Söyleşi

Yayılma Büyümenin En Kolay ve En Müsrif Şekli

Tarih: Mart 2008

Son 3 yıldır Avrupa Birliği Erasmus programı kapsamında 4 ülkeden 7 üniversite, mimarlık yüksek isans projesini ortaklaşa çalışıyor ve dönem sonunda projeleri ilgili yerel yönetim yetkilileri ile paylaşıyorlar. Katılımcı okullardan Fransa Grenoble Ulusal Yüksek Mimarlık Okulu Öğretim üyelerinden Prof. Ayşegül Cankat, bu işbirliğinin oluşumu ve gelişiminde büyük katkısı olan bir isim.

3. Dönem projelerinin henüz tamamlandığı bugünlerde, Ayşegül Cankat’a, bu işbirliğine, kişisel çalışmalarına ve Fransa’da bir Türk öğretim üyesi olmaya dair merak ettiklerimizi sorduk.



Özlem Bahadır Kebabcı: Bildiğim kadarıyla liseden sonra İstanbul’dan ayrıldınız ve mimarlık eğitiminizi Fransa’da aldınız. Neden mimarlık? Ve neden Grenoble?

Ayşegül Cankat: Sosyal konulara hep ilgim vardı ve mimarlık benim için herşeyden önce yaşamın izlerini taşıyan, yasam dinaminiğinin içinde olan mekanlar oluşturmak anlamına geliyordu. Bireysel olarak var olan binalar üretmekten çok, bir bütüne ait olan kültürel ve sosyal yapılaşmanın içinde aktif olarak yer alabilmek için mimar olduğumu sanıyorum.

O günün koşullarında yurt dışında eğitimimi sürdürmem daha uygundu ve ben de Saint Benoit Lisesi’nde Fransızca eğitimi aldığım için tercihim Fransa oldu. Grenoble ise Fransa 1968 sosyal reformlarının ve 1968 Kış Olimpiyatları’nın da etkişiyle üniversite eğitimini genişletip geliştirmiş, büyük bir kampüs ve öğrenci dinamiğiyle tanınan, orta büyüklükte ama kozmopolit bir kent olduğu için beni ilgilendirmişti. Sait Faik Abasıyanık da 1930’lu yıllardaki Grenoble’u hikayelerine konu etmişti (İhtiyar Talebe, Bütün Eserleri: Semaver), ben de O’nun yazılarında çok gezindiğimden Grenoble’la gitmeden önce karşılaşmıştım!..

ÖBK: Mezuniyetinizin ardından çalışmalarınızı Fransa’da, Grenoble’da mı sürdürdünüz? Akademik çalışmalarınız nasıl başladı?

AC: Fransa’da mezuniyetimden sonra 7-8 yıl kadar çeşitli büro ve şirketlerde görev aldım. O dönemde Fransa’da belirli süreler çalışıyor ve Türkiye’nin çeşitli bölgelerine uzun yolculuklar yapıyorduk. Bu yıllar, geriye baktığımda, marjinal gibi görünen ama aslında bana gerçekten yapmak istediğim mesleğe yönelme olasılığı tanıyan, bir olgunlaşma dönemiydi. Bu geziler sayesinde hem Türkiye’yi, doğusundan batısına, en uzak kalmış köşelerine kadar daha iyi tanıma fırsatım oldu hem de mesleki anlamda çok bilinçlendim, çok öğrendim.

1994’de on yıl önce mezun olduğum okula araştırma görevlisi olarak geri döndüm. Kent ve mimariyi birarada irdeleyen, aynı zamanda yeni teknolojilere de yer veren araştırma projelerinde çalışırken eğitime de ilk adımlarımı attım. 2002’ye kadar Grenoble’da, 2002-2005 arası Nancy’de, 2005’den bu güne tekrar Grenoble’da Ulusal Yuksek Mimarlık Okulu’nda öğretim üyeliği ve araştırmacı görevlerini zevkle sürdürüyorum. Fransa’da, mimarlık yüksek okulları hoca kadroları, her yıl veya iki yılda bir açılan yarışmalarda, bir ulusal jüri tarafından değerlendiriliyor. 2002 yılında açılan yarışmada başarı göstererek Nancy’de, entellektüel ve etik açıdan çok iyi anlaştığım bir hoca grubu ile, kentsel, bölgesel ölçekte proje dersleri ve kültür ve mimariyi birlikte sorgulayan amfi dersleri verdim.

2005‘ten bugüne ise Grenoble’da, Master ikinci sınıf öğrencileriyle, ölçekler arası mekansal ve sosyal yapılaşmayı ele alan, stratejik bölge projeleri, kentsel ölçekte projeler ve bu ölçekleri sorgulayan mimari projeler üzerinde çalışıyoruz.

ÖBK: Son 3 yıldır Erasmus programı kapsamında, Türkiye, Fransa, Portekiz ve Yunanistan’dan 7 üniversitenin ortaklaşa bir yüksek lisans master projesi gerçekleştirmekte olduğunu ve bu işbirliğinin oluşumu ve gelişiminde büyük katkınız olduğunu biliyoruz. Bu süreci anlatabilir misiniz?

AC: Sizin de bildiğiniz gibi, İstanbul iz bırakan bir kent. Her ne kadar kendi seçimimle Fransa’ya gitmis olsam da, İstanbul beni, ya da ben O’nu, kısaca birbirimizi hiç bırakmadık. Diploma tezim, doktora tezim İstanbul’u mekan seçti. Okul müdürüm Vincent Michel’in ve Uluslararası İlişkiler komisyonun da desteği ile Grenoble ve İstanbul işbirliğinin ilk adımlarını, Prof.Dr. Nur Akın’ın öncülüğünde İTÜ ve ENSAG arasında 2003’te attık. 2004 Kasım’ında Fransa ve Türkiye’den katılımcılarla Grenoble’da metropolleşen kent ve taşınmaz kültür varlıklarının bu oluşum içindeki yerini irdeleyen bir kolokyum düzenledik. Bu sürece paralel olarak, Nancy Ulusal Mimarlık Okulu hocalarından Prof. André Vaxelaire’in geliştirdiği kentsel proje eğitiminin ortaklarından Prof. Alexandra Yerolimpos (Selânik), Prof. Luis Soares Carneiro (Porto) ve Prof.Dr. Işık Aydemir (YTÜ) ile beraber çalıştık ve bu zengin eğitim ortaklığını, ben Grenoble’da dönünce de, devam ettirmenin yollarını araştırmaya başladık.

Son olarak, Prof.Dr. Aykut Köksal’ın öncülüğünde tanışıp, hemen ortaklık sürecine girdiğimiz üniversite ise MSGSÜ. Prof.Dr. Nesrin Dengiz ve Doç.Dr. Gülsen Özaydın’ın yanısıra Erdem Erbaş, Ahmet Tercan, Derin Öncel gibi hocalar da bu eğitime emek veriyorlar. İTÜ’den sayın Yıldız Salman ve YTÜ’den sayın Ömur Barkul’da 2005’ten beri ortaklığımızın olmazsa olmaz kişilerinden.

Bu eğitim programı çerçevesinde, her güz yarıyılında, yedi üniversitenin bir grup öğrencisi, ortak bir temayla ortak bir kent parçasına yaklaşıp, projeler üretiyorlar.

2005-2006 için tema, kent içi veya yakınındaki liman-endustri alanlarının dönüşüm ve kente kazanım süreç ve şekilleriydi. Strasbourg ve Galata Liman Bölgeleri bu temayla bağlantılı seçilen ve üzerinde çalışılan kent parçaları oldu. 2006-2007’de ise 1950’lerden itibaren, planlı veya plansız, birbirinden özerk oluşan kent parçalarının, sürdürülebilir kentin ekonomik, sosyal ve çevresel boyutlarıyla düşünülüp ilişkilendirilmesiydi. Grenoble kentinin güney bölgesi ve Topkapı civarı proje alanlarımızı oluşturdular. 2007-2008’de ise, bildiğiniz gibi "Eşitlikçi Kent“ temasıyla Kasımpaşa-E5 arasındaki kent parçası üzerinde çalıştık.

Bu ortak projenin oluşturduğu bir başka ilk ise, İstanbul’dan üç üniversitenin öğrenci ve hocalarının bu eğitim programı çerçevesinde beraber çalışmaları oldu.

ÖBK: Son 3 yıldır gerçekleştirilmekte olan bu ortaklaşa proje çalışmasını, sizin ve bağlı bulunduğunuz okulun beklentilerinin karşılanıp karşılanmaması açısından değerlendirecek olursak neler söyleyebilirsiniz?

AC: Bu eğitime yerel yonetimler ve profesyonelleri de aktif olarak davet edip, mimarlık eğitiminin son yılında yapılan çalışmanın, öğrenci projesi de olsa, mesleki, politik, ekonomik ve sosyal gerçeklerin içinde yer almasını istiyoruz. Nancy, Selanik, Porto, MSGSÜ, YTÜ ve İTÜ mimarlık fakülteleriyle olan ortaklığımız ise bu eğitime çeşitli bakış açılarının, metod ve araçların zenginliğini getiriyor, tartışma ortamı oluşturuyor.

Bu ülkeler ve kurumlar arası işbirliğinin ilk amacı tabii ki yetişen gençlerimize verdiğimiz eğitimin kalitesini artırıp, bu eğitimi uluslararası dinamiğin gerçekleriyle karşılastırmak. Ayrıca politik Avrupa oluşumu tartışılırken, biz kültürel, bilimsel ve eğitimsel Avrupa’nın çoktan var olduğunun kanıtlarından biriyiz.

Eğitim alanında hedeflenen amaçlara yıldan yıla daha sağlam yaklaşıyoruz. 2007-2008 Güz Yarı Yılı ortak projemiz 7 okulun da ders programında resmi olarak yer alıyordu ve kredi sistemine bağlıydı. Ayrıca, bahar yarı yılında, bazı okullarda aynı alan ve temalar diploma projesi olarak işlenecek ve diploma jürilerine proje ortağı hocalar davet edilecek. İstanbul’da, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, İMP, Beyoğlu Belediyesi, sosyal toplum örgütleri ve İstanbul şehir gözlem merkezi projemizi destekleyen kuruluşlardı. 2006-2007 yılı projemize ise Grenoble Belediyesi, Grenoble - Alp Metropolü ve Rhone-Alpes Bölgesi ortaklık etti.

Projeler kentsel ve bölgesel ölçeklerde olduğu için fikir açılımları ve tartışmalara olanak sağladılar. Projeler Grenoble Belediyesi’ne ait olan, kentle ilgili tüm projelerin sergilendiği Platforme’da sergilendi ve bir yuvarlak masa toplantısında, bu yıl İstanbul için olduğu gibi, ogrenci projelerinden yola çıkılarak kentin bugünü ve geleceği tartışıldı.

ÖBK: Kişisel çalışmalarınızın “Kentsel Tasarım” konuları üzerinde yoğunlaştığını biliyoruz. Ekolojik Şehir Teorisinin etkili isimlerinden R.E. Park tarafından ‘medeni insanın doğal yaşam alanı’ olarak tariflenen Kent ve Kent hayatı, yaşanan pek çok (çevresel, sosyal, psikolojik vb) sorunun kaynağı olarak işaret edilmekte. Sizin kente bakışınızı öğrenebilir miyiz?

AC: Kent benim için farklılıkların bir arada var olabildiği, istenirse paylaşıldığı bir sosyal ve fiziksel oluşum. Sorunuzdaki medeni insan ve doğal yaşam kavramları benim için pek geçerli değil. Medeniyeti çok çeşitli tanımlayabiliriz, doğal yaşam ise artık yok denecek kadar azaldı. Ben kente genel tanımlar yerine, özelliklerinden yola çıkarak yaklaşmak taraftarıyım. Kentin özellikleri (her ne kadar problem gibi algılansa da) aynı zamanda gelişme ve iyileşme potansiyellerini de içerir, ve pozitif bir yaklaşım, var olan potansiyellerden yola çıkarak kentin bugün ve yarınını doğru düşünmemize yardım eder. Ayrıca unutmayalım ki, dünyadaki en sürdürülebilir yaşam ve mekan şekli kentler.

ÖBK: Leon Krier, “ideal kent”in enlemesine ve boylamasına “yayılma” yoluyla büyüyemeyeceğini, yalnızca “çoğalma” yoluyla büyüyebileceğini iddia eder. Bu görüşe katılıyor musunuz? İstanbul’un aşırı yayılımının, yaşanan sorunların kaynağı, ya da sebeplerinden biri olduğu söylenebilir mi? Kentin büyümesinin sınırlandırılması ve beraberinde yeni ve daha küçük ölçekli başka kentlerin oluşması çözümde etkili olabilir mi?

AC: Yayılma büyümenin en kolay ve en müsrif şekli bence. Bugün bu işlemi frenlemeye çalışırken, zaten yayılınmış bölgeleri de ele almak zorundayız. Ayrıca yayılmanın tipi de çok üzerinde durulması gereken konulardan biri. İstanbul örneğinde oluşagelen yayılma biçimlerinden biri olan gecekondu yerleşimlerini ve diğer biçimlerden biri olan özel siteleri ele alıp karşılastırırsak, gecekondu bölgelerinin kentsel potansiyellerinin özel sitelerden çok daha fazla olduğunu görüyoruz. Kendi içine kapalı kısır bir sosyal ve ekonomik sistem oluşturan özel sitelerin tersine, gecekondu bölgelerinin zaman içinde, sizin vurguladığınız tipte “küçük ölçekli merkezler” oluşturabilecekleri gerçeğini kabul etmeliyiz.

Yayılma doğal kaynaklarımızı tehdit ettiği gibi, sosyal ve ekonomik ayrışmanın da tehlikeli boyutlara ulaşmasına yol açıyor. Özel siteleri bu bağlamda da sorgulamanın gerekliliğine inanıyorum ve özelleşen, kamuya kapanan alanlardan oluşan bir yaşam şeklini “kent” olarak adlandırmamızın çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Sürdürülebilir ve eşitlikçi kent, özel mülk ile kamu mülkünün dengeli dağıldığı bir kenttir. Kent sadece bir rant kaynağı haline gelir ve çok kısa süreçlerde düşünülüp ısraf edilirse asıl sorunlar oluşuyor. Yerel yönetim ve devlet görevlilerinin, politikacılarımızın bu büyük sorumluluğun bilincinde olduklarına inanabilmek istiyorum.

“Kent Sadece Planlanamaz, Projelendirilir.” Kentsel proje, kent plancılığı ile biribirini tamamlayıcıdır. Fransa ile Türkiye’yi karşılaştırmalı düşündüğümde, en belirgin farklardan birini projet urbain ile planification urbaine kavram ve pratiklerinde görüyorum. Buna ekleyebileceğimiz urban design bir üçüncü tamamlayıcı oluşum. Bu pratiklerin amaç ve araçları farklı olabiliyor. Mimarlık eğitiminde çeşitli ölçeklerde düşünüp proje üretebilecek gençler yetiştirmek, bu çeşitli amaç ve araçları öğrencilere iletebilmek okullarımızın görevi gibi geliyor bana. Jaime Lerner’ın dediği gibi mimarları kentle barıştırmanın zamanı çoktan geldi.

ÖBK: Bu doğrultuda, kentsel gelişim açısından Grenoble’ı nasıl değerlendiriyorsunuz?

AC: Grenoble, Fransa’nın güneydoğusunda, 400 hektarlık bir alana yayılmış, (2007 yılı verilerine göre) yaklaşık 550 bin nüfusuyla Fransa için orta büyüklükte, ekonomik (nanoteknoloji) ve kültürel (bir çok üniversite ve yüksek okul) açıdan oldukça dinamik bir kent. Coğrafi konumu (üç yanı dağlarla çevrili ve iki nehrin (Isere ve Drac) getirdiği alüvyonlar üzerine kurulmuş ve bu iki nehirden asırlarca korunmuş) kentin oluşum ve gelişimini tarih boyunca etkilemiş.


Kaynak: Google Earth

Bugün ise bu coğrafi konuma politika bilinci de eklenince, Grenoble planlanan ve projelenen bir kent haline geldi. Ekolojik parti mensuplarının belediyede aktif görevler almaları sonucu, Grenoble sürdürülebilir kent olgusunu somutlaştıran projeleri gerçekleştirmeye başladı. Fransa’da 2000 yılında yürürlüğe giren Loi Solidarité et Renouvellement Urbain, SRU (Kentsel Dayanışma ve Yenilenme Kanunu), bu yaklaşımı olası kılabilecek araçları beraberinde getirdi: SCOT (Schéma de Cohérence Territoriale: Bölgesel Tutarlılık-Uyarlık Şeması), PLU (Plan Local D’Urbanisme: Yerel Kent Planı) ve PADD (Plan D’Aménagement et De Développement Durable: Sürdürülebilir Gelişme ve Düzenleme Planı). Grenoble tüm bu araçları oluşturdu ve uygulamaya geçirdi. Kısacası Grenoble, çağdaş kazanımların bilincinde, ekolojik ve ekonomik atılımlar yapan, yayılma yerine kenti kaliteli yoğunlaştırmayı seçmiş, modern ve olağan bir kent.

ÖBK: Grenoble kent yetkililerinden Pierre Kermen, İMP’de gerçekleştirilen “Eşitlikçi Kent” temalı etkinlik kapsamında yaptığı konuşmasında Grenoble’da yapıların yarıdan fazlasında güneş paneli kullanıldığını söyledi. Enerjinin etkin kullanımı, çevre sorunları vb. konularda, kentte bir duyarlılığın varlığından ve gelişiminden söz etmek mümkün müdür?

AC: Fransa’dan önce bildiğiniz gibi Almanya ve Kuzey Avrupa ülkeleri bu duyarlılığın öncülüğünü yapıyorlar. Grenoble da, politikacılarının azmi, mimar ve şehircilerinin bilgisi, teknisyenlerinin becerisi sayesinde, halk arasında, ilkokuldan başlayarak, bir bilinçlenme süreci başlatabildi.

Tabii bu duyarlılık ilk aşamada, yeni inşa edilen binalarda kullanılan tekniklerle, hem çevreci hem de ekonomik alanda oluyor. Bu tip binalar bir satış markası haline gelebiliyor. Önemli olan binaları sürdürülebilir kent olgusuyla bütünleştirerek ele alıp, çevreciliğin bir takım teknik ve ekonomik performanslara indirgenmemesi, Grenoble bunu başarma yolunda ilerliyor.

ÖBK: İstanbul ve Grenoble elbette ki bambaşka koşullara, potansiyellere, fırsatlara sahip, ölçeğiyle, tarihçesiyle, kentli profiliyle, kısaca herşeyiyle bambaşka 2 şehir. Ancak her iki kentte de uzun süreler yaşamış ve dolayısıyla her 2 kente de bütüncül bakabilen biri olarak yaşanan kentleşme sorunları ve çözüm yöntemleri açısından bir mukayese yapmanız mümkün müdür?

AC: İki farklı kentsel oluşumu, hele İstanbul gibi 12 milyonun üzerinde nüfusu olan bir metropolle, 500 bin civarı kişiyi barındıran Grenoble’u karşılaştırmak zor, ve gereksiz bile görünebilir. Ama bir mimar, çok farklı ölçeklere, farklı soru ve sorunlara rağmen, mekansal oluşumları çabuk kavrayarak yeni oluşumlar düşünüp üretebilme ayrıcalığına sahip. Grenoble ve İstanbul‘u genel değerlendiren düşüncelerimi size soyleşi sırasında belirtmeye çalıştım. İzin verirseniz, sorunuza iki kentteki çalışma alanlarımızdan yola çıkarak cevap vermeye çalısayım. 2006-2007 çalışma alanımız Grenoble Güney Bölgesi, doğu-batı doğrultusunda bir kent içi hızlı trafik yoluyla bölünen, kent içi endüstriyel dönüşüm alanları içeren, 1960 yıllarında çokça ve hızlı inşa edilen sosyal konut alanlarını kapsayan, ama aynı zamanda tekrar yapılanma dinamiğinin içinde, biribiriyle pek fiziksel veya kullanımsal ilişkisi olmayan, toplu taşımanin pek ulaşmadığı, parça parça bir bölgeydi. Kasımpaşa-E5 arasında kalan bu yilki çalışma alanımızı ele alırsak, aynı özellikleri (sosyal konut alanları dışındaki bu da İstanbul’da gecekondu oluşumlarıyla örtüşüyor) sıralamak olası.

Sorular, sorunlar, oluşumlar farklılıklardan çok, benzerlikler taşıyor. Ama ölçekler, oluşum sürecindeki hız ve kazanımların boyut ve niteliği büyük farklılıklar gösterdiği için yaklaşım ve çözüm metotları benzerlikler gösterse de, araçların politik-ekonomik-sosyal özellikleri de değerlendirecek şekilde uyarlanıp uygulanması gerekli gibi görünüyor.

Rant olayı tabii ki Grenoble’da, Fransa’da da var. Önemli olan dengelenebilmesi, eşitlikçi olabilmesi, bunda da devlet ve yerel politikacıların rolü çok büyük, Fransa bu dengeyi sağlayabilmiş görünüyor, ufak tefek aksaklıklara rağmen. İstanbul için kentsel çöküntü alanlarında acil müdahele gerekiyor söylemleriyle karşılaşıyoruz, ancak çok kısa süreçte çözümlenmeye çalışılan sorunların daha başka ve önemli sorunlar yarattığının en güzel örneğini gene Fransa’dan vermek istiyorum. 1960’larda konut sorununa çözüm getirmek için kısa zamanda inşa edilen binlerce sosyal konut, 1970’lerden itibaren hem fiziksel hem sosyal daha büyük boyutlarda sorunları beraberinde getirdi. Ve Fransa 2010’a yaklaşırken, hala, bu hızlı çözümlenmek istenen sorunların çözümünden kaynaklanan sorunlarla uğraşıyor...

Kent uzun bir süreçte oluştuğuna göre, çözümler de, sorunlar ne kadar acil görünürse görünsün, uzun bir sürece yayılabilmeli ki, doğru olup olmadıklarının bilançosunu yol alırken yapabilelim gibi geliyor bana. Herhangi bir kent oluşum modeli, bize bugün ne kadar ideal görünürse görünsün, tek model haline gelirse, kent kent olma özelliğini kaybediyor. Kentin en büyük zenginliği çeşitli olması, bunu kaybetmemenin tüm yollarını deneyelim.

ÖBK: Fransa’da akademisyen olma kriterlerini ve sürecin nasıl işlediğini öğrenebilir miyiz?

AC: Akademisyen olmak inanılan bir davaya gönül koymak gibi birşey. Basamaklar zorlu, süreç uzun ve suürecin sonu garantili degil. Belki de bu nedenle çok inanmak, çok azmetmek, çok çalışmak ve yenilikçi olmak gerekiyor. Ama entelektüel ve etik açıdan, gençlerle olan ilişkiler açısından, bir işe yarıyormuşuz hissi vermesi açısıdan, toplum için çaliştığımıza inandığımız için, kendimi bu konumda görmek beni mutlu ediyor. İki ülke arasındaki ekonomik, sosyal farklılıklar tabii ki üniversite çalışanlarını da kapsıyor.

Biliyorsunuz Bologna kriterlerinin getirdiği reformlar çerçevesinde Fransa’da mimarlık eğitimi de lisans (3 yıl), master (2 yıl), doktora (3 yıl) olmak üzere yeniden düzenlendi. Dolayısıyla akademik kariyere yönelmek isteyen gençlerin en azından bu 8 yıllık üniversite eğitimini tamamlamış olmaları, ayrıca sözleşmeli olarak hocalık deneyimlerinin olması ve araştırma projelerinde yar alıp, kolokyum ve seminerlere katılıp makalelerinin yayınlanması aranan şartlardan. Ayrıca, mimarlardan bir de mesleki tecrübe isteniyo ya da mesleki tecrübe kültürü. Uzun ve zorlu bir süreç, Türkiye’de olduğu gibi.

ÖBK: Son olarak Fransa’da yasayan bir Türk olarak, Grenoble’a ve tabii Fransa’ya alışma sürecinizden söz edecek olursak, neler söylemek istersiniz?

AC: Ben alışmak yerine -çünkü insan ister istemez iyi veya kötü tüm koşullara alışmak zorunda kalabiliyor- kendini bir yerde iyi hissedebilmekten ve kendini bir yere ait hissetmekten söz edeceğim. Bir kentet üniversite öğrencisi olarak gelmenin en büyük avantajı aynı konumda ve sizinle aynı şeyleri paylaşan gençlerle beraber olmanız. Bütün farklılıklara rağmen ben kendimi Grenoble’da oldukça çabuk “iyi hissettim”. Kamusal ve ortak kullanım alanlarının dışında sosyal ve kültürel bir yaşam oluşturma olanağı vardı. Ayrıca ucuz yolculuk olanakları ve kitaplar bizi başka kentlere gerçek veya sanal olarak götürebiliyordu. Daha sonra da, araştırma ve eğitim bana Grenoble dışına çıkma olanaklarını bolca sağladı. Başka yerlere gidebilme olanağı kişiye çeşitli ufuklar açıyor, Grenoble’un gece sessizliğinden İstanbul’un gece dinamiğine götürüveriyor. Ayrıca Grenoble’un coğrafi konumu, Alp Dağları’nın yakınlığının verdiği tabii olanaklar da şimdi İstanbul’da eksikliğini hissedebileceğim özellikler.

Kendini “bir yere ait hissedebilmek” ise daha karmaşık bir süreç. Nerelisin sorusuna “İstanbul’luyum” cevabını vermeye, İstanbul’dan “benim şehrim” diye söz etmeye devam ettiğime göre…

ÖBK: Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

Söyleşi Arşivi
Dönem içinde gerçekleştirilen söyleşilerin listesi aşağıdadır. Ayrıntılarına ulaşmak istediğiniz söyleşiyi listeden seçiniz.