Söyleşi

"Türkiye'de Hala Mimari Yayın Yok"

Tarih: Ocak 2008

Pınar Seyrek: Söyleşiye yeni çıktığı için kitabınızla başlamak istiyorum. Biraz onun oluşum sürecinden, süzgeçten geçenlerden bahsedelim. Eminim anlatacak çok şey vardır.

Şevki Pekin:
Ben çok eskiden başlayayım. Ben ilk olarak 1983 yılında tek sayfalar halinde büro çalışmalarını bastırdım. O arada tahminen 20-25 civarında iş vardı. Epey ses getirmişti çünkü o zamanlar mimarlıkla ilgili basılmış pek fazla kitap yoktu. Aradan 5-10 seneye yakın bir süre geçtikten sonra yani 90’ların başından itibaren tekrar bir kitap yapma arzusu oldu. Ancak bunu erteledim çünkü işlerin yeterince birikmediğini düşündüm. Sonra da 2000’lerin başlarında artık kitap yapmanın zamanı olduğuna kanaat getirdim. Bu çok zor bir süreç oldu çünkü öncelikle bütün arşivin düzenlenmesi gerekiyor. Arkasından bu arşiv içinden seçimlerin yapılması, bunun ardından bu seçimlerin matbaa işlerinin yapılması ve kitaba yönelik grafik işlerin yapılması gerekiyor. Bu bir seneye yakın bir çalışma süreci oldu. Bu bir senenin dışında arşivin hazırlanması da iki senemi aldı. Yani bu toplam 3-3.5 senelik sürekli olmayan bir çalışma.

PS: Kitabın grafik tasarımı da size ait değil mi?

ŞP: Evet. Sonunda kendi işlerimi en iyi ben bildiğim için mecburen resim seçimine de ben karar verdim ve o resimlerin konma şekli de grafiini hazırlama şekline dönüştü. Grafiğini kabaca hazırladık. Yani ince işini biz yapmadık. Onu, matbaayla ilgilenen başka bir arkadaşımız yaptı. Sonunda matbaaya girdi ve önümüzde bir sürü kitap oturuyoruz şu anda (Gülüyor).

PS: Sayfa düzeninde belli bir mantık var. Fotoğraflar, çizimler, projeler arasında bazı referanslandırmalar var. Biraz bunu açar mısınız?

ŞP: Önce bu tarz bir grafik için Esen Tanju’yla çalıştık. 2000 ya da 2002 gibiydi, (İstanbul) Teknik Üniversite’de bizim büromuzla ilgili bir sergi açıldı. Orada yılları gösterir bir bant halinde Eser çok güzel bir grafik yaptı –bu kitabın önceliği oraya kadar gidiyor. Sonra Esen’le bir süre beraber çalıştık. Eser çeşitli ebatlardaki kitaplar için bir iki örnek hazırladı. Neticede burada çıkan grafik biraz onun yol göstermesiyle oldu ama neticede herşeyin yani resim seçiminin, yerleştirmesinin ana prensiplerini biz koyduk. Kitap böylece tamamlanmış oldu.

PS: 1983 yılında pek fazla yayın olmadığını söylediniz. Bunu şimdiyle karşılaştırdığınız zaman ne düşünüyosunuz?

ŞP: Türkiye’de hala hiç yayın yok diye düşünüyorum. Bu kitap bir resimli kitap haline dönüştü ama benim amacım şimdi bunun peşinden iki kitap daha çıkartmak. Bir tanesi hem yazılı hem resimli yaptığımız konutlar üzerine. Ondan sonra gelecek üçüncü kitap da tamamen mimari görüşlerimin yer aldığı bir yazılı kitap. Türkiye’de bildiğim kadarıyla bir kişi Uğur Tanyeli haricinde kimse yazılı kitap çıkartmıyor. Daha öncesinde 70’li yıllarda İş Bankası’nın önayak olduğu, Türkiye’deki mimarlık ortamını anlatan kitaplar vardı. Sonra Şevki Vanlı’nın çıkardığı kitaplar var ama onun kitapları biraz daha Türkiye’de yapılmış mimariyle ilgili. Ama mimarlık üzerine yazı, mimarlık kritiği yazısı, Uğur Bey haricinde - belki bir de Bülent Tanju’yu saymak lazım- yok. Bunlar çoğunlukla yalnızca mecmualarda çıkıyor. Mecmualarda da tabi çok kısa açıklamalar oluyor. Benim amacım kendi mimari görüşlerimi bir kitap haline getirmek.

PS: Dergilere de yazı yazıyor musunuz?

ŞP: Yazılar pek olmuyor. Çoğunlukla projeler oluyor. Bir keresinde Arredamento Mimarlık’ta bir söyleşim çıktı.

PS: Değirmendere’yle ilgili bir yazınız vardı sanırım.

ŞP: Evet, Değirmendere’yle ilgili bir yazı yazdım. Orada kendi işlerimden ziyade diğer arkadaşların yaptığı çalışmlardan bahsettim. Şimdi amacım Avusturya’da Türkiye’den bir mimarlık sergisi açmak ve onunla birlikte bir kitap çıkartmak. Biraz Türkiye’deki mimarlık ortamını tanıtıcı bir kitap. Yılbaşından sonra bununla ilgilenen Avusturyalılar’la birlikte çalışma yapacağız.

PS: İlgilenen kurum devlete ait mimarlık enstitüsü gibi bir şey mi yoksa özel bir kuruluş mu?

ŞP: Benim çok yakın bir arkadaşım. Yarı Türk diyebilceğim, eşi Türk olan, okuldan sınıf arkadaşım. Kendisi şu anda Avusturya’daki Mimarlar Odası diyebileceğimiz kurumun başkanı. Öncelikle onun vasıtasıyla. Bir de mimarlık merkezi, Architekturzentrum’un başındaki kişi sınıf arkadaşım. Benden iki üç sınıf küçüktür. Ben onun asistanlığını da yaptım. Onun yardımları olacak. Bir de Avusturya’daki Uygulamalı Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki bazı etkili hocalar var. Böyle bir grup var çok ilgilenen. Ayrıca Avusturya’da bu yıl Türk yılı idi. Belki önümüzdeki seneye de sarkacak. O çerçevede böyle bir şey yapmak istiyorum.

PS: Bunun planlaması nasıl olacak?

ŞP: Planlaması görüşüldü. Önemli olan bunun finansmanı bence bundan öncesini kendim finanse ettim ama sonrasını edecek halim yok. Yurtdışında sergi ve kitap çıkartmak pek ucuz bir şey değil. Biraz devlet desteği lazım. Onu Avusturya’dan alabileceğimi sanıyorum.

PS: Orada biraz daha kolay galiba bu işler?

ŞP: Bütçe olarak tabi daha fazla. İkincisi de biraz daha fazla mimariye önem veriyorlar. Mimarinin manevi kısmına, kritik kısmına sadece inşaatlara değil de, mimarinin kendisine biraz daha önem veriyorlar. Onun için Türkiye’ye nazaran biraz daha kolay. Ama şu anda Türkiye de fena sayılmaz. Bu proje Kültür Bakanlığı’na gitse pek hayır diyeceklerini de zannetmiyorum. Belki bir yerden bir bütçe çıkartılabilir. Ama şu anda Avusturya’dan böyle bir teklif geldiği için oraya yöneliyorum. Eğer becerebilirsek onu dünya çapında gezilebilecek bir sergi haline getirebiliriz.

PS: Belki Türkiye’ye de gelir?

ŞP: Belki.

PS: Kitabınızda “Mimari kendini şekiller ile ifade eder ancak şekil, yaratıcılık ile doğrudan ilgili değildir. Peşinden koşulacak bir ideal hiç değildir. Şekil doğru olduğu zaman en üst düzeydedir. Şekil kusursuz, saf veya işlevsel değildir. İstek ve inanç ile ortaya çıkan bir olgudur. Bu bir kültür ifade eder. Güzellik bir kültürün neticesidir” diyorsunuz. Biraz bunu açar mısınız? Bu güzellik kavramı sizce Türkiye mimarlığını nasıl yönlendiriyor?

ŞP: Ben önce kendi görüşümü söyleyeyim. Ben okuldan mezun oldum, hocam da emekli oldu, onun yerine başka bir hoca geldi ve ben de onun asistanlığını yaptım. Hocam ilk dersinde olunabilicek 16 tane mimar türünü saydı. Proje mimarı bunlardan bir tanesi. Demek ki mimaride, 14-15 tane daha gelinebilecek nokta var. Ben şahsen proje mimarı olmayı tercih ettim. Proje mimarı olunca bir yapı ortaya çıkartmak birinci derecede önemli oluyor. Ortaya çıkan yapının ne olduğunu da çeşitli şekillerde açıklamak mümkün: politik, sosyolojik, para ya da gelir olarak açıklayabiliriz. Bunlardan bir tanesi de estetik olarak açıklamak. Ben galiba bir yapının değerini estetik olarak açıklamaya çalıştım, çünkü çok para kazandıran bir yapı zor ve çirkin olabilir. Yani çirkin yapı para kazandırmayacak diye bir kural yok. Sosyolojik olarak topluma fayda sağlayan bir yapı güzel ya da çirkin olabilir. Politik olarak mesela sola çok yatkınsanız sol görüşleri ifade eden bir yapı güzel ya da çirkin olabilir. Veya, sağa çok yatkınsanız faşist bir yapı güzel ya da çirkin olabilir. Ben hep yapıyla ilgilendiğim için ağırlıklı olarak bir yapının, güzelliğiyle ve çirkinliğiyle yani estetiğiyle çok ilgilendim. Bence bir yapı güzel olmalı. Bu benim için bir numaralı kriter olmaya başladı daha doğrusu bir proje, bir mimari yaklaşım güzel olmalı. Bu güzellik de tabi çok kişisel bir olay, çok kendine göre değerlendirilebilicek bir olay. Bu değerlendirmede de kendi kültürünüz çok önemli bir faktör. Kabul görmüş bir takım güzellikler Batı’da ya da Doğu’da farklı olabilir, bu biraz kültür neticesinde ortaya çıkıyor. Farz edelim ki Batı’yı konuşuyoruz; batıda da o kültür çerçevesinde daha gelişmiş kesimin güzellik kavramıyla az gelişmiş kesimin güzellik kavramı da farklı olabiliyor. Dolayısıyla güzellik bence kültürle elde edilebilen, kültür birikimiyle ortaya çıkan bir şey. Benim için yapının temeli de o oluyor.

