|
reklam |
|
|||
Sibel Bozdoğan
ile Yeni Kitabı ve Türkiye'de Modernleşme Üzerine Sibel Bozdoğan ile Yeni Kitabı ve Türkiye'de Modernleşme Üzerine Uğur Tanyeli: Yeni yayımlanmış olan kitabından (Modernism and Nation Building) yola çıkarak, Türkiye modernleşmesini nasıl bir kuramsal perspektiften okuduğunu seninle tartışmak istiyoruz. Sibel Bozdoğan: Türk modernleşmesinin Cumhuriyet'le Atatürk'le başladığını düşünmüyorum, en azından Tanzimat'a kadar dayandırılabilir. Bu, sonuçta modernden ne anladığımıza bağlı. Kitabın başlığı "Modernizm ve Ulus İnşası". Modernizm'i, sonundaki -izm ekiyle beraber bir üslup olarak ele alınca, 1920'lerde ortaya çıkan Modern Hareket'le özdeş kullanmamn kavramsal kargaşayı ortadan kaldıracağını düşünüyorum. Ama toplumsal bir olgu olarak bakıldığında, modernlik ya da modernleşme tabii ki çok daha öncelere gidiyor. Onun için, kitabın aradaki dört bölümü, Modernizm'e biçimsel olarak bakarken, başlığı "İlk Modernler" olan ilk bölüm Birinci Milli Hareketi'ne bakıyor. Çünkü yeni kurumların gelmesi, bankalar, ofisler gibi yeni bina tiplerinin yapılmaya başlanması, yeni teknolojilerin gelmesi modernin ta kendisi. İnsanlarda genelde Modernizm'e bir üslup olarak bakma eğilimi var. Ben sorunsalı modernleşme olarak aldığım için aslında daha eskiye de götürülebilir. Benim kararım 1908 ve Jön Türkler'le başlamak oldu. Kitabın mimari olarak kapsadığı dönem ise benim "uzun 1930'lar" dediğim yıllar: 20'lerin sonlarından başlayıp, sembolik olarak Anıtkabir yarışmasıyla biten. Ama aslında onun ardındaki politik, sosyal, tarihsel çerçeve ulusallaşma; yani 1908'le 1950 arası daha geniş bir çerçeve. Hep Türkiye modernleşmesi diye genel konuşuyoruz; benim aklımda ise bir üçlü var: Birinci dönem 1930'lar, belirli bir altyapısı olmadan, devlet desteğiyle biçimsel olarak ele alındığı Erken Cumhuriyet yılları; ikinci dönem Menderes'le başlayan 1950'ler, kentleşme gibi farklı dinamiklerin harekete geçtiği ve modernizmin gerçek altyapısının kurulmaya başlandığı yıllar, üçüncü dönem de Özal'la başlayan 1980 sonrası, artık bazı modernleşme hareketleri sürerken bazılarının da reddedilmeye başladığı daha yakın bir dönem. Ama Türk modernleşmesinin tarihi diyorsak, daha da geriye götürmek lazım bence. Uğur Tanyeli: Modernleşme projesini aslında topluma yaygın olmayan, yönetici seçkinlerin güdülediği bir hareket olarak tanımlıyorsun. Aksi doğrultuda bir okuma mümkün olamaz mıydı? Türkiye modernleşmesini kendiliğinden gelişen toplumsal bir süreç olduğunu düşünmeye çalışsak daha farklı bir yol almaz mıydık. Türkiye'de neredeyse 18. yüzyıldan başlayarak, sadece seçkinlerin etkilikleriyle bağdaşmayan bir başka modernleşme süreci de yaşanıyor. İstanbul burjuvası olarak adlandırılabilecek bir kesimin doğuşu, kimi etnik grupların Osmanlı sisteminin içinden kopup kendi modernleşmelerini yaşamaya başlamalan gibi... Bunları dikkate alınca Türk / Osmanlı modernleşmesinin yönetici seçkinler tarafından biçimlendirilen bir proje olma niteliği tehlikeye girmiyor mu? Sibel Bozdoğan: Aslında bu söylediğin çok güzel, henüz çok önü açık bir konu. Zaten kitapta da -ki ben konuşmamızı kitabın sınırları ile sınırlı kabul ediyorum- bu projeye reformcu elitlerin, mimarların, entelektüellerin projesi olarak bakıyorum modernleşmeye. Çünkü kaynaklarım öyle; resmi yayınlar, La Turquie Kemaliste, Arkitekt dergisi, popüler dergilere bakıyorum. Senin söylediğin, alttan gelen modernleşmeyi nasıl çalışacağın oldukça zor bir konu. Benim konumumda araştırılması oldukça zor olmakla beraber, sana katılıyorum, kesinlikle yapılması gereken bir iş. UT: Özellikle bana son zamanlarda çok çekici gelen bir konu. Türkiye modernleşmesini başka bir gözle ele alma şansımız olacakmışız gibi görünüyor. SB: Böyle bir gözle bakarsak, "bu, tepeden gelen modernleşme projesi kavramını tehlikeye düşürmüyor mu" sorusuna dönersek, bu ikisinin ille de karşıt olması gerekmez gibi geliyor bana. Yani, bir tepeden inme modernleşme var, bir de insanların onu nasıl kendilerine göre değiştirdikleri, uyarladıkları var. UT: Ben daha da kötüsünü önereceğim: Yönetici seçkinlerin algıladıkları ya da tanımladıkları modernleşmeyle, toplumda gerçekleşen reel modernleşmenin oldukça gerilimli bir ilişkisi olduğunu da düşünme eğilimindeyim. Biri diğerini biçimleyerek ya da ona model oluşturarak gerçekleşiyormuş gibi gözükmüyor da, tam tersine birbirini inkar eden iki modernleşme, adeta birbirini ite kaka biçimleniyormuş gibi geliyor bana. Halk katmanında (seçkinlerin dışında) ortaya çıkan kimi modernleşme boyutlarının varolduğunu bile farketmeyen bir yönetici seçkinler grubu var. Yani, zaten modern olanı, modernleşmekte olanı "modernleştirelim" diyen bir grup varmış gibi geliyor bana bazen. Basit bir deyişle, onlar "sizi düzelteceğim" diyor, ama aslında o problemin kimi boyutları çoktan ortadan kalkmış. SB: Ben 30'lar için şöyle düşünüyordum: Genelde yaygın olan kanı o tepeden inme projenin empoze edildiği yolundadır hep. Bense, özellikle Atatürk döneminde, o tepeden inme diye tanımlanan modelin aslında, Atatürk'ün de popülaritesi sayesinde, sanıldığından daha popüler olduğunu düşünüyorum. Benim için ilginç bir örnek Saadettin Kaynak, arabeskin kökeni ona uzatılıyor, kendisi imam, dini müzikten geliyor ama popüler müzikler yapıyor. Resmi Cumhuriyet kültürünün, Adnan Saygun'ların karşısında bir adam. Bu ikisini birer sembol olarak karşı karşıya koymak mümkün. Ama biraz daha yakından bakınca farklı noktalar ortaya çıkıyor. Mesela Saadettin Kaynak'ın Cumhuriyet'in simgelerinden biri olan İzmir Fuarı üzerine bir bestesi var. Sanki adam çok da ters düşmemiş; Cumhuriyet'i de benimsemiş, ama dindar bir yanı da var, Türk Klasik Musikisi'ni de zaten özümsemiş. İki modern gerçekten karşıt mıydı, yoksa..? UT: Karşıtlıktan çok, ikisi arasında gerilimli bir ilişki varmış gibi gözüküyor. SB: Bu seçkinlerin farkında bile olmadığı meselesi sanırım doğru. UT: Zaten değişmiş ve değişmekte olan bir ülkede, sanki hiçbirşey değişmemiş ve değişmiyormuş gibi bakmak eğiliminde gözüküyorlar. SB: Bir de tabii kendi projeleriyle ne derecede saplantısal biçimde ilgili olduklarıyla ilgili. UT: O tuhaf bir naiflik de veriyor Cumhuriyet yöneticilerine. Mesela, mimarlığı Ankara'dan bakarak okuyoruz. Oysa Erken Cumhuriyet'e İstanbul'dan baksak başka birşey görüyoruz. Ankara'da gelişen o "Modernist" mimarlıkla yer yer çelişen başka bir Modern mimarlık var. Nişantaşı'nda, Cihangir'de, Fatih'te... Ankara'dakiyle morfolojik olarak pekbir akrabalıkları yok. Ama, hepimiz bugün de yine o dönem için dönüp Ankara'ya bakıyoruz. Ve gördüklerimizi Birinci Ulusal, İkinci Ulusal diye etiketlendiriyoruz. Oysa İstanbul'dan bakınca bunlar pek yok, 1940'larda İstanbul'da piyasada bir tek İkinci Ulusal Mimarlık yapıtı yok. İstanbul yine Modernist binalar yapmaya devam ediyor. Bu, farklı bir okumayı gerektiriyor diye düşünüyorum. SB: O türden bir okumanın henüz kaynakları yok ve bir ön hazırlık gerektiriyor. UT: Evet, Nişantaşı'ndaki binaları kimin yaptığı bile belli değil. Söylentiler var. Örneğin, bir bölümünü Sedad (Eldem) Bey'in amcası Halil Ethem yapmış. Art Deco, eklektisist, "Moderne", fakat modern planlara dayanan yapılar... SB: Aslında bu söylediklerin kitapta değinip bıraktığım, ama çok ilgimi çeken bir başka konuyu getirdi aklıma: Akademi'deki dönüşümden önce, yani Birinci Milli'yle, Mongeri ve Vedat Bey'le yetişmiş mimarların sonradan neler yaptıkları. Bu anlamda Arif Hikmet de (Koyunoğlu) güzel bir örnek. Ankara'da Türkocağı gibi bir binayı yaptıktan sonra İstanbul'da gelip apartmanlar gerçekleştirmiş. Beaux Arts ve klasik sistemle yetişen mimarlar sonradan Modernist olmaya başlayınca, süslemeden kurtulur, ama belli klasik duyarlıkları da sürdürür. Onun sonucunda Art Deco ve sonu e'yle yazılan "Moderne" yapılar ortaya çıkıyor gibi geliyor. Bu ilginç çünkü aslında Batı'da da Modern Hareket'e geçişten önce birçok benzer klasik kökenli mimar var, Auguste Perret gibi. Bu başka bir mimarlık tarihi alanı kuşkusuz. Örneğin Sedat Çetintaş gibi mimarlar var; Modernist bir Yalova Halkevi projesi var, ama Osmanlı Anıtları diye de bir sergisi var. Bunlar hem Birinci Milli'yle yetişmiş, Osmanlı'yı biliyor, hem de Modernist oluyorlar. Sanki onların Modernizm'i bana Seyfi Arkan'larla anılan, bilinen Modernizm'den farklıymış gibi geliyor. Bülent Tanju: Vedat Bey ilginç bir örnek: Ankara'daki resmi ortamdan dışlandıktan sonra İstanbul'da neredeyse alelade müteahhitlere apartmanlar yapıyor. Saadettin Kaynak örneği o yüzden çok güzel; tam onun gibi, bugün tarif edemediğimiz bir noktada duruyor. Benim için Saadettin Kaynak Saygun'dan daha modern. Klasik Türk Musikisi gibi formları çok belli bir noktadan yola çıkıp, popüler şarkılar -mesela o fuar şarkısı- yazıyor. Modernlikle birlikte birşeyler değişiyorsa, bence Saadettin Kaynak, Saygun'a göre daha aktif ve daha dönüştürücü, daha modern. UT: Daha popülerlerine de gidebiliriz: Seyyan Hanım'lar vs. O dönemin gerçekten merkez gözlükleriyle değil belki ama "popüler müziği" Türk Tangosu dediğimiz alan. Hepsi modern etkinlikler. SB: Daha modern tanımını çok beğendim, çünkü modernin tanımı sınırlandırılamaz, her zaman değişken... BT: Ben Vedat Bey'e inanılmaz derecede saygı duyar hale geldim. İşlerin nasıl dağıtıldığına ilişkin bir paylaşım mekanizması var ortada ve iktidarla ilişkisi de çok önemli. Vedat Bey'in Türkiye için hiç alışık olmadığımız bir taviz vermeme tutumu var. Belki punduna getirse yapabilecekti, ama olmadı. Sonuçta ortaya çıkan biyografiye bugünden baktığımızda ortaya çıkan inanılmaz bir direniş var; Atatürk öldükten sonra İnönü'ye yazdığı şikayet mektupları vs. Saray başmimarı olmuş, Ankara'da yaşamış bir adam, yaşamını burada bambaşka bir çizgide sürdürüyor, ama bağımsız bir toplumsal aktör olarak hayatın içinde kalmayı başarabiliyor. SB: Aklıma tarih yazımsal bir soru geliyor: Gerçekten de niye bunca yıldır sadece böyle okunmuş? UT: Her birimizin ideolojik angajmanı o kadar güçlü ki, yakın zamana kadar başka bir biçimde bakmak hiçbirimizin aklına gelmemiş. Hatta neredeyse ihanet gibi gördüğümüz bile söylenebilir, böyle bir okuma biçimini. BT: Muhtemelen, birkaç şey üstüste biniyor. Birincisi, o ideolojik angajmandan kurtulmak zaman alacak. İkincisi, eldeki kaynaklar da tarihin nasıl yazılacağına dair belirli bir kanal tanımlıyor. Baktığımız, kaynak olarak kullandığımız yayınların bir kısmı zaten o söylemin ürettikleri. Bence yeri geldiğinde iyice uzlaşmaz olmayı da göze alarak, onları inanılmaz eleştirel bir gözle okumak gerekiyor. Başka türlü sadece onu tekrarlar duruma düşüyoruz. SB: Benzer bir durum Türkiye dışında da Modern Mimarlık tarih yazımında görülüyor. Şimdiye kadar Modern Mimarlık denilince Weissenhof'a, Le Corbusier'ye bakılmış; Modern Mimarlığın tarihi kendi temsilcilerince yazılmış. Şimdiyse son dönemde bir bakıyoruz, Finlandiya'da, Macaristan'da yeni Modernist mimarların varlığı ortaya çıkıyor. Biz kendi ideolojik "bagajımızdan" kurtuluyoruz ama, dışarıda da benzer şeyler oluyor. Bütün bunlardan şuraya geliyoruz, kitapta söylemek, vurgulamak istediğim bir şey varsa; o da Modern kavramının bir kutuya, bir resmi üsluba indirgenemeyeceğiydi. Kelime anlamıyla eleştirel, her an kendini sorgulayan bir söylem. Şu anda artık onu görmüş, onu aşmış bir vaziyetteyiz gibi geliyor bana. O yüzden Vedat Tek mi, Saadettin Kaynak mı daha modern diye tartışıyoruz. Tabii yeni bir kavram var tartışmamız gereken, o da bu "hibrid" meselesi. Modern'in artık tek bir resmi üslup olmadığı, ama bir tavır olduğu, birden çok çeşidinin olduğunu görmeye başladık. Henüz çalışılmamış olan birçok farklı Modern var. Yalnız bunları çalışmak için araçlarımız yeterli mi, bunu da ortaya koymak lazım. Örneğin, bence artık bu konularda çalışan herkesin Osmanlıca biliyor olması gerekli. Örneğin, benim kitabımın 1925 sonrasına bakıyor olmasının en önemli nedeni, benim Osmanlıca okumamam. |
Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]