|
reklam |
|
|||
AÖ: Biraz Türkiye'den söz edelim. Bildiğim kadar iki projede Türkiye deneyimin var. İkisi de Eczacıbaşı ile ilgili. Biri İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın konser salonu projesi, diğeri de yine Eczacıbaşı'nın gökdelen projesi. Burada sormak istediğim, genelde çağdaş Türk mimarisini nasıl gördüğün düşüncesinden başlayarak, bu iki ana projeyi işverenle olan ilişkin dışında, saf mimari olarak nasıl görüyorsun ve yaklaşıyorsun? MKA: Şimdi, İstanbul Kültür Merkezi projesi hem programı, hem de arazisi açısından çok ilginç. Yani Ayazağa Köşkü'nün yanında bir ucu Belgrad Ormanları'na dayanan bir arsa. Çok ağaçlıklı, İstanbul'a has bir mekandı. Öyle kolay kolay bulunabilecek bir yer değil. Bir kültür merkezi yaratmak pek kolay değildi. Tabii ki, Modern dilden kaçtık, özellikle planlamasında; yani kendi vaziyet planında kütlelerin arazi üzerindeki seyrinde, fonksiyonel binaların uyuşumunda Osmanlı mimarisine bazı göndermelerde bulunduk. Zaten eğer vaziyet planına bakılırsa açıkca bellidir, mevcut köşkler ile bizim eklediğimiz konser salonu kütleleri ve ondan sonra da Topkapı Sarayı'nda gördügümüz mimari kütlelerin birbirleri ile olan ya da varolmayan ilişkilerine verilen referanslar. Dış mekanda bina kütlelerinin nasıl organize edildiği vb. hepsi bu projede Osmanlı mimarisine referans olan şeylerdi. Biz yapıların, mekanların dışa açık ya da kapalı oluşlarında ve örneğin, o projede geliştirilen giriş sekansında, sokaktan içeri girerken değişik bir mekandan geçmek, sembolik bir kapıdan geçmek ve daha sonra iç mekanlara ulaşmak, yani orada Osmanlı mimarisine çok referans vermek istedik. Oysa büro binası projesine gelince, bu yaklaşımı pek o kadar uygun bulmadık. Çünkü gökdelen ofis tipolojik olarak eski Türk mimarisinde bir kere yok. Yani bizim tarihimizde hanlar dışında iş mekanları için büyük hadmler yapma geleneğimiz yok. 0 yüzden, bu projede tarihsel referanslardan bağımsız, daha serbest br yaklaşımda bulunduk. Fakat orada da çok az da olsa Türk mimarisi tipolojilerinden, ev planlarına bakarak bazı ipuçları elde etmeye çalıştık. Hem plan açısından, hem de mimari olarak büro binalarına uygun gelebiliyorlardı. Onlarla biraz uğraştık; fakat onun ötesinde, diyemem ki, yerel Türk mima-risi yaklaşımını getirdik. Yapılan Modern bir mimari yaklaşımdı. Şimdiye kadar yapılmış olan büro binalarmdan farklı olan, basit bir geometrik biçimin türevi gibi ortaya çıkıyordu. Değişik, karmaşık yaklaşımlarla girdik bu işin içine. Zannederim, bir yerde yarışmayı kaybetmemizin nedeni odur. İddia etmem, fakat Kevin Roche'un kazandığı proje yine o eski tek kütleli blok yaklaşıma çok daha uygun geliyor. Yani iki bağımsız kütlenin birleşi-minden oluşan bir proje. Oysa, biz daha kompleks bir yaklaşım getirdik; ancak o zaman için biraz fazla ilerici bulundu.