PS: Türkiye’de tabakalar arasında kültür farkları var. Bunun bizim estetik anlayışımıza etkisi nasıl oluyor? Burada bir bütünlük olmaması sizce sorun mudur?

ŞP: Bütünlük sağlamak zaten şart değil. Püritan bir yaklaşım taraftarı değilim ben. Ama mesela dün (İstanbul) Teknik Üniversite’deydim. Orada talebeler Haliç’te projeler yapıyolar. Yaptıkları yerlere baktım. Bir kısmı çok güzel projeler üretmişler ama ürettikleri çevre o kadar çirkin, o kadar mezbelelik ve o kadar kötü ki, ne işe yarar burada yapılacak mimari diye düşünmeye başladım. O arada diğer görüşler geldi: O da Türkiye’nin çok kültürlü bir yer olduğu, mesela çok kötü bir çevrede iyi bir yapı yapılabileceği ve pislik içinde olan bir çevrede insanların yaşama şekli vs. Bütün bunlar konuşuldu. Türkiye’de de bence artık bu güzellik, düzgünlük kavramı yer edinmeye başladı. Bu çok önemli bir sorunu da beraberinde getiriyor. Güzellikten anladığımız, birazcık taklitçiliğe varan, gerçekçi olmayan resimlere dönüşmeye başlıyor. Yabancılardan alımlar yapıp, parçaların birbirine eklenmesiyle ortaya çıkan yapılar olmaya başlıyor. O da zaman içinde belli bir kültürde oturucaktır herhalde.

PS: Proje mimarı olmayı seçtiğinizden bahsettiniz. Proje mimarı olduğunuz zaman tabi bir işverenle çalışıyorsunuz. Türkiye’de ve yurtdışındaki tecrübelerinize dayanarak işverenin mimari proje üzerindeki etkisi hakkında birşeyler söyeleyebilir misiniz?

ŞP: Öncelikle şunu söyleyeyim, Türkiye’deki ile yurt dışındaki işverenin hiçbir farkı yok. Bir kere resmi kuruluşların olaya yaklaşımı her tarafta aynı. Özel işverenlere gelince; o da bütün dünyada aynı. Çok deli görüşlü müşterimiz, zaman oluyor, projeye en çok müdahale eden müşterimiz oluyor. “Hay Allah, acaba buna proje yapsam mı, yaptığım projeyi anlar mı?” dediğiniz kişiden gelen ivme inanılmaz boyutta oluyor. Dolayısıyla müşteri seçmek diye bir şey yanlış ama çok müdahale eden bir müşteriyle çalışmak da çok doğru değil. Her türlü müşteri, işveren bütün dünyada aynı. Bu bildiğim kadarıyla Japonya’da da böyle, Amerika’da da böyle, Avrupa’da da böyle, Arabistan’da da böyle.

PS: Yani özel müşteriyle bir kamu kuruluş arasında fark var diyorsunuz.

ŞP: Özel müşteriyle kamu kuruluşu arasında fark demek istemedim. Yani kamu kuruluşları bütün dünyada aynı çalışıyor; özel müşterilerin yaklaşımı da bütün dünyada aynı. Yani Türkiye bu konuda ne daha ileri ne de daha geri. Belki Türkiye’nin tek farkı özellikle son yıllarda bir yapı furyasının olması, yani çok anormal miktarda yapının yapılıyor olması. Bu yüzden de Türkiye’de işveren haznesi çok genişledi. Mesela bundan 20-30 sene evvel böyle değildi. Yapı yaptırabilicek kişi ve o paraya sahip kişi sayısı çok daha kısıtlıydı. O paraya sahip kişiler de belli bir birikimden gelen kişilerdi. Ama şimdi bu iş çok değişti her birikimden insan yaptırıyor, Türkiye’de ve Dünyada para çok el değiştirdi. Dolayısıyla işveren her yerde aynı bence. Bir fark yok yani.

PS: Paranın el değiştirmiş olmasından kaynaklanan farklı tür işverenlerden gelen taleplerde, beklentilerde bir değişiklik var mı, mimariye doğru bir yönelişten bahsedebilir miyiz?

ŞP: Evet, tabi. Artı değer olarak da, eksi değer olarak da var. Artı değer şöyle: bir yapının mimar tarafından yapılması, bunun gerekli olduğu bilinci bence Türkiye’de yerleşti. Bu Türkiye’nin en ücra köşesinde de böyle, en metropol alanlarda da böyle. Bunda Türkiye’deki para miktarının artmasıyla, binaların büyümesi ve binaların büyümesiyle belediye işlemlerin yapılma mecburiyetinin ortaya çıkmış olması, mimarlar odasının devrede olması büyük bir etken. Eskiden belki mühendisler de bina yapabilirdi, ya da insanlar kendi kendilerine de planlayabilirdi, çünkü para fazla değildi ve binalar ufaktı. İzin işlemleri de bugün ki kadar yoğun değildi, izinsiz de yapılabilrdi. Dolayısıyla Tükiye’de mimara gitme çok arttı. Bu pozitif bir konu. Mimara gidince de aynen doktora gidildiği gibi belki birkaç mimara gidiliyor, birkaç fikir alınıyor. Onlar birşey hazırlarken biraz da serbest bırakılıyor, mimar bir takım öneriler getiriyor. Bu işin pozitif yönü. Negatif yönü ise; çok yüzeysel olarak bir takım gazete ya da mecmularda görülmüş projelerin aynısının istenmesi. Veya çok abuk sabuk miktarlarda 100-200 milyon Dolar’lık büyük işlere girip, o milyon Dolarlar’ın nasıl idare edileceğine mimariden ziyade paranın karar veriyor olması; dolayısıyla mimardan istenen işin şeklinin biraz dikte ediliyor olması. Mesela konut konusunda şu anda Türkiye’de olan işten ben çok rahatsızım. Büyük kentler ve özellikle İstanbul ve çevresindeki konut furyası artık korkunç boyutlara ulaştı. Yapılan reklamların çok büyük bir kısmı yalan beyan yani her yapılan sitede beş-on tane palmiye üç-beş tane bikinli kadın dolaşıyor. Yani bunları nereden buluyorlar bilmiyorum. Palmiyelere tekerlek takıp, bikinili kadınları da bir siteden diğerine battaniyeye sarıp taşıyorlar heralde. Bu da tabi işin negatif yönü. Bir apartmanda 200 tane daire yapılırken, bu daireler nasıl olsa satılacağı düşüncesiyle mimari değer ortadan kalkıyor. 60’larda 70’lerde Avrupa’da bu böyleydi. Bunlar özel yatırımlar değildi. Daha çok devlet, belediye yatırımlarıydı. Orada, nasıl daha ucuza mal edebiliriz nasıl daha prefabrik yapabiliriz düşüncesiyle genel şehir yaşam silolarına dönüşmüştü. Aradan geçen yıllar içinde bir kısmı yeniden düzenlendi, bir kısmı yıkıldı. İşte Türkiye şimdi onu biraz daha süslü püslü yaşıyor. Bir de, Batı’nın Arap kültürlerinde yapmış olduğu yapılar ve o form karmaşası, salatası, zaman zaman moda gözüküyor. Niye olduğunu anlayamıyorum çünkü yapım teknolojisi açısından da çok çok pahalı şeyler. Heralde bir bildikleri vardır, ben bilmiyorum (gülüyor). Ama üç beş sene içinde bunların hepsinin yok olacağını, yerine bambaşka birşey geleceğini düşünüyorum.

PS: Yok olmak derken neyi kastediyorsunuz?

ŞP: Yeni bir akım geleceğini düşünüyorum. Bu karışık salata yerine belki roka salatası veya sadece yeşil salata (Gülüyor).

PS: O arada yapılmış olanlar nasıl bir evrim geçirecek peki?

ŞP: Bunu ben yaşadım. 80’li yıllarda postmodernizm ortaya çıktı. Türkiye’de de bir çok postmodern yapı yapıldı. Benim yaptıklarımında birkaç tanesi de belki, ben öyle düşünmemiş olmama rağmen mimari kritik veren kişiler tarafından o kategoriye sokulabilir, görünüş olarak öyle olmuş olabilir. Bu yapılar çok büyük değer kaybına uğradı. Mesela Londra’nın merkezinde James Stirling’in zamanında yapmış olduğu bir ticari yapı var. Çevresinde 90’ların sonu 2000’lerin başında modern cam kuleler yükselmeye başladı. O yapı da onların arsında kaldı. Son dönemde Londra’ya gittiğimde kiralık alanların hepsinin boşaltıldığını gördüm. Çünkü içine dükkan olarak ne koyarsanız koyun o kadar postmodern ki, hiç kimse gitmiyor. Tükiye’de de buna benzer birkaç tane yapı vardı ve insanlar o yapıları boşalttı. Şu anda birkaç tanesi depo olarak kullanılıyor. Şimdi yine aynı şey olacak. Mesela Amerikalı Michael Graves vardı; ilah gibi ortada dolanırken, şimdi kimse yolda görse selam vermez. Bu form salatası mimari de yakında aynen buna uğrayacak, yok olacak, başka kahramanlar çıkacak.

PS: Bu arada bunlardan çok sayıda yapılmış olacak herhalde. Yapılanlar zaman içerisinde nasıl evrilecekler sizce?

ŞP: Kitabımda da var benzetme olarak: m=dv. Yani, bir şeyin yoğunluğu kütlesi ve hacmiyle orantılıdır. Bunu biraz daha ironik şekilde düşünürseniz, binanın düşünce yoğunluğu kütlesi ve hacmiyle ilgili tabi, ama biz esas olarak ayakta kalabilme süresiyle ilgileniyoruz. Bir yapının değeri yaşam süresiyle ilgilidir. Yaşam süresi ne kadar uzun bir yapı yapabiliyorsanız o kadar iyi bir yapı yapmış olursunuz. Yani yalnızca yapı malzemesinin ayakta kalması değil, fikir olarak da ayakta kalması. Mesela Milet şehri bence müthiş bir planlama. Üstünden 3000 sene geçmiş olmasına rağmen hala ayakta duruyor. Yaşayan kalmamış hepsi ölmüş ama hala ayakta. Dünyada buna benzer bir sürü yapı var. Bunlar uzun yıllar ayakta kalıyor, değerlerini koruyor ve düzgün mimari de bu oluyor. Bunun dışında 80’lerde yapılıp 90’larda ömrünü tamamlayan yapılar belki çok para kazandırıyorlar, bilemiyorum.

PS: "Türkiye’de çok fazla niteliksiz yapı yapılıyor" dediniz. İşverenlerinin bu yapılar için öngördükleri yaş nedir?

ŞP: Böyle birşey düşünüldüğünü zannetmiyorum. Bunu düşünmeye başladığınız zaman nasıl bir yapı yapayım diye düşünmeye başlarsınız. Bunu düşünmeye başlayan kişi zaten onları yapmaz. Ben meslek hayatımda, mecmuadan bir sayfa kopartılıp önüme konulup bundan istiyoruz dendiğini de gördüm. Yapmadım o başka mesele; ama yapan da çıkacaktır. Bu tür bir yaklaşımda olan kişilerin “bu yapı kaç sene dayanır, ilerde ne olur, 10 sene sonra bunun değeri ne olur” gibi düşüncelere kapılacağını hiç zannetmiyorum.

PS: Peki yaptıkları yatırımın geri dönüşünü nasıl garantiliyorlar?

ŞP: O yatırımlar Türkiye’de çok süratli bir şekilde geri döndü. Diyelim ki, konut projesi yapıyorsunuz, 100 tane dairesi var. O 100 tane daireyi satabildiğiniz anda yatırımınızı karşılamış oluyorsunuz, kara geçmiş oluyorsunuz. Çünkü siz paranızı alıyorsunuz, riskleri bankaya atmış oluyorsunuz, müşteri bankaya borçlanıyor. Yapılan iş kötü olsa bile bolca para kazanıyor, iyi işlerin yapıldığı yerlerde yaşayabiliyorsunuz.

PS: Çeşitli konferanslarda ve yazılarınızda duvar ve platform elemanlarından sıkça bahsediyorsunuz. Bu elemanları binanın çevre ile ilişki kurması ve imar durumuyla ilişkilendiriyorsunuz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz? 

ŞP: Beni en çok etkileyen iki iş grubu sahibi var. Bir tanesi Vakko kuruluşları ve bunların içinde Vitali Hakko. Gençliğimden beri izledim, müşteri olarak da gittim. Vakko kuruluşlarına gittiğinizde -belki hala öyledir, belki değişiyordur bilmiyorum- bir gömlek, bir eşarp ne alırsanız alın, bunun takdim şekli çok iyidir. Gömleği kutuya koyuyorlar, kutunun içindeki gömleği ince kağıtlara sarıyorlar, kutunun üstüne kurdele takıyorlar ve kutuyu torbaya koyuyorlar. Bu, o gömleğe verilen değerin göstergesi. Eve geldiğiniz zaman önce kurdeleyi açıyorsunuz, sonra kutuyu, sonra da kağıdı yırtıp atıyorsunuz ve tertemiz gömlek çıkıyor. Bu gömleğin aynısı belki Mahmutpaşa’da onda biri fiyatına satılıyor ama şu takdim işi beni hep çok etkilemiştir, bana çok önemli gelmiştir. İkinci kişi de Mies van der Rohe. Yapılarını gidip inceledim. Yapıyı gelişigüzel bir yere koymuyor; bir düzlem yaratıp onun üzerine koyuyor. Bunun dışında beni çok etkileyen iki yer: Biri Viyana. Viyana’da kalmaya gittiğiniz zaman kahvenizi küçük bir tepside getiriyorlar, onun üstünde bir fincan onun yanında bir bardak su oluyor. Yani kahveyi bir adam eline alıp da getirmiyor, tepsiyle getiriyor. O da aynı gömleğin kutusu gibi. Yine aynı Mies van der Rohe’nin yapıyı yerleştirdiği gibi birşey oluyor. Sonra İstanbul beni çok etkiledi. İstanbul’da bir kahvede ne tepsi var ne kaldırımlar adam gibi her taraf mezbele içinde. Ayrıca İstanbul’da hatta Türkiye’de düz alan yok. Fabrika da yapsanız muhakkat meyilli bir alana yapıyorsunuz. Evleri, siteleri yine meyilli alanlara yapıyorsunuz. Bu güneyde de böyle, kuzeyde de, doğuda da, batıda da. Bu düzlemi elde etmek için, bir binayı takdim edebilmek için bir de duvar koyuyorsunuz. O duvar sayesinde birtakım düzlemler elde etmeye başlıyorsunuz. Yani kahvenin tepsisini, Mies van der Rohe’nin düzlemini yapabilmek için Türkiye de muhakkak bir de duvar yapıyorsunuz. Bu iki eleman bir yeri imar etmek demektir. Bütün Türkiye’de yapılar yapılıyor ama hiç bir yer imar edilmiyor, yapılar konuyor. Belki dünyanın en muhteşem mimarisi yapılıyor ama etrafı imar edilmemiş bir yere konuyor ve çevresi olmadığı için hiçbir işe yaramıyor. Ben 70’lerin 80’lerin sonunda bunun farkına vardım ve bunu düşünmeye başladım. Nasıl benim yaptığım yapı kendini koruyabilir, nasıl gelişigüzel bir hal almaz diye düşünmeye başladım. Çareyi de Vakko’nun kutusunda yani düzlemde buldum. Bunu yapabilmek için de duvar ortaya çıktı ve bunu bir fikir olarak projelerde daha ileri götürüp projenin yapıldığı yerin imar edilmesi gerektiği inancına bağladım. Bu yüzden bunlar benim için çok önemli iki tane mimari eleman oldu. Bunun ötesinde bir de “süpriz elemanı” vardır. Fakat şimdi o süpriz elemanından biraz uzaklaşmaya başladım, çünkü çok fazla süprizle karşılaşıyorum. O süpriz elamanı da tamamen hareketle ilgiliydi. Yani kişinin yapı içindeki, yapıya yaklaşırkenki, ya da terk ederkenki hareketiyle ilgili süprizlerdi. Mesela bir evin koridoru içinde günde belki on kere yürüyorsunuz, ömrünüz boyunca yürüyorsunuz ama her yürüyüşünüzde bir süpriz olduğunu bilmenize rağmen bir süpriz olması gerekiyor diye düşünüyorum. Ama galiba bu süpriz elemanı biraz fazla kullanılmaya ve farklı yorumlanmaya başladı. Estetik olarak da bundan uzaklaştım. Ama duvar ve platform bir yeri imar ediyor ve ben bundan uzaklaşmayı bırak, buna iyice yapışmış durumdayım.

PS: Bir grup başka mimar ile birlikte '99 Depremi'nden sonra Değirmendere için tasarladığınız ve orada inşa ettiğiniz birkaç proje var: Sahil Düzenlemesi, Ahşap Heykel Müzesi vs. Bu projeler şu anda ne durumda?

ŞP:  Ahşap Heykel Müzesi yıkıldı. Yani bina galiba duruyor yerinde ama çok farklı bir fonksiyonda kullanılıyor. Açıkçası Değirmendere’de olan olay iktidar değişimiydi. Oranın belediye başkanı uzun yıllar Ertuğrul Akalın idi. Kendisi üç dönem belediye başkanlığı yaptı. Ondan sonra gelen AKP kökenli başkan herşeyi değiştirdi. Bir kere Heykel Sempozyumu ortadan kalktı. Onların görüşüyle heykel heralde bağdaşmıyor pek, istemediler. Şehirdeki heykeller de yavaş yavaş ortadan kalktılar. Dolayısıyla bu işin temelinde olan sempozyu ortadan kalkınca, binasının da bir anlamı kalmadı. Binasının bir anlamı kalmayınca, önündeki platformun bir anlamı kalmadı ve orayı otopark yapmak için yıktılar. Halbuki onun amacı oraya araba sokmamaktı. Sahilde bir takım düzenlemeler yapılıyordu, deprem öncesinde olan birtakım meyhaneler vardı. Onlar için birtakım planlamalar yapıldı fakat yeni belediye tabi meyhane yapmadı. Onun yerine bazı çay bahçeleri yaptılar. Biz, Ertuğrul Bey zamanında orası için çok basit bir prensip çizmiştik, bir mimari proje değil. Ondan sonra ne oldu bilmiyorum, uğramıyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki Değirmendere'nin gördüğü en büyük zarar insanların yaptığı deprem oldu.  

PS: Peki ya depremden önce planlanan Spor Salonu?

ŞP: Tam ihale edilmek üzereyken yapılamadı, ki statiği yapılmıştı ve bence çok ilginç bir yapıydı fakat deprem olunca o aşamada kaldı. Yapılsaydı keyifli olacaktı. Yorum açısında enteresandı. Spor salonu yüksek bir yapıdır; yani top oynanan yerin yüksekliği fazla olmalı. Planlamayı öyle yaptık ki bu hissedilmeyecekti, oyun alanı epey gömüktü. Dolayısıyla 3,5-4 metre yüksekliğinde bir bina görüyordunuz sadece, başka bir şey görmüyordunuz. Ama beceremedik, deprem oldu, herkes unuttu.

PS: Bundan sonra Değirmendere’yle olan ilişkiniz devam etti mi?

ŞP: Tabi tabi, bu ahşap heykel sempozyumu projesi daha sonradır. Bizim onlarla gayet güzel ilişkimiz oldu, Ertuğrul çok sevdiğim bir arkadaşımdı. Kimse profesyonel yaklaşmadı, projeler için bedel alınmadı. Bunun dışında, mesela Nevzat Sayın bir okul yaptı, o da yarım kaldı. Yeni gelen belediye başkanı binanın üzerine kat çıkmak gibi birşey yaptı galiba, bu duruma Nevzat çok sinirlendi. Tam olarak ne yaptığını bilmiyorum ama durdurmaya çalıştı. Galiba durdurdu ve zannederim öylece kaldı.

PS: Depremden sonra yapılanları değerlendirir misiniz?

ŞP: Depremden sonra İzmit ve çevresinde hükümete yakınlığına göre bazı belediyeler para alabildi, bazıları alamadı. Bu Türkiye’nin gerçeği. Az parayla çok iş yapmaya çalıştılar. Yapılabilen yapıldı, yapılamayan kaldı. Ben çok dolaşmadım, görmedim, merak da etmedim açıkçası. Yani yapılanların büyük çoğunluğu belediye binası, düğün salonu gibi yapılar. Devlet tarafından kaç tane okul ya da hastane yapıldı. Yani geçici binalar dışında düzgün bina olarak ne yapıldı bilmiyorum. Sevindirici şeyler de oldu ama üzücü birçok şey oldu.

PS: 1965-66 yıllarında Atatürk Kültür Merkezi projesi üzerinde çalışmışsınız. Şu sıralarda onunla ilgili birçok şey yapılıyor ve söyleniyor. Siz ne diyeceksiniz?

ŞP: Bununla ilgili olabilecek Mehmet Akif Ersoy’un çok güzel bir şiiri var. Diyor ki;
“Yıkmak, yapmak kadar insanlara kıymet mi verir
Bunu en çulpa herifler de emin ol becerir
Sade sen gösteriver işte şudur kubbe diye
İki ırgat ile iner koca Süleymaniye
Gel bir de yapalım dendi mi heyhat o zaman
Bir Süleyman lazım yeniden
Bir de Mimar Sinan.”
AKM’nin kusurları olabilir, kimisi güzel bulabilir kimisi bulmayabilir ama orada yapılmış bir yapı var. Yani bu kadar kolay mı koskoca birşeyi yıkıp, yerine başka bir şey yapmak? Evet, çok kolay. Bir yıkım firmasına verin, 15 günde yerle bir ederler. Ama şimdi ne yapılıcak yerine? Ayrıca o bina kalabilir yani, herkesin aklında o bina var, bu Türkiye’nin bir binası. Aynen Fen Fakültesi gibi; kimisi güzel bulur kimisi bulmaz. Başka birçok bina var, özel sektöre ait binalar var. Adam etmek heralde o kadar zor olmasa gerek diye düşünüyorum. Burada amaç farklı. Yani orası bir opera binası bir konser salonu olarak yapıldı. Daha ziyade Batı kültüründeki konserlere yönelik yapıldı. Şimdiki iktidar bundan hoşlanmayıp, değiştirmek istiyor olabilir. Ama bunun için yıkmaya gerek yok, o bina kalabilir. Farz edelim ki Türkiye’ye birgün Osmanlı’dan nefret eden bambaşka bir iktidar geldi. Ne yapacağız o zaman, Topkapı’yı, Süleymaniye’yi, ya da Sultanahmet’i yıkacak mıyız? Bunlar çok sığ düşünceler. Herkesin belleğinde yer etmiş bir yapıyı ordan söküp atmanın bir anlamı yok.

PS: Binanın yeniden işlevlendirilmesi, binayı halka açacak bazı fonksiyonlar eklenmesine dair fikirler var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

ŞP: Türkiye’de zaten halktan başkası yok. Prensler ya da aristokrasi yok. Bunu kendine yakın bir kesimi illa oraya sokacağım diye bir çabanın anlamı yok. Bu aralar PKK çok fazla, kürtler giremez gibi bir hal alacak halimiz yok herhalde. Yani kim istiyorsa gidiyor oraya. Söylenecek tek şey var, burası çok ihmal edilmiş ve zavallı bir halde. Geçenlerde bir sergiye gittim, hakkaten yürekler acısı bir halde. Bir an evvel adam edilmesi lazım, pek yakışık almıyor.

PS: Yöntem olarak ne düşünüyorsunuz?

ŞP: Para verecekler. Kişi olarak da Murat (Tabanlıoğlu) olmalı çünkü kanuni olarak bu gerekiyor. Yeni yapı yapılacaksa bu nasıl olmalı onu bilmiyorum ama eski yapı düzeltilecekse, ya Murat yapacak ya da Murat “başkası yapsın” diyecek. Yapar gibime de geliyor.

PS: Genç nesil, öğrenciler, üniversitelerle bazı çalışmalarınız oluyor biraz onlardan bahsedebilir misiniz?

ŞP: Şimdiye kadar 80’li yıllarda bir ara Viyana’da, sonra da Uludağ Üniversitesi’nde , İstanbul Teknik Üniversitesi’nde ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde oldu. Özellikle Uludağ Üniverstesi’nde haftada bir giderek proje yürütücüsü olarak çalıştım. Sonra Teknik Üniversite’de sergi, konferans ve juri oldu. Şimdi Yıldız’da başlıyor. Orada proje yürütücüsü olarak görev alacğım çünkü jüriler çok yüzeysel geliyor bana. Çocuk birşey yapıyor, on dakikada bakıp fikir yürütmenin anlamı da, faydası da yok. Şimdi Yıldız Teknik Üniversitesi’nde başlayacağım. Bunun dışında yazın İzmir’in Dikili ilçesinde Nevzat Sayın’ın yaptığı Yahşibey Okulu’nda çok çeşitli sanat dalları için sempozyumlar yapılıyor. 1-15 Ağustos’ta orada 10-15 öğrencinin katıldığı bir çalışma yapılacak. Yani okullardan uzaklaşmadım, zannederim önümüzdeki yıllarda yurt dşındaki okullarla çalışmalar olacak, bu yönde teklifler geldi. Dresden’de, Viyana’da, belki İsviçre’de çalışmalarımın olma ihtimali de var.

PS: Eğitim sistemi içerisinde, piyasada proje mimarı olarak iş yapan mimarlara karşı nasıl bir tavır var?

ŞP: Çok iyi bir tavır sergiliyorlar. Zaten oraya davet ettikleri kişiler para peşinde koşan mimarlar olmuyor. Birazcık daha mesleğe gönül vermiş kişiler oluyor. Bilakis herkes piyasa koşullarında çalışan insanların görüşlerini de dinlemek istiyor. Ben de okullara gidince elimden geldiği kadar başlarına gelecek felaketleri anlatmaya çalışıyorum. Çok keyifli oluyor. Zannederim onlar açısından da faydalı oluyor.

PS: Şu ara üzerinde çalıştşığınız projeler neler?

ŞP: Şu anda Florence Nightingale Hastanesi başladı. Çok büyük bir yapı, toplamda 100.000 metrekareyi bulacak. Bunun yanında Ulus’ta bir hastane, Mecidiyeköy’de bir hastane, Ankara’da bir konut, Bodrum’da iki konut grubu, Bodrum’la Didim arasında bir konut grubu, İzmit’te iki fabrika, park, Dikili-Bademli’de bir ev ve konut grubu, Van-Ahlat’ta bir okul, Bakü’de hastane, Antalya’da ev, İstanbul’da belli bir işveren tarafından verilen ve belediyeyle ortak çalışılan katlı ve yer altında olan 6 tane garaj projeleri var.

PS: Keyifli bir söyleşi oldu teşekkür ederim.

ŞP: Rica ederim.

YorumlarYorum Sayısı: Henüz hiç yorum yapılmamışBütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!
Söyleşi Arşivi
Dönem içinde gerçekleştirilen söyleşilerin listesi aşağıdadır. Ayrıntılarına ulaşmak istediğiniz söyleşiyi listeden seçiniz.