reklam

Han Tümertekin ile Söyleşi
Diyalog
> Han Tümertekin

Tarih: 06 Kasım 2001
Yer: Arkitera Forum

Han Tümertekin ile söyleşi 
İhsan Bilgin, 5 Kasım 1999, Teşvikiye
Arredemento Mimarlık 1999/12, sayfa 41-50

 <<önceki sayfa     sonraki sayfa >>

İB: ATK Lojmanlarma geçelim. Başka tür bir ova burası da: Büyük sanayi parselle-
rinin, rastlantısal ve gevşek bir yapılaşmanın olduğu bir yer. Burada da tutunacak bir şey bulmak oldukça güç. Bu ortamda konuta da yer yok gibi duruyor. Böyle bir yerde konut yapma probleminin yanıtlarmı vermeye çalışıyorsun...Neler vardı elinde?

HT: Bir kere çevrede büyük parseller ve boşluklar var, fakat bu boşluklar büyük hacimlerle sürekli dolmakta. Doğası gereği bütün endüstri yapıları sürekli eklenerek büyüyorlar. Bu büyümeye elverişli olma adına çok tanımlı prizmalar üretiliyor. Gitgide o büyük boşlukları doldurarak gelişiyorlar. Bunların bu kadar yakınında konutu nasıl oluşturabiliriz? Aslında, nasıl ki Çatalhöyük'te ovaya karşı bir binayla baş edemem düşüncesi varsa, burada da tek tek evlerle bu iri prizmalar karşısında baş edemem, yenik düşerim fikri vardı. O zaman olabildiğince birim konutları bir araya getirip, kütlesiyle bir kerede baş edebilecek bir şey yapmalıydık, zaten bu gerek duyulan konut türünün doğasına da yansımıştır. Fabrika lojmanları projesi olarak hem üretim ekonomisine, hem de ürünün tüm mantığına uygun bir şey; bir araya getirilip tekrarlanabilmek. Çevrede sürekli eklenmeye açık prizmalar olduğu için bunu ne kadar eklenemez - büyüyemez kılabiliriz diye kritik bir ayrışma çabası var; irice kütleler elde ederek öbür endüstri yapılarına karşı, tanımlanmış ve bir kerede bitmişlik duygusuyla ayrışma.

İB: Öte yandan konut da bununla çelişen bir program. Çünkü çağdaş konut programlarınm başlıca özellikleri tekrarlanmaya, çoğalmaya elverişli olmak zorunda oluşları.

HT: Evet, çok haklısın, burada temel olarak tanımladığımız çaba; bunu konutun birimleri düzeyindeki bir çeşitlenme, üretilebilme, türeyebilme üzerine götürmek, fakat son biçim olarak da hiçbir zaman o duyguyu vermeyecek şekilde çözmek. Süreç içinde, çoğalabilirlik duygusunu vermeyecek bir tavrın ancak eğriyle elde edilebileceği belirdi. Eğri her zaman için hem o komplekste, hem de genelini düşünürsek daha zor çoğaltılabilir bir şey. Eğriyi hem avlu benzeri bir içe kapanma için, hem de uzadığı, büyütüldüğü ya da eklendiği takdirde birbirine çarpma olasılığı nedeniyle kullanarak şu anki durumuna geldi proje. Birbirine karşı iki tane yay...

İB: İki tane olması önemli, değil mi?

HT: Tabii, çünkü bir tane olsa, sonsuza kadar uzayabilir, yay kapanabilir. O nedenle hiçbir zaman bunların eklenebilir, büyüyebilir olduğu duygusu ortaya çıkmıyor. Ancak kendi içlerinde de birimlerin çeşitlenmesi çok ileri bir durumda; altı farklı konut tipi, sekiz farklı kesit var ve bütün bunlar altı metreye dokuz metrelik bir taşıyıcı modülün içinde yer alarak düşeyde ve yatayda çeşitleniyorlar. Hepsi olurken, bütün bu patırtı son derece ölçülü biçilmiş bir cenderenin içinde oluşuyor. Diyalektik olarak çok tanımlanmamış, ancak sınırları iki yönde belirgin, diğer iki yönde de serbest bırakılmış, yayların çevrelediği bir orta alan var. Aslında bütün bunlarda, Çatalhöyük'teki gibi; olabildiğince inşa araçlarına, ek inşaya gerek duymadan mekan sınırlarını tanımlamayı görüyorum.