MKA: Şu anda benim hoşuma giden olay Türkiye'de yapılan restorasyonlar. Çünkü bir yerde tarihimizi yeniden canlandırıyor. Onun yanında Modern anlayışla yapılan gayet güzel tek tük örnekler var, ama onlar dediğim gibi tek tük kalıyor. Daha çok ortalama olan bina türü egemen ve tekdüze kalıyor. Yaklaşımı biraz ham, işçiliği biraz ham, daha dogrusu ben dünya standartlarına göre karşılaştırdığımda ham. Yoksa eminim ki, burada yapılan birçok binanın düzeyine erişebiliyor bazı binalar; ama geçenlerde Maçka'daki Reasürans yapısını gezdim. Onun mimarını tanımıyorum, ama herhalde Alman eğitiminden geçmiş bir mimarın elinden çıkmış olmalı; çünkü yaklaşımı ve detayları o tipte. Binanın aslında kendi içinde belli bir tutarlılığı ve belli bir ilginçliği var; ama o Maçka'nın bağlamı içinde aydan inmiş gibi geldi bana. Halbuki, daha degişik bir konum içinde kendini daha iyi bir bina örneği olarak da halka sunabilirdi. AÖ: Biraz önce, örneğin, Berlin'le ilgili konuşurken, çok daha belirgin bir tarihsel bağlamın içinde çok kaliteli Modern bir mimarinin çok iyi oturabileceğini söyledin. Burada sorun o zaman binanın detaylandırılmasında mı, yoksa genel kütlesinde mi? MKA: Evet, kütle üzerinde yapılan çalışmalar yakınındaki bağlama göre biraz fazla kaba kaldı. Çünkü, Maçka'daki binalar bildiğin gibi Art Nouveau ve Neoklasisizm zamanından kalma oldukça ince işlenmiş binalar. Belki onların yanında ya çok sade bir yaklaşım yapılacaktır ki, o zaman kütleyi de sade tutmak zorunda kalınırdı ya da çok daha ince bir detaylandırmaya gidilip onların yanında bir yerde bir eklemlenme oluşurdu. Fakat, bununla hepimiz ister Türkiye'de, ister yurt dışında olsun devamlı karşılaşıyoruz. Çünkü, belirli bir yerde bu paralar mimarın cebinden çıkmıyor, başkaları ödüyor. O zaman da onların istedikleri var. Her şeyi sadece mimarlara yıkamazsın. Tabii bir çok şeyi de biz kendimiz etkileyebiliyoruz. Bizim de bir yerde yaklaşımımız önemli. Fakat bir yerde iyi bir örnek, ama Reasürans için, aynı zamanda, belki daha degişik bir şekilde yapılsaydı daha iyi olurdu diyeceğim.
MKA: Amerika'daki diğer projelerimizden şu açıdan çok daha farklıydı. Bütün İslam devletlerinin katıldığı bir vakıf adına yapılan bir binaydı. Bu kompleksite içinde hiçbir İslam devletinin kendi özel mimarisini simgeleyebilecek, daha dogrusu onu ortaya çıkartabilecek bir mimari olamazdı. Bu aslında mimari için çok ilginç bir soru, problem. Biz de orada tamamiyle geometriye sığınarak çalıştık. Çünkü, İslam mimarisinde geometri her zaman çok önemli bir ağırlıkla kare ya da daire olsun hep yer almıştır. Tamamiyle geometriye dönerek üslubu ortadan kaldırdık. İşte caminin kubbesi var, ama tam bir yarım küre, ne bir Osmanlı kubbesi, ne bir Iran ya da Mısır kubbesi. Tamamiyle geometrik soyut bir biçim. Şimdi, örneğin, ben camiye gittiğim zaman bakıyorum, proporsiyon açısından bir acayiplik var. Tabii tarihte insanlar, ister İslam mima-risi ya da Batı mimarisinde olsun bu kubbe olayını değişik bir biçimde çözümlemek zorunda kalmışlardır. Yarım kubbe hiçbir zaman iyi oturmuyor; ama bizim bu işte yarım küreye yaklaşımımız tamamiyle değişik nedenlerden dolayı, yukarıdaki nedenle ortaya çıktı: Hiçbir devletin mimarisini orada simgelememek için. Onun dışında, tabii ki, "20. yüzyıl sonunda Amerika baglamı içinde bir cami nasıl olur", sorun buydu. Çok soyut bir proje peşinde koşulabilirdi, fakat yine de Islam devletlerinin vermiş olduğu paralar ile inşa edilen bu camiyle o kadar büyük bir atılım yapılamadı. Sonunda ille bir kubbesi ve minaresi olmak zorunda kaldı, fakat daha önce de dediğim gibi, bunları geometriye sığınarak çözümlemeye çalıştım. Ne kadar başarılı olduğumuzu bilemiyeceğim, ama cami kullanılıyor.
MKA: Evet, aslında New York'ta çok az Modern dinsel yapı var. Birkaç tane belki. City-Corp'un dibine kurulmuş olan Modern anlayışlı bir kilise var. Daha çok heykelimsi bir anlayışla ortaya çıktı. Zaten bu modernliği en çok iç mekanda ortaya çıkartılabildi. Bizim caminin kütlesi bir yerde Modern, ama yine bir yerde geleneksel bir görünüme sahip. Fakat daha Modern bir anlayış, daha temiz çizgiler-le bir iç mimari de ortaya çıktı. Evet, yani New York'taki gibi koca binaların arasında ufak binalar yapmak ve onları görüntüleyebilmek kolay bir şey değil. Ama, arsamız biraz genişti, o yüzden önünde görüş uzaklığını sağlayabilecek yeterincebiryervar. Birde tabii işin en ilginç tarafı, New York'un zengin ve fakir mahalleleri arasındaki bir kesişme noktası üzerinde kurulmuş. Bakalım ileride ne olacak? AÖ: Biraz da senin geçmişine dönelim. Bildiğim kadarıyla eğitimin Cornell'den ve o zaman Amerika'da aldığın mimarlık eğitiminde geçerli olan yaklaşımı ben de bilmiyorum. Mimarlık hayatına ilk SOM'da mı başladın, hep orada mısın? MKA: Evet, ben burada Robert Kolej'i bitirdikten sonra Cornell Üniversitesi'nde mimarlık eğitimi gördüm. Beş senelik yoğun bir mesleki egitim, artı onun üzerine kentsel tasarım konusunda lisansüstü eğitimimi aldım. Orada son yıl içinde yabancı öğrenci olarak bir yıllık bir çalışma izni olduğu ortaya çıktı. O yüzden okul bitmeden önce ben bir iş arayışına girmiştim. Bütün mimarlık şirketleri o sıralarda okula gelip ders veriyorlardı, sonra da KPF (Kohn Pedersen & Fox ) ve SOM'dan geldiler. Nasıl olduysa, ben SOM'a çok kısa bir süre kalmak üzere girdiğim halde, şimdi 12 yıl oldu. AÖ: Peki, bu 12 yıllık süre içinde mimari çizginde temel değişiklikler oldu mu, yoksa söyleşinin başından beri söz ettiğin o Modern çizgiyi okuldan beri mi tutturdun? Yani açıkçası, Cornell'deki mimari eğitimin ne yönde olduğunu pek bilmiyorum. MKA: Cornell'deki mimari eğitimi çok zengin bir Modernizm'e dayalıydı. Herkesin Le Corbusier'nin kitaplarını yastığının altında bulundurduğu bir yer. O okuldan çıkmış, örneğin, Richard Meier aynı şekilde Le Corbusier Modern Mimarisi'ni bugüne getirmiş insandır. Onun dışında önemli hocalardan bir tanesi de Colin Rowe'du, onun da Modern Mimari'ye katkısı bu bağlamsalcılık işini ortaya çıkarması. Tabii o da bir yerde, belirli bir süre sonunda çok basite indirgendi. Yani "Yanınızdaki iki binanın arasına onlarda ne varsa onu yapın" gibi bir basitleştirme oldu. Fakat aslında adamın bizlere, öğrencilere öğretmiş olduğu şey şu: Insanın bağlamı bir ülke, bir şehir ola-bilir ve o şehrin içinde gelişmiş olan mimari tarih aslında insanın bağlamıdır. Yoksa önünüzdeki, arkanızdaki binalar önemli baglamlar değildir; çünkü onlar da zamanla degişecektir. Oysa, şehrin kendisi çok daha yavaş değişen bir olgu olduğu için o oluşturmalıdır bağlamı. Yani bağlamsalcı bir mimari eğitimini çok baştan almıştık. Ve onun bir yerde bendeki etkisi, bugünkü değişik akımların -Postmodernizm olsun, Dekonstrüktivizm olsun, bu-günkü çoğulculuk olsun- içinde belli bir tutarlılık arayışı getirmiştir. Bu inip çıkan üsluplara