle dağıldığı zaman biter. Bunun yerine koymak artık, kaplamanın kendi niteliklerinden dolayı olmaz. Belki ait olduğu yapının genel etkisi bakımından söz konusu olabilir. O zaman da eskisinin kopya edilmesi söz konusu değildir. Zaten kabil de değildir.

Bu gibi zorunlu yenilemelerin koşullarını belirtmek faydalı olur: Önce bilimsel bir sorunlulukla, yokolan malzemenin bütün nitelikleri, özellikle estetik görünüşü etkileyenler, tesbit edilir. Buna, biçim, renk ve tekstür etüdü girer. Sonra yapılacak yenilemenin boyut olarak bütünle olan orantısı gözönüne alınır. Yenilemenin boyutları sorunu büyük bir önem taşımaktadır. Bu oran yenilenen lehine arttığı zaman, rökonstitüsyon haline gelmektedir. 

Ayrıca, bazı malzeme koşullarını da gözönüne almak gerekir: Bir çini kaplamanın aynı kalitede yapılması genellikle kabil değildir. Bu bir estetik sınırlamadır. Fakat, yapının bütün görünüşünü etkilediği için bir kaplama tamamlaması yapılması düşünülüyorsa, örneğin, Bursa Yeşil Türbe' sinin dış kaplaması gibi, az zararlı bir uygulama öngörülebilir. Yine de unutulmaması gereken bir nokta, yapıların gözle görülen noktalarındaki detay değişmelerinin, bütün etkisi bakımından düşünülse bile, kötü sonuçlar verebileceğidir. Özellikle yukarıda sözü edilen örnekte yapılacak çini kaplama kalite itibariyle orijinal çinilerle aynı nitelikte olmayacaktır. 

Bu çini kaplama ziyaretçinin, tıpkı bir mozaik veya resim gibi, yakından görmek istediği bir süsleme tekniğidir; yakından görüldüğü zaman arzulanan bir artistik etki yaratmayacaktır. Buna karşılık Konya' daki Mevlana Türbesi konik külahının çini kaplamasını yenilemek o kadar sakıncalı değildir. Çünkü, hafif detay ayrılıkları o mesafeden ziyaretçi için farkına varılacak büyüklükte olmayabilir. Birçok teorisyene göre, yeni malzeme ekleri uzaktan yapının bütünlüğünü tamamlamak için yeterli olacak, fakat yakından yenilikleri belli olacaktır. 

Burada renk ve tekstür bakımından farklılık, aynı zamanda estetik bir değişikliği ortaya koyduğu için, yeni eklerin belirtilmesinde ne kadar ileri gidileceği sorunu restorasyonu yapana kalmaktadır. Bununla beraber bu hallerde de bir iki noktaya dikkat edilmelidir: Ekler küçük alanda ise, burada eskisine mümkün olduğu kadar yakın bir renk ve tekstür aramak sakıncalı değildir. Yeni ek küçük bir damga ve tarihle belirtilebilir. Ek nispeti büyük olduğu zaman, malzeme, işçilik farklılığının eskiye benzetilmesi çabası daha olumsuz sonuç verebilir. Şüphesiz her durumda değişik kararlar gerekebilir. Örneğin, homojen bir tuğla yüzeyin yeniden yeni tuğla ile tamamlanmasında, orijinale renk ve tekstür bakımından benzetmenin büyük bir sakıncası olmayabilir.

Buna karşılık bir çini kapamayı taklit etmek, yukarıda belirtildiği gibi, tehlikeli bir uygulamadır.

Yapı ile Çevresi Arasındaki İlişkiler Üzerine:
Yapılar çevreleriyle beraber büyürler, onunla beraber oluşurlar. Sanat eseri olan yapı, estetik boyutlarıyla kendine has bir iç mekan ve çevresiyle beraber, yine kendine özgü bir dış mekan ilişkisi ortaya koyar. Bunlardan birincisi, kişi ve toplum onu koruduğu oranda yaşar. Fakat, ikincisi, yani çevre ile ilişki diğeri kadar dayanıklı değildir. Gerçi bugün onu da birinci kadar korumaya çalışıyoruz. Fakat burada ekonomik etkenler daha kuvvetlidir. 

Yapı ile çevresi arasındaki ilişkiler zamanla değişir. Bu değişmeyi bir emrivaki olarak kabul etmek, bugünkü anlayışımıza göre doğru değildir. Onu da kontrol etmek gerekir. Bu noktanın iyi değerlendirilmesi için biraz daha açıklığa kavuşturmak doğru olur. Örneğin, üzerinde çok durulan bir örneği, Beyazıt Camiini ve Meydanını ele alalım: Beyazıt Camii yapıldığı zaman kendinden önce var olan bir çevreye göre düşünülmüştü. O sırada Beyazıt Meydanı'nın bir tarafında, bugün Üniversite bahçesine tekabül eden yerde Eski Saray bulunuyordu. Burası aşağı yukarı eski Bizans şehrinin Tauri formuna tekabül ediyordu. O günden bu yana Beyazıt Meydanı çok şekillere girmiştir. 

Bu değişiklik Beyazıt Meydanını herbirinde cami ile çevre arasında değişik ilişkiler meydana gelmiştir. Bununla beraber her seferinde yeni gelişmeler eskiden varolanları gözönüne alarak oluşmuş ve böylece bir devamlılık ortaya çıkmıştır. Yakın zamanlara gelene kadar bu devamlılık insan yaşantısı ile Beyazıt' ı çeviren yapılar arasında büyük değişiklikler gerektirmeyecek kadar homojen bir nitelikte idi. Gerçekten de ulaşımın ilkel durumunda ve Türk şehrinin geleneksel gelişmesi içinde yapı ile çevresi arasındaki ilişki boyut ve karakter yönünden büyük değişikliklere uğramamıştır. Bütün bunlar bugün değişmiştir. Eski proporsiyonlan ve ilişkileri yokeden bir fiziksel değişme ortamındayız. Beyazıt Camii vardır, sorun yeni teşekkül edecek çevrenin bu büyük tarihi röperi gözönüne alarak şekillendirilmesidir.

Şehirlerde, makineli aracın girmesinden önceki strüktürünü koruyan mahallelerin henüz çok olduğu bir ülkeyiz.

Gerçi İstanbul, Ankara gibi şehirlerde ve şehir merkezlerinde çok hızlı değişmeler varsa da, yine de geleneksel strüktür, özellikle küçük şehir ve kasabalarda yoğun olarak yaşamaktadır. Bunların bir ölçüde korunması çok önemli bir milli kültür sorunudur. Özellikle geleneksel strüktür, örneğin bir yol, bir tarihi anıtı da içine alıyorsa, bu durumda anıtla çevresi arasındaki ilişkiyi. mümkün olduğu kadar korumak önemli bir sorun olarak hatırlanmalıdır. Bu koruma, ekonomik imkanlar olduğu zaman, bütün bir yol veya mahallenin korunması, eğer değişmeler başlamışsa, boyutsal oranların ve tekstür karakterinin korunması, şeklinde ortaya konabilir. Tarihi bir çevrede tek tek yapılara nasıl davranılacağı sorunu da bir noktada tartışılmalıdır.

Genel olarak tarihi yapı, kendinden dolayı, ya da şehir içindeki şekillenmenin bir parçası olduğu için değerlidir. Yapı kendi içinde tarihi ve estetik değer taşıdığı zaman restore edilir. Fakat, sadece şehrin tarihi strüktürü içinde değeri olan bir yapının, ancak dış boyutları ve dış mimarisi korunmaya çalışılır, fakat içinin fonksiyonel değişikliklere tabi tutulması öngörülür. Böyle bir çevrede elemanların bir kısmı yokolmuşsa, bunların tarihi ve estetik değerleri de söz konusu olmadığına göre yeniden yapılıp yapılmamaları duruma göre değişir. 