İB: Yani çevreyle arasına sınır çekmek için ek bir şey yapmamak.

HT: Evet... Bu, sanırım pek çok kez karşıma çıkan bir şey. Başından bilerek bunu bir sorun olarak koymuyorum belki ama refleks olarak bunu yaptığımı görürüm. Gitgide mimarlığın fiziksel sınırlarla, algılanan ve duyumsanan sınırlar arasındaki farkta yatıyor olduğunu düşünüyorum.

İB: Fiziksel smırlar ne demek? Biraz açabilir misin?

HT: İlk olarak Bodrum Evi ile biraz formüle etmiştim; orada evin sınırları fiziksel olarak var ancak sınırları, doğramalar kapatıldığı zaman fiziksel sınırlar. Neresi iç neresi dış bilinçli olarak birbirine karıştırılmış durumda. Gün boyunca avlu çevresindeki katlanır doğramalar açık duruyor ve bahçe içerde, iç de bahçede devam ediyor. Bu tanımsızlık o kadar ileri ki evin küçük çocuğu, gece katlanır doğramalar kapatılırken "Babaannem bize evyapıyor" diyor. ATK da ise evin cephesi sınırı olmuyor, avluyu da içine alıyor, karşı evin cephesi onun sınırı oluyor aslında. Iki sınır var, bir tanesi gerçekten senin olan, bir tanesi de bakabildiğin, algılayabildiğin yani böylece aslında senin de olan bir sınır. Hem senin olan hem de olmayan bir yer.

İB: ATK'nm arka cephesini oluşturan duvar açıkça şunu ima ediyor: "Ben sonsuza kadar da gidebilirim. Beni durduracak hiçbir içsel nedenim yok!" Onun durdurulması bir dış müdahaleyle, bloğun bir bütün ofarak bükülmesiyle, dahası karşısına suretinin gelmesiyle oluyor.

HT: Birimlerin yapılanmasında da öyle, sonsuza kadar gidebilecek gibi. Ancak o çubuk bükülüp karşısına da bir tane daha konduğunda bitiyor; birbirlerine çarpma nedeniyle duruyorlar. Ortak hiçbir yanları yok birbirlerini var etmeleri dışında, yani biri olmadan diğeri olmuyor. Tek ortaklık o.

İB: Baştan beri konuştuğumuz, senin işlerin üzerinden kolay konuşulabilen bir konu var: Girdileri, verileri çözülmesi gereken problemler olarak üst üste koymak. Farklı kategorilerde olabilecek, sınıflandırılmakla baş edilemeyecek kadar fazla ve çeşitli problemi bir hammadde olarak kullanmak, işlemek üzere istiflemek. Oldukça cesur bir tavır bu. Çeşitliliklerinden, çokluklarmdan ürkmeden, onları terbiye edeceğine güvenerek yüzleşiyorsun onlarla. Peki bunları işleme araçlarm neler? Bir anlamda mühendis gibisin: Verileri önüne koyuyorsun, tartı-yorsun, ilişkilendiriyorsun, prosese sokuyorsun, "Olmadı, bu buna uymadı" diyorsun. Elinde alet olmadan bu kadar veriyi karşına koymaya cesaret edemezdin herhalde.

HT: Hissetmek ve bir yüzleşme anında çok. rahat her şeyi bir anda silip "bu olmadı" deme cesareti.

İB: Bu cesareti nereden alıyorsun? "Olmadı" dedirten ne? Birçok şeye çok kolay "Oldu!" denilebildiğini biliyoruz. Olmamış şeylere "Oldu!" denilmiş sayısız örneğin içinde yaşıyoruz.

HT: Sanırım, projenin her noktasının sık sık değerlendirildiği seanslar önemli bir araç. Birlikte çalıştığım mimarlar bu açıdan çok önemli, yapısal olarak benim de ruh halim önemli. Dönem dönem, proj'enin belli aşamalarında tasarım süreci istediğim, beklediğim kadar hızlı ve akıcı gelişmiyorsa, o tökezlenen anlarda 'oldu' denemiyorsa, çok disiplinli bir biçimde varılan aşamayı ortaya koyup, kalem kalem, mesela "binanın girişi hala geçerliliğini koruyor mu?", "hala bu parsele bu noktadan yaklaşıyor olmak geçerli mi?" adım adım, o ana kadar üretilmiş ne varsa hepsini tek tek sorgulamak ve hiçbirini diğerinden daha değersiz, daha yan ürün gibi görmemek.

İB: Bu tek tek sorduğun sorular ve verdiğin yanıtlar bir bütünün parçası mı peki; yoğunlaşmış, birbirine kenetlenmiş bir bütünün? Soruları, yanıtları tek tek dile getirdiğine, onlarla tek tek karşılaştığına kuşku yok. Ancak "Bu hala olmadı!" dedirten rahatsızlığın ardında mutlaka bir bütünlük duygusu olmalı.

HT: Tabii, böyle bir şey var; tasarım, çözümü hissettiğim anda olmuştur. Bunun açıklanabilir bir durum olduğunu sanmıyorum ama o çok okunaklı bir andır benim için.

İB: Bunun ardında olabilirliğe dair bir güven olmalı. Kendine güvenden bahsetmiyorum. O psikolojinin alanına girer. Ama bunun yapılabilir olduğuna dair bir güvenden, dolayısıyla kendi dışına olan güvenden bahsediyorum.

HT: Burada şöyle bir temel inancım var; yeterince vakit ayrıldığında çözülemeyecek sorun yoktur, yani bir şeye kafanı takar ve uğraşırsan sonunda halledersin.

İB: Peki mimarinin gücü nerededir? Ben biraz da mimariye bağlamak istiyorum bu konuşmayı.

HT: llk defa Corbusier 'nin Villa Laroche'una girdiğim zaman hissettiğim duygu önemlidir benim için. Sadece ümitlendim, "mimarlık bunu yapabiliyorsa, daha neler yapabilir..." dedim. Çünkü bu anlamda duygusal etkilenmeler yaşarsın; Ayasofya'ya, Süleymaniye'ye girersin, gerçi bunlar klişe etkilenmelerdir ama gerçekten orada bir şeyler hissedersin, ama bunlar karışık şeylerdir. Ama küçücük Villa Laroche'un giriş holüne adımımı attığımda müthiş bir duygu ve ümit hissetmiştim. Bu mantığın bir tek kişiye bile böyle bir tecrübe hissettirebilmiş olması müthiş bir şey. Işık, kesit, ses, ölçek, üst katın hafif derinlerinde yürüyen birinin ayak sesini duymak... Ve hepsinin bir araya gelme biçimindeki plastik etki de müthişti. Artık daha iyi anlıyorum ki sanatçıyla tasarımcı ayrımı şurada; sanatçı kötümser olabilir, ama tasarımcı sadece iyimser olmak zorundadır. Tasarımcının kötümser olmaya hakkı yoktur; çünkü tasarımcılık işi, zaten bir şeyleri çözmektir, problem çözmektir. Benim araçlarımdan biri iyimserlik diğeri de gündelik yaşam. Gündelik olanı, göz önünde olanı kullanarak ondan çıkarılabilecek şiirsellik... Mesela Fransız foto röportaj geleneğindeki fotoğrafçılar, beni ortaokul yıllarımdan beri bu nedenle çok etkilemiştir. Gözümüzün önünde olan bir şeyi, dikkat çekici bir şekilde
ortaya çıkartır. Güzel bir 'resim' gördüğünde o anı, ışığı ve çizdiği kompozisyonu durdur duğunda müthiş bir şiirsellik kazandırır. Belki bahsettiğim duygusallık bu. Elimizin altınd. her şeyin olduğunu düşünüyorum. Çözümle ri uzakta, başka bir yerde aramanın anlarr yok. Hepsi burada gözümüzün önünde ve elimizin altında. Bütün mesele bizim gerekenleri toparlayıp burada kullanıma sokmamız.

İB: Evet, bütün işlerde alabildiğine dağıtılarak başlandığı ve sonra toplandığı görülüyor. Her isteyerek dağıtma, aslında toplayabileceğine dair bir güveni de içerir. Tabii bu sonuç olarak gerilimli bir süreçtir. Hiçbir zaman garantisi olamaz. Bu deneyimin senin işlerini belirleyer önemli dürtülerden biri olduğunu düşünüyorum.

HT: Bende şu da var; eğer toplayamayacaksam zaten, lanet olsun...

İB: Somutlamak için çizimlerden örnek vereyim: Örneğin ATK'nın aksonometrik20 perspektifi ve de Çatalhöyük projesinin silik, kuşbakışı resmi, sonra Kemerburgaz projesinin perspektifi. Bunların her birinde önüne koyduğu meseleyi çözmüş, çözdüğüne inanmış bir insanm kendine güveni ve rahatlığı var. Bu, bir yerlerde bir zamanlar olmuş olan, biryerlerde gömülü bulunan bir deneyime tutunmaya işaret ediyor: Kendini orada korunaklı hissettiğin, kendi kendinin hesabını rahat verebildiğin bir yer olmalı bu. Bana bu yer düpedüz mimarlığın kendisi gibi geliyor. Kuşkusuz senin tarif ettiğin, içine kendini dahil ettiğin bir mimarlık bu. Yaşadığırmz dünyanm her tarafından ayrı bir ses gelen karmaşası içinde tutunduğun, orada dinlenebildiğin korunaklı bir yer sanki bu. Aradaki bütün dönem ve bağlam farklılıklarmı elimine ettikten sonra, Ayasofya'dan Süleymaniye'den ve Corbusier'den benzeri bir hazzı aldıran, onlardan benzeri bir biçimde etkilenen bir tutum belki bu. Bir ortak payda duygusu. Bunun bir başka ifadesi de, bi-rer girdiye dönüştürdüğün verileri, 'duvar' gibi, 'boşluk' gibi, şeylerin arasmdaki 'orantı' gibi, 'hiza almak' gibi birkaç yalın araca yaslanarak işlemen. Bana öyle geliyor ki, bütün çözülmelere, bütün dağılmalara rağmen bu araçlar senin için hala 'mimari' olmayı sürdürüyorlar. Ve de motivasyonunu büyük oranda buradan alıyorsun. Ne dersin?

HT: Ben olabildiğince inşa etmeden, yapı yapmadan mimarlık yapmayı ilginç ve heyecan verici bulurum. Mesela namazgah bütün zamanların benim için en iyi mekanlarından biridir. Yine bu anlamda beni çok etkilemiş şeylerden biri; yıllar önce Gökova'da kumsaldaki bir düğüne tanık olmamdır. Gündüz vakti, kumsalın bir bölümüne 4 tane direk dikildi, oradaki kum düzeltildi, bir yere orkestranın alet edevatı kuruldu, ve o 4 tane direğin arasına da ampuller gerildi. Gece olduğunda, sadece o 4 direğin arasındaki aydınlatılmış bölgenin içinde 100'den fazla, belki 200 kişi müthiş bir düğün yaptı, bir adım dışına çıkan yoktu. 0 basitlik müthişti; kumsala 4 direk dikiyorsun ve başka bir şey yok. Tam da gerekeni yapmak. O davranışın var olabilmesi için gereken neyse tam onu yapmak; ne fazlasını ne eksiğini...

İB: O gereken şeylerin yapılmasına aracılık edebilecek şeylerin sayısı da aslında çok sınırlı. Daha doğrusu önce sınırlı, sonra da ucu açık. Evet 'duvar', ama o duvar başka, öteki başka. Hepsine birden duvar dememiz onu görünür kılmak, işlenebilir kılmak için, onları bir imkana, bir ihtimale dönüştürmekten başka bir şey
değil. Ancak Taksim Sanat Galerisi'ndeki ya da ATK'daki biçimini aldıktan sonra ilgi çekici ve dikkate değer oluyor. Çevremizi saran yüzlerce duvar parçası ise öyle değil. Sözünü ettiğin direkler de öyle. Çevremizdeki sayısız direk senin dikkatini çekmiyor da, o kumsaldakiler hafızana kazınıveriyor. Bütün mesele her şeyin nerede ve nasıl durduğuna bağlı; tabii ki bir de onları algılayan özneye. Yoksa her seferinde yaptığımız duvar örmekten, boşluk bırakmaktan, direk dikmekten, hiza almaktan başka bir şey değil.

HT: Bunu çok daraltıp herhangi bir tasarım sürecine indirdiğinde; o güven var, ama ben her zaman için bunları bir araya, bir şekilde getirebilirim. Bunlar bir araya gelir ve işler. Yeter ki zamanım olsun.

İB: Bunu nasıl edindiğini biraz tarihselleştirelim istersen. Sen 50'lerde doğmuş, 70'lerde mimarlık okumuş, 80'lerden beri de pratik içinde bulunmuş biri olarak nasıl edindin bu deneyimleri?

HT: Gerçekten, ortaokul ve lise eğitimimin bu anlamda belirleyici olduğunu düşünebiliriz. ST. Michel'deki disiplinli Fransız eğitimi, hala kareli bir kağıt karşısında beni duraksatıyor. Çizgilere uymam gerekir diye başlıyorum yüzeyi kullanmaya, sonra "Kendine gel!" deyip rahat çiziyorum. Öte yandan, Türkiye benim mimarlık okuduğum yıllarda, üniversitede olmak bir yandan çok sorunluydu, fakat sorunlardan çok şey öğrenmek, çıkartmak da mümkündü. Birkaç gün önce koridorda gördüğün birinin ertesi sabah kaçırılmış veya öldürülmüş olarak bulunduğunu gazeteden okuyabiliyordun. Bütün bunlara rağmen ve ilgili olmama rağmen; ben kapanıp kitaplıkta kitap karıştırarak günler geçiriyordum; mimarlıkla garip, tutkulu ve hastalıklı bir ilişkim olduğunu şimdi bakınca görüyorum. Olaylar oluyor, kanlar akıyor ve farkındayım, gerektiğinde bütün o sosyal sorumluluğumla bir görüşe katılıyorum, o olmuyor, bu olmuyor ama bunların yanında hiçbir zaman mimarlığı ikinci plana atmıyorum. Vicdani olarak duyduğum sorumluluk; o kuşaktan mimarlık adına her şeyin kayıp olmadığını, mimarlığı iyi yap-mak için mücadele veren birileri olduğunu kanıtlamak. O zaman bütün bunlar oluyorken, birileri ölüyorken, işkence görüyor ve hayatları değişiyorken hayatta kaldım, ve hayatta kalırken, ders yapılmıyorken kitaplıkta dergi bakabildim. Şimdi bütün bu birikimi bir şeyler adına kullanıma sokmak gibi tamamıyla vicdani bir motivasyonum var. Yine o yıllarda okuduğum iki kitabın da önemi büyüktür benim için. Biri, L'architecte Et Son Mythe, Stanislavs Von Moos'un Le Corbusier üzerine bir kitabı. Hala Le Corbusier üzerine okuduğum en iyi kitap olduğunu düşünürüm. Diğeri de Venturi'nin Complexity and Contradiction in Architecture'\. Modern Mimarlık üzerine çok soru soruyordu.

İB: O sorular bana hep Modernist mi marinin önce bütün karmaşıklıklarıyla ortaya atıp, sonra da ortada bıraktığı, kaçtığı soruların yeni bir dönemin diliyle yeniden dile getirilmesi gibi gelmiştir.

HT: Bence sorular çok doğruydu. Mimari vizyonumun gelişmesi açısından kritik anlardan biridir. Örneğin, o güne kadar meydan yalnızca boşluk olarak gözümün önüne gelirken, Venturi'nin labirente benzer bir düzenlemeyle de meydan yaratabildiğini gördüm. Boşluk yerine dolulukla...

İB: İlginç olan o metinlerin başkalarmı sürüklediği yerlere savrulmamış olman.

HT: Savrulmadım, çünkü ön bilgiden arınarak okuduğumu sanıyorum. Yani o kitapla karşılaştığımda orada ne söylendiğiyle çok ilgiliydim. Bu sanırım olayları olabildiğince o an ve durumla değerlendirmemden de kaynaklanıyor. Bunu mimarlık karşısında kendim için bir alternatif olarak gördüğüm otomobil yarışlarında da hep sezerim. Çok küçük anlar vardır otomobil yarışında, saniyenin 20'de birinde vereceğin "geç!" kararı öldürebilir seni; viraja çok hızlı girersen fırlayıp gidebilir, yavaş girersen geçilebilirsin. Önemli olan, hakim olabildiğin en yüksek hızı zorlamaktır. Tasarımdaki sıkıştırmalar, gevşetmeler vs.'nin bütün bu ince ayarlarla ilgili olduğunu düşünüyorum. Aslında sürekli zorlamak, kendini hiçbir zaman bırakmamak çok önemli.

 <<önceki sayfa     sonraki sayfa >>

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz