
Filmlerde ifade edilen imgelerle oluşan sinemasal mimari ile bir yönetmen ya da sahne tasarımcısı, aslında mimarın yaptığının aynısını yapıyor. Bina ve şehirlerin zihinsel işlevleriyle, izleyicinin dünyayı algılayış şeklini yapılandırıyor ve kendi deneyimi ile dünya arasındaki yüzeyleri bütünüyle tasarlayarak sunuyor.
Yapılar, Öklid geometrisi dünyasıyla inşa ediliyor, ama yaşayan mekan her zaman geometrinin ötesinde oluyor. Mimarlık, anlamsız Öklid mekanlarını, varoluşsal anlamlara sokarak insanların oturması için yapılandırıyor ya da uysallaştırıyor. Yaşayan mekan, rüyanın yapısına ve serbestçe düzenlenmiş fiziksel zamanın ve mekanın sınırlarına, bilinçsiz olana benziyor. Yaşayan mekan, her zaman bir dış alanla içsel zihinsel alanın, gerçekliğin ve zihinsel anlatımın birleşiminden oluşuyor. Bir mekanı deneyimlerken, hafıza ve hayal, korku ve arzu, değer ve anlam, mevcut olan algıyla bütünleşiyor ve aynı zamanda bireyin kendi yaşamıyla ayrılmaz bir şekilde bütünleşiyor.
Birey, zihinsel ve bedensel olarak ayrı dünyalarda yaşamıyor. Tamamen tarafsız bir dünyada da yaşamıyor. İçinde deneyimlenen, hatırlanan ve hayal edilen kadar geçmişin, şimdinin ve geleceğin de ayrılmaz bir şekilde birbirinin içine geçtiği zihinsel dünyalarda yaşıyoruz. “Eğer deneyimlerimiz, bilgilerimiz, okuduğumuz kitaplar, hayal ettiğimiz şeylerin karışımından oluşmuyorsak biz kimiz, her birimiz kimiz?” diye soruyor Italo Calvino ve devam ediyor: “Her bir yaşam bir ansiklopedi, bir kitaplık, bir envanter, bir seri biçim ve her şey akla uygun her şekilde sürekli olarak karıştırılabilir ve sonra tekrar toparlanabilir.”
Mimarlığı ve sinemayı deneyimleme biçimi, sabit sınırları olmayan zihinsel mekanda özdeş bir hale geliyor. Mimarlık sanatında bile, zihinsel bir görüntü mimarın deneysel dünyasından gözlemcinin zihinsel dünyasına aktarılıyor ve bina yalnızca görsel bir obje olarak aracılık ediyor. Mimarlığın görüntüleri ölümsüzleştirilebiliyor oysa sinemasal görüntüler sadece ekrana yansıtılan bir ilüzyon olarak kalıyor. Bunun net bir anlamı yok. Her iki sanat dalı da yaşamdan kareler, insan etkileşimleri ve dünyayı algılamanın yollarını betimliyor.
Yeni ufuklar açan “The Work of Art in the Age of Mechanical Reproduction” yazısında Walter Benjamin, mimarlıkla film arasındaki bağın üzerinde duruyor. Şaşırtıcı olarak, apaçık görselliklerine aldırmadan, iki sanat dalının da aslında dokunma duyusuyla algılanabilen sanatlar olduğunu öne sürüyor. Mimarlık ve film, resmin saf görselliğinin aksine birincil olarak dokunsal dünyayla iletişim kuran sanat dalları. Benjamin’in düşüncesine göre bir filmi izleme durumu, izleyiciyi bedensiz bir gözlemciye dönüştürüyor. Sinemasal ilüzyonla oluşan mekan, izleyiciye bedenini geri veriyor, dokunsal ve güçlü devinduyumsal deneyimler yaşatıyor, çünkü bir film gözlerle olduğu kadar kaslarla ve deriyle de izleniyor. Mimarlık da sinema da, mekanı deneyimlemekte devinduyumsal bir yol belirtiyor ve hafızalarda saklı görüntüler, dokunsal retinal resimler olarak şekillendiriliyor.
Resim ve film arasındaki farklılığı analiz ederken, Benjamin provokatif bir benzetme kullanıyor: bir ressamı bir sihirbazla ve bir kameramanı bir cerrahla karşılaştırıyor. Sihirbaz hastadan belirli bir uzaklıkta operasyonunu yapıyor, cerrah ise hastanın içine işleyecek şekilde yapıyor. Sihirbaz / ressam, tamamen bütünleşik bir varlık yaratırken, cerrah / kameramanın işi bölümlerden oluşuyor. Benjamin’in benzetmesi bir film yönetmeniyle mimarın farklılığına da uygulanabiliyor. Film yönetmeni, belirli bir uzaklıktan görüntülerin hayali hikayesini anlatan ve yaşanmış bir durumu çağrıştıran bir sihirbaz. Mimar ise fiziksel gerçekliği içinde yaşadığımız binanın bağırsaklarını ameliyat eden bir cerrah. Örneğin, C.G. Jung, insan bedeniyle bilinçsizce aklımıza gelen ev görüntüsü arasında çok güçlü bir ilişki kuruyor ve bu benzerlik, mimarın cerrah rolünü doğruluyor. Yönetmen zihinsel önerilerle belirli bir uzaklıktan onarıyor, mimar ise bedenen bünyeye ve dünyadaki varlığımıza dokunuyor.
Sinema ve Mimarlık