II. Dünya Savaşından sonra, birçok Avrupa ülkesinde eski mahallelerin aynen yapıldığına şahit olduk. Fakat, bu kütlesel uygulamalar savaşın büyük tahribatından sonra ve özel psikolojik bir ortamda gerçekleşmiştir. Genellikle durum yavaş yavaş yürüyen bir çevre bozulmasına tanık oluyoruz. Bu durumda yıkılan yapıları yeniden yapmak veya yerlerine çevrenin ölçülerine uygun ve karakteriyle ahenk içinde olan yeni yapılar da yerleştirmek söz konusu olabilir. Kanımca, Türkiye'deki koşullar içinde, özel estetik değerler söz konusu olmadıkça, rökonstrüksiyona gitmektense, yeni yapılarla tamamlama daha doğru olacaktır. Fakat, bu çeşit uygulamaları, korunması istenen çevrenin bütünü için hazırlanacak kısmi şehir planları veya "sıhhileştirme" planlarıyla gerçekleştirmek, teker teker yapmamak zorunluluğu vardır. Aksi taktirde bozulmaması istenen tarihi çevre değerlerinin korunması olanağı yoktur. 

Genel olarak bu iki çözüm yolundan birinin tercih edilmesinde iki faktör gözönüne alınabilir: Eğer çevrenin yokolmuş kısımları fazla değilse bunlar estetik değer taşımadıkları taktirde yeniden yapılmaları kabul edilebilir. Eğer estetik değer taşıyorsa, restorasyon için belirttiğimiz genel ilkelerin sonucu olarak yeniden yapılmamaları gerektiği ileri sürülebilir. Bununla beraber, çevrenin estetik değeri, tek yapının estetik değerinden daha önemli olabilir. 

Amasya'da Yalıboyu' nun evleri teker teker değerli de olsa, bunların bütünü Yalıboyu' nun karakterini meydana getiren asıl değerdir. Böyle bir durumda, elde belgeler olduğu zaman, yokolan bir yapının rökonstrüksiyonu doğru olabilir. Bu oldukça nazik bir sorundur. Birçokları için, yıkılmış bir tarihi eserin yerine konması hangi koşullar içinde olursa olsun doğru değildir. Cesare Brandi San Marco Campanili' nin yıkıldıktan sonra yeniden yapılmış olmasını doğru bulmuyor. 

Burada Campanile söz konusu olduğu zaman bu yargı doğrudur. Fakat, San Marco Meydanı söz konusu olduğu zaman tartışma açılabilir. San Marco Meydanı sadece tarihçiler, ya da sanat tarihçileri için değil, fakat bütün insanlar için özel bir değer taşımaktadır. İnsanların çoğunun farkına varmayacağı detay nitelikleri açısından, meydanın alışılmış bütününün bozulması gerekli değildir. Şüphesiz, biz de çok kere olduğu gibi, böyle tamamlamalar, yetersiz belgelere ve restore edenlerin eski mimariyi kişisel yorumlarına bağlı olarak gerçekleştirmeye kalkılırsa, o zaman böyle bir tavsiyede bulunulamaz.

Yapının çevreden ayrılması imkansızlığı çok ileri sürülmüştür. Yukarıdanberi söylenenlerin ışığında bunu bir değişmez ilke olarak kabul etme eğilimi vardır. Çevre ile ilişki, yapıya bir şey eklediği sürece yapının yerinden oynatılması düşünülemez. Şehirlerin tarihi kimliklerini korumanın amacı da, tarih içinde meydana gelmiş fiziksel ilişkiler düzeninin korunması demektir. Bununla beraber çok kere, koruyucuların durdurmaya güçleri yetmediği hallerde bir yapı çevresinden tamamen izole edilerek ortada çırılçıplak kalabilmektedir. Özellikle küçük mescitler, çeşmeler, türbeler, hazireler bu duruma düşmektedirler. 

Büyük komplekslerin kendi içlerine dönük bir ölçüde onları koruyan bir kimlikleri vardır. Fakat, yukarıdaki hallerde çevresi köklü bir değişikliğe uğramış tek bir yapının yerinde kalması, ekonomik olarak kabil olmayabilir. Bu halde yapıyı taşımak söz konusu olabilir. Yine de yer değiştirmenin aleyhine olan iki kriteri belirtmek gerekir: Bunlardan birincisi, eski bir anıtın veya tarihi değeri olan bir yapının, yeni çevreye kazandırabileceği niteliklerin yokolması; ikincisi, sökülen bir yapının, aynı malzeme ile başka bir yerde kurulmasının teknik ve estetik sakıncaları.

Türkiye'de Uygulama:
Günümüzde restorasyon, geçmişin yarattığı tarihi çevrenin bütününün değerlendirilmesini kapsayan bilimsel bir disiplin olma yolundadır. Tarihi gelişmenin yarattığı fiziksel çevre, yolları, konutları, anıtları, şehir strüktürü ile ulusal kültürlerin başta gelen verileri olarak değerlendiriliyor. Tarihi çevrenin günümüze entegrasyonu felsefi, estetik, kültürel ve ekonomik yönleri olan bir sorun olarak, fiziksel çevrenin planlanmasında büyük yer tutuyor. 

Bugün Türkiye' de ekonomik ve kültürel nedenlerle paraca, uzmanca, örgüt olarak, bilimsel olarak ve kontrol bakımından büyük boşluklar vardır. En iyi niyetlerle öngörülen bir tamamlayıcı restorasyon büyük bir ihtimalle yeterli koşulların olmamasından dolayı, olumsuz sonuçlanacaktır. Ayrıca, Türkiye' de kurtarılması gereken sanat eserlerinin sayısı da düşünülecek olursa, bir süre için, eski eserlere ayrılan paranın, mutlak tamamlamalara sarfolunmasının da ekonomik olarak anlamsız olduğu ileri sürülebilir. 

Sınırlı ekonomik imkanlar fakat, köklü müdahalelerle, bir yapının tamamlayıcı bir restorasyonuna gidilmesi, daha iyi koşullarda, ortaya çıkarılabilecek bir tarihi belgenin, tamamen yokedilmesi haline gelebilmektedir. Onun için bir genel uygulama ilkesi olarak, önce tarihi mirasımızı teşkil eden anıtların ve tarihi şehrin parçalarının ayakta tutulması ve bozulmasına mani olacak koruyucu bir restorasyon anlayışının yerleştirilmesi gereklidir. Bununla beraber yine ekonomik ve fonksiyonel sebeplerle ve genellikle daha az baskısı hissedilen kültürel sebeplerle, yapılara müdahale gereken haller de az değildir. Bir değer olarak kabul edilen yapının günlük hayata katılması, yaşaması için bir zorunluk da sayılabilir.

Bugünün yaşantısına bağlı bir tarafı olmadan, yapıyı ayakta tutmak kabil değildir. Korunan bir duvar parçasının yaşayabilmesi onun unutulmaması, bunun için de özel bir şekilde değerlendirilmesi, yani günün hayatına fiziksel olarak katılmasını sağlayacak tedbirlerin alınmasıyla kabildir. Bu, bir minimum müdahaledir. Fakat, yapı daha tam olarak kalmış ve sadece seyredilmekten daha fazla bir fonksiyonel potansiyeli olan nitelikte ise yaşamasının tek yolu, önceden tanımlanacak bu fonksiyonun gereklerini yerine getirecek şekilde tamamlaması oluyor. Bu tamamlamanın koşulları, bu yazıda belirtilen genel restorasyon ilkelerinden çıkarılacaktır.

Şüphesiz bütün bu, çeşitli düzeylerdeki müdahale kriterleri bir noktada bazı pratik sorunların çözümüne dayanmaktadır. Koruma, en ilkel haliyle bir mali yetenek, bir teknik yetenek, bir örgütleşme ve kanuni imkanların varlığını gerektirir. Bütün bunlar yeteri kadar teşvik edici bir kültürel ortamın meydana gelmesine bağlıdır. Tarihi çevre korunması ise, yukarıda belirtilen yeteneklerin çok daha yoğun olarak varlığına bağlıdır. Bu da yapılması gereken çabaların büyüklüğünü ortaya koymaktadır.

 

<< önceki sayfa                               1 2

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz