reklam

Konut ve Yerleşme Kültürü Üzerine Yazılar
Diyalog 2002 - II > İhsan Bilgin

Tarih: 30 Ekim 2002
Yer: Arkitera Forum

 

1 2 3

Bütün şehirlere uygulanabilecek olan bu modernleşme kılavuzu ile İstanbul'a bakabilmek için öncelikle onu diğer şehirlerden ayıran doğal özelliklerine değinmek gerekiyor. Bu özelliklerden birincisi suyla olan ilişkisidir. Bir nehrin iki yakasına kurulmuş olan tipik Avrupa şehrinin aksine, farklı nitelikteki sular tarafından kuşatılmıştır: Haliç, Boğaz ve Marmara Denizi. İkinci istisnai özelliği de, suyun kenarlarını izleyen, karşı yakayı panoramik bakışla gösterip yaklaştıran inişli-çıkışlı topoğrafyasıdır. Suyun ve karanın bu topoğrafik özellikleri, modernelşmeyle birlikte gelen genişleme biçimine son derece istisnai bir karakter kazandırmıştır. Nehrin iki yakasındaki ovaya kurulan, surlarla çevrili tipik ortaçağ Avrupa şehri 19.yy. sonrasının genişleme ve yayılma eğilimi için tarafsız bir başlangıç noktası olmuş; modern şehir bu merkezi çekirdeğin dört tarafına doğru halkalar halinde eşit bir biçimde yayılmıştı. Şehirlerin çoğu için geçerli olan bu nötr makroform, merkezi kuşatarak ve dönüştürerek dışa doğru çemberler halinde yayılan bu büyüme biçimi, topoğrafik özellikleri nedeniyle İstanbul için geçerli olmamıştır.

İstanbul'un tarihi çekirdeği, iki tarafı Marmara ve Haliç'in sularıyla çevrili olduğu için genişlemeye elverişli olmayan üçgen bir yarımadaya yayılmıştı. Bu nedenle 19.yy. ortalarında başlayan modernleşme eğilimi karşı yakaya taşınılarak gerçekleşti. Eski şehir değişmeyen, dolayısıyla da kaybeden geleneksel kesimlere bırakıldı, modernelşme eğiliminden nasibini alanlar, yani kazananlar ise karşı yakaya taşınarak Galata'nın Haliç ve Boğaz yamaçlarında yeni bir şehir kurmaya başladılar. Gelenekselle modernin mekansal olarak birbirinden bu derece kopması, yeninin eskiye neredeyse hiç dokunmadan kurulması İstanbul'a özgü bir modernleşme biçimi olmuştur. (1)

İstanbul'un 19.yy.'daki modernleşme öyküsünde izlenecek birinci başlık olan yeni kamusal binalar 3 grupta toplanabilirler: Yönetici elitin yeni çalışma ve ikamet binaları olan saraylar, kışlalar ve finans-büro binaları. Birinci grup, Yıldız ve Dolmabahçe Saraylarını da içine alarak, Tophane-Ortaköy arasındaki sahile dizilmiştir. Bu, eski şehrin silah fabrikası (Tophane) ve Kılıç Ali Paşa Camii ile bittiği noktanın, sahil boyunca kuzeye doğru uzatıldığı lineer bir hat oluşturmuştur. Taksim, Taşkışla, Maçka, Selimiye, Davutpaşa kışlalarından oluşan ikinci grup ise, şehrin 19.yy.'daki genişleme alanlarının bitim noktalarına kurulmuşlardır. İstanbul'u merkez ülkelere iktisadi olarak eklemlenmesinde başat rolü oynayan finans binaları da Karaköy'den Tünel'e çıkan Bankalar Caddesi üzerinde yer almış ve bir diğer önemli 19.yy. kamu binası olan Belediye (6.Daire) ile noktalanmıştır.

Kamu binalarının bu dizilişi, yeni şehrin ana omurgasını oluşturan sirkülasyon şebekesini de düzenlemiştir. Karaköy'den "V" biçiminde açılan akslardan birincisi Boğaz sahili boyunca uzayarak Ortaköy'e ulaşan Dolmabahçe Bulvarı olmuştur. İkincisi ise Bankalar Caddesi boyunca tepeye doğru yükselerek Tünel'e ulaşmış, oradan da, üzerinde elçilik binalarının da yer aldığı Cadde-i Kebir'i (İstiklal Caddesi) izleyerek Taksim Kışlası ile noktalanmıştır. Boğaz kıyısındaki birinci aks, özellikle de Dolmabahçe-Ortaköy arasında, üzerindeki seyrek, ancak belirli bir ritm oluşturan anıtsal binalarıyla, saray duvarları ve camileriyle, peyzajıyla yönetici elitin görkemini sembolize etmek üzere kurulmuştur. Temaşaya, oyalanmaya, rastlaşmaya, sürprize çağırmayan, görselliği ve etkiyi öne çıkaran bir bulvardır bu. Diğer aks ise tam tersine, hareketin ve canlılığın mekanı, daha da ötesi kaynağıdır. Vitrinleriyle, pasajlarıyla, kahveleriyle, kalabalığıyla bir bakıma Baudelaire'in anlattığı 19.yy. mekanıdır. 19.yy. Paris bulvarlarından farkı, daha içe kapalı ve korunaklı oluşudur; buraya sadece evleri de Pera bölgesinde olanlar gelmektedirler. Bunun nedeni de, İstanbul'un 19.yy. Avrupa şehirlerinde yaşanan nüfus artışını, işçileşme ve işsizleşme sürecini bu dönemde yaşamamış olmasıdır. Modern tabakalar sadece üst gelir gruplarından oluşmaktadır; iş ve gelecek güvencesinden yoksun "aylaklar" henüz şehre akın etmemişler, kaybeden geleneksel kesimler de tarihi yarımadanın dışına çıkmamışlardır. Bu nedenle bugünkü Beyoğlu nostaljisi tanıdıklık, görgülülük, temizlik vb. üzerine kurulabilmekte ve paradoksal bir biçimde, 19.yy. modernleşmesinin ayrılmaz parçası olan anonimlik ve kalabalıktan kaçış özleminin ifadesi olarak dile getirilebilmektedir.

Yüzyıl dönümünde kurulan demiryolu şebekesi, Avrupa'yı doğuya bağlayan uzun hattın eklem noktasını oluşturacak biçimde, Marmara sahilini izleyerek batıdan doğuya doğru şehri keser, dolayısıyla da şehre teğet geçen tipik modeli izler. Ancak denizlerle sarılı topoğrafya garların konumuna da istisnai bir karakter vermiştir. Gar, tipik modelde hattın şehre değdiği noktaya kurulur ve şehrin yeni kapısını oluştururdu. Sonradan genişleyen dokunun içinde kalarak kuşatılan bu kapılar, bize bugün Avrupa şehirlerinin yüzyıl dönümündeki sınırları konusunda ipucu vermektedirler. Oysa İstanbul'da garlar, araya giren Marmara'yı aşabilmek için şehrin tam ortasına, Sirkeci'ye ve Haydarpaşa'ya kurulmuşlardır; bu nedenle de ikisinin aslında tek bir kompleks oldukları düşünülebilir. Garın bir parçasının Sirkeci'de yapılması, çevresinde Vakıf Han, Büyük Postane vb. 19.yy.'a özgü büro ve kamu binalarının oluşmasına neden olmuştur. Sirkeci Garı'nın karşısındaki aks üzerinde yoğunlaşan bu binalar, 19.yy.'daki modernleşme izlerinin tarihi yarımadada görülebileceği istisnai bir bölgeyi oluştururlar. Demiryolunun batıdaki modellerine paralel olarak yaptığı bir diğer etki de, şehrin doğu ve batı uçlarında, hattın çevresinde oluşan banliyöler olmuştur: Asya yakasında Feneryolu, Göztepe, Erenköy, Avrupa yakasında Bakırköy ve Yeşilköy batıdaki modellerin tekrarı niteliğindeki üst-orta tabaka altkentleridir.

İstanbul'un makro formu 1930'lara kadar bu strüktür ve bu sınırlar içinde kalmıştır. İstanbul Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte, modern metropollerin yaşadıklarına ters bir süreci yaşamaya başladı. Başkentin Ankara'ya taşınması, 1930'ların ekonomik durgunluğu ve devletin yönlendiriciliğindeki sanayileşmenin Anadolu kentlerine kaydırılmasının sonucu olarak aktivite kaybına uğramaya ve küçülmeye başladı, nüfusu 1 milyonlardan 600.000'ler seviyesine indi. 1930'ların ve 40'ların vizyonları ve girişimleri bu nedenle küçülen şehrin sorunlarına çare bulmaya göre kurulmuşlardır. Bu dönemdeki planlar ve operasyonlar şehri modernleştirmeye, modernist efektleri yaygınlaştırmaya yöneliktir. Paradoksal olan, büyüyen ve sıkışan şehirlere nefes aldırmak, genleşmeyi düzene sokmak için geliştirilmiş olan bu konseptlerin, küçülen ve aktivite kaybeden bir şehri daha modern göstermek için uygulanmış olmasıdır. Fransız plancı Proust'un projesi ve vali Lütfü Kırdar'ın operasyonları bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu dönemin ilk geniş çaplı vizyonlarından biri, Taksim-Maçka-Dolmabahçe arasındaki geniş vadinin modern bir şehir parkı olarak düzenlenmesidir. Proust'un barok Gezi Parkı ile başlayan bu yeşil kuşağın içine kamusal işlevleri taşıyan binalar serpiştirilmişti: Taksim Belediye Gazinosu, Açık Hava Tiyatrosu, Spor ve Sergi Sarayı ve Dolmabahçe Stadı. Uygulanan ikinci proje, şehrin bitiş noktalarından biri olan Taksim'i, üzerindeki kışlayı yıkarak bir meydan, bir eklem haline getirilmesi ve şehrin bu eklem üzerinden lineer bir bulvarla kuzeye, Şişli'ye doğru uzatılmasıdır. Bu bulvarın üzerinde, Elmadağ-Harbiye arasında kalan arkadlı apartmanlar, vizyonun bütünü hakkında bir fikir vermektedir; ancak bunlar kısmi olarak kalmışlar, bulvarın bütünü bu modele göre kurulamamıştır. Taksim-Şişli arasındaki bu kuvvetli eksen, daha önce ayrık olarak gelişen ve farklı karakterler gösteren Maçka, Teşvikiye, Kurtuluş, Osmanbey, Şişli gibi mesken mahallelerini bütünleştirmiş, birbirine bağlamıştır. Böylece Karaköy-Şişli-Dolmabahçe üçgeni, birbirlerine ana arterlerle bağlanarak ve aralarındaki boşluklar doldurularak (ya da planlı boşluklara dönüştürülerek) bir bütün haline getirilmiştir.
Dönemin bir diğer girişimi de Tarihi Yarımada'ya müdahalenin başlamasıdır. Tarihi

Yarımada'ya daha önce yapılan müdahaleler bütünsel bir karakter taşımamış, büyük yangınlar sonrasında ızgara biçimli imar planlarının boşalan imar alanlarına kısmi olarak uygulanması sonucunda gerçekleşmişti. Bu dönemde ise eski şehrin bütününü göz önünde bulunduran ve ona yeni bir omurga kazandırmayı hedefleyen müdahaleler yapılmıştır. Amaç yeni bir sirkülasyon omurgasının inşası ve bu omurgadan başlayarak modern şehir efektlerinin eski şehire de taşınmak istenmesi olmuştur. Unkapanı Köprüsü ile Yenikapı arasında kalan bölgenin bir şerit halinde yıkılarak geniş bir bulvar açılması bu girişimin ana eksenini oluşturur. Bu eksenin kıyısına inşa edilen İstanbul Üniversitesi ve Belediye Sarayı binaları da, bulvarın yarattığı efektin modern kamusal işlevlerle ve sembollerle pekiştirilmesi çabası olarak değerlendirilebilir.

1 2 3

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz