
Vincenzo Natali, Küp
İçinde mimari görüntüler olmayan hemen hemen hiç film yok. Bu söylem oldukça net ve doğru. Bina, gerçekten görünsün ya da görünmesin, bir resmin çerçevesi, ölçek, ışıklandırma vb... durumlar belirli bir yeri tarifliyor. Diğer taraftan, bir mekanı veya yeri tariflemek, dünya üzerinde insanın yerini işaretlemek, mimarlığın birincil işlevi ve görevi.
Martin Heidegger’in söylediği gibi, insanlar dünyadan atıldılar. Mimariyle beraber ise dışarıda olma deneyimleri ve yabancılaşmalarıyla, dünyayı bir ikamet yerine dönüştürüyorlar. Bir yerin, alanın, durumun, ölçeğin, aydınlatmanın, yani mimari niteliklerin yapılanması (insan varlığının çerçevelenmesi) kaçınılmaz olarak her sinemasal kareye sızıyor. Aynı şekilde mimarlık, alanı birleştiriyor, bir yandan da zamanı işliyor. “Mimarlık sadece alanı evcilleştirmiyor” diyor Karsten Harries, “bir yandan da zamanın terörüne karşı şiddetli bir savunma sağlıyor. Güzelliğin dili aslında zamansız gerçekliğin dilidir”. Zamanı yeniden yapılandırma, birleştirme, yeniden düzenleme, hızlandırma, yavaşlatma, duraklatma ve geri çevirme, aynı şekilde sinemasal anlatımın da temeli oluyor.
Yaşayan mekan tekdüze, değersiz bir alan değil. Tek ve aynı olay (bir öpüşme veya bir cinayet), nerede olduğuna bağlı olarak (yatak odası, banyo, kütüphane, asansör ya da teras) tamamen değişik bir hale girebiliyor. Bir olay, anlamını (aydınlanma, hava, ses farklılıkları nedeniyle) günün hangi zamanında gerçekleştiğine göre kazanıyor. Ayrıca her yerin kendine ait bir tarihi ve olayla ilgili simgesel çağrışımları var. Sinemasal bir olayın anlatımı ise alan, mekan ve zaman mimarisinden ayrılamaz bir bütün ve bir film yönetmeni mimarlığı bilmese de yaratmakla yükümlü. İşte profesyonel mimari disiplinin tam da bu saflığı ve bağımsızlığı, sinema mimarisini bu kadar usta ve anlamlı yapıyor.
“Tüm şairler ve ressamlar doğuştan fenomenolojistlerdir” diyor J.H. van der Berg. Sanatçının fenomenolojik yaklaşımı, geleneksel olarak veya entelektüel bir açıklamayla yükten kurtarılmış nesnelerin özüne saf bir yaklaşımı belirtiyor. Tüm sanatçılar, film yönetmenleri dahil, nesneleri sanki ilk kez insan tarafından gözleniyormuş gibi gösterdikleri için bir anlamda fenomenolojist. Mimarlık, alana yeni bir mitoloji kazandırıyor, panteistik ve animistik özünü geri veriyor. Şiir, okuyucuyu kelimelerin anlamlarını aradığı sözlü bir gerçeğe geri döndürür. Sanat, beyinle dünya arasındaki sınırları birleştirir. “Ressam ve şair dünyayla kavgası dışında başka ne anlatabilir ki” diyor Maurice Merleau-Ponty. Peki mimar ve film yönetmeni başka ne anlatabilir? diye bir soru zihinlerde canlanıyor.
Kabul edilmesi gereken ise tüm sanatçıların (yazarlar, ressamlar, fotoğrafçılar, dansçılar) tanımladıkladıkları ve kurdukları olaylar, farkında olmadan da olsa mimarlığın sahasına adım atıyor. Sanatçılar tarafından yansıtılan bu kentsel sahneler, binalar ve odalar deneysel olarak gerçek. “O (ressam) onları (evleri) yapıyor, yani tuval üzerine hayali bir ev yaratıyor. Hiçbir ev ifadesi vermiyor ama tüm gerçek evlerin belirsizliğini yansıtıyor’ diyor Jean-Paul Sartre.

Sinema ve Mimarlık