bağlanmaktan çok daha yalın bir çizgiye tutunabilmemi bana mimari eğitimin verdiğini düşünuyorum. Yıne onun vermiş olduğu en önemli şey bazı değer yargılarını evrensel olarak tutabilmektir. Bu sayede bugünkü ya da yarınki üsluba dönüşmüş mimariye insanın bakış açısı fazla değişmiyor. AÖ: Şirket mimarlığı çevresinde bugün SOM'un rakipleri arasında sayabileceğim I.M. Pei ya da KPF (Kohn Pedersen &Fox) olsun, aranızda ciddi bir çizgi farkı var mı? Bu çizgi farklılığı, bu tip bürolardaki senin pozisyonunda "chief designer"lardan kaynaklanabiliyor mu? Yoksa aslında çok ufak varyasyonlar mı var? KPF'nin, sanırım, çok büyük bir ivmeyle 1987'de öne çıktığı bir dönem oldu, galiba. Hatta SOM "partner"larmdan birinin "KPF gibi tasarım yapmalıyız" gibi bir sözü de vardı. MKA: Şimdi şöyle: SOM'un direkt karşılaştırıldığı bir iki tane şirket var. Onlardan bir tanesi HOK (Helmuth Obata Kassabaum); onlar tamamiyle kurumlaşmış şirket halinde çalışıyorlar. Oysa, örnegin, diyelim ki Kevin Roche, Caesar Pelli olsun, onlar hala kendi kurdukları şirketin kapısında adları olan insanlar; onlar bir yerde yine kendi şirketlerini yönlendirmeye devam ediyorlar. Halbuki bu SOM'da yok. Şu anda 24 ortağı olan bir şirket SOM. Bu ortaklar değişik bir kafa yapısı içindeler, bazı konularda anlaşıyorlarsa da kendi kişisel ilgilerini bir yerde şirket içine sokabiliyorlar. Bu açıdan diyelim ki KPF ile aramızda fark var. Şöyle ki, onlar bir süre bizden daha taze bir yaklaşımla mimariye bakmış olsalar bile, değişik nedenlerle 6-7 ay içinde SOM çok büyük bir gelişme saptadı. Bunun için de bu degişik şirketler onun gersinde kaldılar. Bunun büyük nedeni de ben şu sanıyorum: Özellikle paranın dar olduğu zamanlarda, özellikle büyük şirketler en sonunda üsluptan çok kaliteye önem verdikleri anda bizim yaklaşımımız çok daha fazla değer kazanıyor. Üslubu açısından belki öbürleri kadar avangart olmasa da, ortaya koyduğumuz mimaride belirli bir devamlılık var. AÖ: Peki özel bir soru, kendin için geleceği nasıl görüyorsun ve gelecekteki projelerin neler? MKA: Şimdi, geçmişe baktığımız zaman, özellikle 1980'li yıllarda tamamiyle içe dönüktü yapılanlar. Yani New York çevresi, Amerika içindeydi. Halbuki ekonomik nedenlerle bütün öbür şirketler dahil, fakat özellikle biz dünyanın dört tarafına tekrardan sarıldık . Yani daha önceden de uluslararası olmuş olan SOM tekrar uluslararası piyasaya açılmış oldu. Halbuki, öbür şirketler bu işe çok daha yavaş davranabildiler. Bunun beraberinde getirilen yaklaşımlar bence olumlu oldu. Ortaya daha çok büyük bir serbestlik çıktı. Örneğin, Almanya ortamı içinde Postmodern tasarım yapmak saçma bir olay olduğu için, Modernizm'e kaymak, Modern Mimari ile degişik şeyler yaratabilmek benim için çok daha kolay oldu. Yani yapmak istediklerimi kolaylaştırdı. Sanıyorum, bundan sonra hem uluslararası projeler, hem de Amerika içindeki projeler paralel bir şekilde devam edecek. Çünkü, dünyanın gelişen ülkelerinde Amerikan tipi şirketlerin genelde etkin olmalarından dolayı, orada büro binaları gerçekleşecek ve genellikle bu işlerin peşinde koşmak yine bizim gibi şirketlere düşüyor. Yani en azından 2000 yılına kadar bu Amerika dışı mimari projeler sürecek. Öyle olduğu sürece deneysel projeler yapmak çok daha kolay. Çünkü başarılı olan bir proje takdir alıyor; ancak başanlı olmayan bir proje de kapının önünde bir hata olarak gözükmüyor, onun da avantajı var. Sanıyorum, ben özgürce değişik şeylerin peşinde koşabilirim. AÖ: Şu anda çalıştığın projeleri sıralayabilir misin? MKA: Ben şu sırada yoğun bir şekilde Swissbank'in Stamford'da bir genel merkez yapısı ile uğraşıyorum. Toplam 600 kişilik büyük bir "trading room" ve çok büyük bir spor salonundan başka, büyük bir hacim içinde tamamıyle kolonsuz olarak geniş açıklıkların geçildigi bir yapı. Onun dışında Almanya'da Berlin'deki projem devam etmekte. Brezilya'da bir projem bitmek üzere ve orada şimdi yeni bir projeye de başlamaktayım, oraya gideceğim. Ondan sonra Filipinler'de şu anda iki tane inşaat halinde binam var; Endonezya'da da büyük bir alışveriş merkezi ve 66 katlı bir kulenin tasarımına başlıyoruz. AÖ: Chicago SOM ile New York SOM arasında tasarım sürecinde temelden bir farklılaşma var. Bir tanesi tamamiyle stüdyo sistemi, oysa New York'ta sonuçta bir departmanlaşma vardır. Teknik ve tasarım olarak Chicago ile çalıştın mı bilmiyorum, ama iki şube arasında bir kalite farkı görüyor musun? MKA: Bu soruyu cevaplandırnak biraz güç, çünkü ben hiçbir zaman Chicago ile çalışmadım. Londra'da Chicago sistemi üç aşağı beş yukarı yürütülüyordu; ama aynı saflığı ile degil. Yine orada da departmanlaşma var. Şu sıralarda aslında New York'ta olup biten daha iyi bence. Projeler için ayrı ekipler oluşturmak bence hem departmanın, hem de stüdyo sisteminin en büyük avantajlarını toparlayan bir organizasyon. Bence orada hem tasarım takımı, hem de teknik takım projenin başında işe başlıyor. Bilgisayar yüzünden çok daha fazla bilgi alıp verme olanağı var. Projenin tasarımına başlarken bu işin hızlı ilerleyebilmesini sağlıyabilmek için tamamiyle bir takım halinde çalışıyoruz. Filipinler'de yapmış olduğumuz proje, 3,5 ay içinde, uygulama projelerinin sonuna kadar gerçekleştirilebildi. Tek nedeni de tamamiyle entegre bir takımın işbaşında olması. AÖ: SOM'dan hala Postmodern ya da Neoklasik yapı tipleri görecek miyiz? Yoksa SOM'un çizgisi tamamen Modern Mimari'ye döndü mü? MKA: Yok, sanırım hiçbir zaman tamamiyle Postmodernizm'den vazgeçip Modern Mimari'yi tutmayacaklar; çünkü değişik yapı tipleri de bazı şeyleri beraberinde getiriyor. Özellikle adliye binaları konusunda 80'lerin sonunda, 90'ların başında çok projeler yapıldı. Bunların herbirinde, bizden çok oradaki yargıçlar bizden klasik bir mimari düzen istediler. Eskiden buna herhalde Skidmore ve Owingsler izin vermezlerdi. Sadece o bina türünde etkin olabilmek için -tabii kısıtlı bir yerde sadece- klasik mimari veya diyelim Postmodern'in varlığına inanıyorum. Bugünkü ortam tamamiyle bir çoğulcu ortam. AÖ: Burada hemen sorayım, SOM içerisinde Modern kanadı sen mi temsil ediyorsun? MKA: New York'taki büro için evet. |
Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]