Modernizmdeki avangart oluşum, sıradan halkla sanatçılar, mimarlar ve küçük bir gruptan oluşan “entelektüel azınlık” arasındaki ayrımı haklı gösteren bir ortam yaratmıştı. Sosyalist Realizmin realist paradigmaları, aslında yok olan bu bütünlüğü tekrar oluşturmak için bir araç olarak görülüyordu. Ancak sonuç, avangart dönemde olanların tam tersiydi: Bu kez de “sıradan” çoğunluk -en azından mimari ögelerle- ön plana çıkmış, avangart dönemin elit kesimi ise sanata yabancılaşmıştı. Sanat ve mimarlık, toplumun geneline hakim olan durgunluğun etkisi altına girmişti.
Sosyal homojenizasyonu sağlamak amacıyla “beslenen” bu “ilkelcilik”, entelektüel elit kesimi sanat ve tasarım alanından kopardı. Elbette bu, komünist toplumda elit bir kesimin var olmadığı anlamına gelmiyor, ancak söz konusu elit kesim ya eğitimsizdi ya da yetersiz derecede eğitime sahipti.
Mimarlık açısından vurgulanması gereken ise, modernizm ve Sosyalist Realizm arasındaki temel farkın anlam yükleme süreçleri olduğu.
Modernizm, anlam ve mimari element arasındaki ilişkinin çözülmesine neden oldu. Sosyalist Realizm ise, bu çözülmenin ardından tekrar gündeme getirdiği anlam yükleme hedefleriyle modernizmin gözünden bir “gerileme” olarak nitelendirilebilir. Bir gönderme yapmak, mekanların anlamını soyutluğun arkasına gizlemek Sosyalist Realizm’de mümkün değildi. Her şey net bir şekilde “öğretilmeliydi”. Daha açık bir ifadeyle, beyin yıkamak amaçtı.
Sosyalist Realizm’in önemli başarılarından biri, mimarlık ve sanatta yakaladığı dil, yani “göstergeler” değil; anlamın kendisi, yani “gösterilen”di. Akımın amacı, tüm insanlık için barış ve uyumu hedefleyen pozitif ütopyayı yeniden canlandırmaktı. Modernizm ise buna zıt olarak sosyal bağlar ile dini, kültürel ve etnik aidiyet duygularını bünyesinde barındırdığı değişim ve ayrıştırma ile zayıflatıyordu. Sosyalist Realizm, tıpkı diğer aşırı tutucu sistemler gibi bu değişim sürecini durdurdu ve “o eski günlerin sabitlik duygusunu” geri getirdi. Elbette bu, Sosyalist Realizm’in güvenli bir sistem olduğu anlamına gelmiyor. Örneğin, temelini Ortodoks Rusya’nın despot geleneklerinden alan “yabancılaşma karşıtı” gruplar, çalışma hayatında ve ev ortamında rastladıkları “şüpheli” bireyleri kontrol atında tutma görevini yerine getiriyordu. Toplum, herkesi kapsayan dev bir hapishaneye dönüşmüştü. Bu hapishanenin, özellikle araştırma, seyahat, düşünce ve sanat konusundaki özgürlüklerini kısıtlanmış hisseden entelektüel üst kesim için sınırlayıcı olduğunu söylemek doğru olur. Stalinizm’in erken dönemlerinde oldukça baskı altında kalan işçi ve köylü sınıfı ise Sosyalist Realizmle rahatlayan kesim oldu. Komünist rejimin yıkılmasının ardından kurulan demokratik düzen karşısında milyonlarca insanın kendini tehdit altında ve kaybolmuş hissetmesi ise bir sürpriz değildi.
Tüm bu problemlere rağmen, bu toplumlar mekansal bir dil ve mimari geliştirmeyi ve bunu ifade etmeyi başardılar. Öne çıkan anahtar kelimelerden biri “kesinlik”ti. Belirlenmiş, kapalı alan; simetri, ana meydan ve aksların yeniden vurgulanması, masif duvarlar, tarihi açıdan iyi kodlanmış unsurlar, mimari kesinliğin ögelerini oluşturuyordu.
Postmodernizm, ABD’de 19. yy sonunda başlayan “City Beautiful Hareketi”, 1950’li ve 60’lı yıllarda inşa edilen Amerikan hükümet binaları ve mimar Jo?e Ple?nik’in yaklaşımı ise, Sosyalist Realizm’e paralellik gösteren mimari bakış açıları olarak gösterilebilir.
Komünist Parti’nin diktatörlük hayalleri bir yana bırakılırsa, Sosyalist Realizm mimarlık ve kamu arasındaki bütünlüğü yeniden yakalamayı hedefledi. Mimarlığı, Gotik katedrallerin inşa edildiği dönemdeki ihtişamına ve evrenselliğine tekrar kavuşturmak da amaçlar arasındaydı. Diktatörlük bağlamında incelendiğinde ise, Sosyalist Realizm’in Stalinizm ve benzeri diktatörlük yönetimlerini istemeden de olsa gülünç duruma düşürdüğünü farketmemek mümkün değil. Yanlış mesajlar taşıyan anıtlara ve manipülasyon eğilimlerine karşı hassaslaşmaksa, akımı incelemenin mimarlara getirileri arasında bulunuyor.
Diktatörlük ve Mimarlık